11 Mayıs 2015 Pazartesi

‘Tarih, siyasetin orta malı haline geldi’

“Tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi... Maksat birilerine tarih öğretmek değil, tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca...” Prof. Edhem Eldem, Osmanlı’da fotoğraf ve moderniteyi inceleyen yeni sergisini anlatırken, meydanlardaki tarihî; söylemleri ve ‘saray’a taşınan tarih toplantılarını böyle değerlendiriyor.

Gündelik tarihe, Osmanlı İmparatorluğu’na, yayıncılığa ve fotoğrafa en ufak bir merakınız varsa İstiklal Caddesi’ne çıkın ve Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’ndeki (ANAMED) “Camera Ottomana: Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite, 1840-1914” sergisini görün! İmparatorlukta çekilen ilk daguerrotype’lardan cam negatiflere, arşiv için çekilen suçlu fotoğraflarından ilk resimli basın örneklerine mesela Servet-i Fünun’a… Kapsamlı bir seçki ve sergi. Ömer M. Koç Koleksiyonu’nun yanı sıra farklı arşiv ve koleksiyonlardan oluşturulan sergi, Osmanlı İmparatorluğu’nda fotoğraf ve moderniteyi incelemekle kalmıyor; insanı 1840 ile 1914 arasında bir güzel dolaştırıyor. 19 Ağustos’a kadar açık kalacak serginin küratörlüğünü Zeynep Çelik, Edhem Eldem ve Bahattin Öztuncay yapıyor. Moderniteyi, sergiyi ve daha bir sürü şeyi Prof. Dr. Edhem Eldem’le konuştuk.

En son 2010’da görüşmüştük. Bir Osman Hamdi Sözlüğü hazırlıyordunuz. Ne oldu ona?

Onu Kültür Bakanlığı için yaptım. Yayımlandı ama haberdar olunsun, okusun diye değil. Dev gibi istediler; 30’a 32,5. Felaket! Onlarla çalışmak bir kâbustu. Kültür Bakanlığı’nın kafasında neler olduğunu açıkçası bilemiyorum. Osman Hamdi’nin ölümünün yüzüncü yılı için bir şeyler yapmış olmak istediler, yapıldı. Ondan sonra zaten ilgilenmediler. Peşlerindeydim, dedim ki bunu küçültelim, ulaşılabilir bir şey yapalım. Cevap bile vermediler.

Gerçekten mi? Sadece bize cevap vermiyorlar sanıyordum…

Yok canım, kimseye! Çok eşitlikçi davranıyorlar. Hiç kimseyi ayırmıyorlar ama size tabii cevap vermezler. Siz şimdi terör örgütünü (!) temsil ediyorsunuz değil mi? Bir âlem. Türkiye’nin hep tekrarlanan şeyleri. Bir gıdım ilerliyoruz gibi geliyor ama sonra geri… 7 Haziran’da ne olacak bakalım!

Umutlu musunuz?

Umut ne demek? Ben HDP’nin geçmesini istiyorum. Tek umudum o. Yüzde 10’u geçip temsil edilmeli artık. Rüyamdaki koalisyonsa AKP–MHP. Hepsi mümkün. Nasılsa bunların bugün söylediği ertesi gün değişiyor.

Şimdi böyle konuşunca… Türkiye’nin hiç mi iyi dönemi olmadı?

Hayır, hayır, yani… Herkesin kendine göre bir altın çağı var. Herkes kendine göre haklı. Kemalistler 1930’ları beğenir, ama bu, o dönemin iyi olduğu manasına gelmez. Eninde sonunda oyunun kuralları belli. 1930’lar otoriter zamanlar. Kemalizm de diktatörlüklerden biri. Başkalarıyla karşılaştırılınca nispeten daha az zarar vermiştir, o ayrı. Gerçi Kürdistan’a, Dersim’e bakarsanız bu zararın az olduğunu da hiç söyleyemezsiniz. Bakış açısına göre değişir. Hiçbir zaman mükemmel yok. Ama hani 1990’ların sonuyla 2000’lerin ilk 10 yılı Türkiye’de bir şeylerin ciddi olarak kabuk değiştirdiği ve iyiye doğru gittiği bir dönem gibiydi. Güzel bir şeyler olabilirmiş gibiydi. Olmadı, o ayrı.

Biraz önce ne kadar rahat söylediniz; Kürdistan diye…

Osmanlılar diyordu, biz mi diyemeyeceğiz? Kürdistan Osmanlıların gözünde bir devlet değil bir bölge ismi. Lazistan da öyle. Ama Ermenistan demiyor tabii ki, din farkından dolayı. Bu ulus devletin en büyük derdi. Türkiye’de bütün bölgeler ya deniz ya yön ismiyle anılıyor; suya sabuna dokunmuyor. Bir tek Trakya… Ama Traklar herhalde MÖ bilmem kaçtan geri gelmeyecekler. İmparatorluklar farklı. Onlar Kürt’e Kürt der, bölgeye Kürdistan; Kürt ayaklanırsa gider ezer ya da ezemezse pazarlık eder. Kürdistan bir devleti simgelemek zorunda değil. Siyasi karşılığı da var tabii ama bence Türkiye’de Kürtlerin kopmak gibi bir fikri yok. Ülke inşa etmek kolay bir şey değil, çok kârlı bir şey de değil. Kopma söylentisi kopmak isteyenlerden çok kopulmasından korkanların lafı. (Bu arada Koç camiası bunlar neler konuşuyor, sergi bir paravan mı diye düşünecek artık…)

Evet, konu konuyu açıyor. Sergiye geçelim ama göreceksiniz yine buralara geleceğiz. Sergi neden 1789’dan, III. Selim’in tahta geçmesinden itibaren başlamıyor?

Hayır; o Batılılaşma. Biz hâlâ modernite denilince Batılılaşmayı anlıyoruz… Değil. Modernite eninde sonunda muhtelif şekillerde toplumun hızla değişmesi ve üç aşağı beş yukarı, geleneksel toplumlarda tabiata bırakılan şeylerin büyük bir kısmının kontrol altına alınması. Daha önce hiç sorgulanmayan veya tamamen Allah’a havale edilen şeylerin sorgulanmaya başlanması… Osmanlı’da modernitenin çok erken tezahürleri var. Kâtip Çelebi mesela; rasyonel bir şekilde olay ve olguları sınıflandırmaya çalışmış, üstelik Batı’dan esinlenmeden. Modernite dediğimiz; akılcılığın ön plana çıktığı ve uzun vadede insanın çevresine hâkim olmasına yol açan türden bir zihniyet değişimi. Batı’yla doğrudan ilgili değil.

Günümüzde modernite nasıl?

Şimdi modernitenin dili değişti. Modernite artık çevreci. Biz biraz geriden geliyoruz. Bizim kültürümüz hâlâ 20. yüzyıla ait, siyasetimiz de. Teknolojimiz 21. yüzyılda ama biz 20. yüzyıldayız. Dünyada da 21. yüzyılın kendine göre garip bir muhafazakârlığı, geriye dönüşü, tepkiselliği var gerçi; Avrupa’da milliyetçilik ve ayrımcılık yükseliyor mesela. 68’i yapan Avrupa şimdi bunun tersine döndü. Soğuk Savaş sonrasında kurgulanan o demokratikleşme, özgürleşme yaşanmadı. Modernlik bir taraftan çok hantal, ağır, saldırgan. Bugün dünyada yaşanan eşitsizliğin, tahammülsüzlüğün, çevre sorunlarının, bir sürü şeyin sorumlusu. Ama diğer taraftan birey özgürleştiyse bu da modernlik sayesinde. Her zaman bıçak sırtında bir şey. Modernite bir taraftan küçük topluluklardaki bireyi öne çıkarırken bir taraftan da büyük bir topluluk oluşturdu: Ulus. O ulus da bütün bireylerin aynı şablonda olmasını istedi. Yani faşizm aslında barbarlığın geri dönmesi filan değil, düpedüz modernizm.

Tüm bunların arasında, biz neredeyiz?

Biz… İki arada bir deredeyiz. Çok moderniz, özellikle teknoloji konusunda… Ama teknoloji sadece bir zarf. Onun içine ne koyduğunuz ya da onu ne için kullandığınız her şeyi değiştirebilir. Bir taraftan zarf çok modern ve herkesin elinde ama ona bakışımız bir önceki yüzyıldan. Sergiden örnek verirsek… Değişmeyen şeyler var. Mesela resimli basın, haftalık mecmualar… Özellikle Abdülhamit döneminde ya suya sabuna dokunmayan şeylerden ya da padişahın açıp kapattıklarından bahsediyorlar. Sansürlü dönemde padişahımız bunu açtı, bunu yaptı; sansür kalktığı anda da vay Allah kahretsin! Şimdi de öyle. Türkiye’de basın, ya muhalefet odağı ya da iktidarın şakşakçısı. Ortası çok zor. Çünkü toplum da bunu istiyor. Toplum kutuplaşma seviyor. Sergide de şimdi herkes ne görmek istiyorsa onu görecek. O yüzden cevap vermektense soru sormak daha iyi.

Bütün sergilerde aynı cümle: Cevap vermek yerine soru sormayı tercih ettik. Peki, biz cevabı kimden alacağız?

Hiç cevabım yok demiyorum ama bu önemli bir şey. Cevabını rahatlıkla verebiliyorsanız ilginç değildir ki! Bizim tarihçilik anlayışımız sadece cevaba dayalı; çünkü tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte biz bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi, Çanakkale’de bunu yaptık… Hiç kimse hiçbir soru sormuyor. Maksat birilerine tarih öğretmek değil; tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Nasıl bir vatandaş istiyorsunuz? Milliyetçi, muhafazakâr, dindar ya da solcu… Ona göre. Burada soru sormak en tehlikeli şey. İktidar tarih yoluyla iletişim kuruyor; Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca. Daha az zararı dokundu, çünkü kimse inanmadı ama mantık aynı. Eninde sonunda siz, ‘ben böyle bir Türkiye kurgulamak istiyorum ve bu Türkiye’de insanlar bu tarihi gerçekleri kabul edecekler’ dedikten sonra birinin öbüründen farkı yok. Bizde tarih anlayışı tamamen siyasi; milliyetçilik ve kutuplaşma üzerine kurulu. Tarihi kutuplaşmaya alet ediyoruz; sözüm ona birleşmeye… Herkesin aynı şeyi düşünmesini istiyoruz, olmayınca da ipler kopuyor işte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder