27 Mayıs 2015 Çarşamba

Bizde sadece hamasi Osmanlıcılık var

‘Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar’, ‘Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri’ kitaplarıyla tanıdığımız Prof. Dr. İsmail Erünsal, 30 yılı aşan emeğin ürünü olan “Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik” (Timaş) kitabının yeni basımını yayımladı. Bu vesileyle Erünsal’ı İSAM’da ziyaret ettik. Osmanlı kütüphaneciliğini, günümüzdeki Osmanlı algısını ve kitapları konuştuk.

Kitabı konuşmaya şuradan başlayalım isterseniz, ‘Osmanlı’da kütüphanecilik’ deyince ne anlamalıyız?

İlk dönemlerden İstanbul’un fethine kadar, kütüphaneler medreselerin ya da camilerin bir köşesindeki raflardı. 50, 100 bazen 150 kitap medrese talebelerine hizmet ederdi. Fatih’le birlikte tabii, eğitim sistemi gelişiyor. Daha sonra Kanuni döneminde medreselere bağlı kütüphane hâkimiyeti başlıyor. 17. asrın sonlarına doğru Köprülü Kütüphanesi’yle birlikte müstakil kütüphane binaları çıkıyor. Sonra medrese kütüphaneleriyle şahsi kütüphaneler baş başa gidiyor. Kütüphaneciliğin zirveye çıktığı dönem ise Birinci Mahmut dönemi. İstanbul’da 4-5 kütüphane kuruluyor. Sınır boylarında bile kütüphaneler var. Abdülhamit döneminde eğitimin çok fazla teşvik edilmesi, yayılmasıyla on bin mektep açıldığı söyleniyor. Her medrese içine bir kütüphane kuruyorlar. Cumhuriyet’e kadar böyle devam ediyor.

Günümüz kütüphanelerine baktığımızda nasıl bir tablo var?

Türkiye’de kütüphanecilik son derecede ihmal edildi. Son zamanlarda önem verilmeye başlandı gerçi. Kütüphaneciliğin en büyük sorunu mekânların artık yetmemesi, mezarlıklar gibi… Senede 60-70 bin kitap basılıyor Türkiye’de, dünyada 4-5 milyon. Bunları alıp da bir yere koymak mümkün değil. Şunu düşünemezsiniz, ben güzel bir kütüphane binası yapayım, içine de 100 bin kitap koyayım. 100 bin kitap ne ki! Amerika’daki mütevazı bir üniversite kütüphanesinin kitabı birkaç milyon. Biz şimdi bu çaptaki kütüphanelere birdenbire yetişemeyiz.

Biraz da okurlardan bahsedelim. Osmanlı’da kütüphanelerden faydalanan insanlar kimlerdi?

Kütüphane okuyucusu bizde ulema sınıfı, medrese talebeleri, bir de bürokratlar. Onun dışında halkın pek kütüphaneyle ilgisi yok. Örnekleri fazla değil ama 15. ve 16. asırlarda halkın gidebileceği mahalle kütüphaneleri var, ben 3-5 tane görebildim. Mesela Cihangir’de bir camide, Perameçler Kethüdası, bir kütüphane kurmuş, 40-50 kitap var içinde. Leyla ve Mecnun, Tahir ile Zühre, Kesik Baş Hikâyesi, bütün halk hikâyeleri ve dini hikâyelerin hepsi var. Tabii bu kütüphaneler zamanla kayboluyor. Muhakkak daha fazlası vardır. Halktan da giden oluyor mudur, mutlaka oluyordur ama bunlar potansiyel okuyucu değil.

Peki, halkın okuryazarlık oranı?

Düşük. Tabii Abdülhamit döneminde büyük bir yükselme var, herkes okuma yazma öğreniyor. Eski sahaflar hemen yayıncı oluyor. Birer matbaa temin ediyorlar ve yüzlerce kitap çıkarıyorlar. Bu dönemde basılan kitaplara baktığınızda şaşırır kalırsınız. Dünyada en bilmediğiniz, adını duymadığınız yerlere yapılan seyahatlerle ilgili çevrilmiş kitaplar var. Ve millet okuyor… Ondan önce böyle bir şey yok. Dünyada da okuryazarlık oranı düşük ama eski dönemlerde. Hatta Batı’da işçi sınıfının kitap okuması tehlike olarak görülüyor. Osmanlı’da ise kitap hiçbir zaman tehlike olarak görülmüyor.

TABELADAKİ OSMANLICA İSİMLER AVAMİ BİR ŞEY

Her yıl binlerce yeni kitap yayınlanıyor. Bunca yayına rağmen okumaya ilginin azalmasını neye bağlıyorsunuz?

Bu çok önemli bir sorun. Eskilerin fıkra gibi anlattığı bir şey vardı. Yurtdışına gittiğinizde bir Türk’le karşılaşmak istiyorsanız, metroda kitap okumayan biri varsa Türk’tür derlerdi. Bu alışkanlığı veremedik, anaokulundan başlamak lazım. Bizim zamanımızda ilkokullar iyiydi. Teşvik ederlerdi. Şimdikilerde böyle bir şey yok. Büyük bir proje yapılması lazım, biz bu millete nasıl kitap okumayı sevdiririz, nasıl okuturuz? Tabii en büyük düşman tablet, telefon gibi aletler. Herkesin elinde. Adam kitap okumaya ihtiyaç hissetmiyor, boş vakti yok!

Osmanlı’nın ilim, irfan gibi asıl ilgilenmemiz gereken değerleri yerine günümüzde içi boş bir Osmanlı anlayışı yükseliyor. Osmanlı’ya bakışta ne gibi sıkıntılar var?

Osmanlı’yı bilmiyoruz ki… Osmanlı’ya bakışta çok büyük sıkıntı var. Bizde yapılan şeyler özenme. Tabelalara bile bir dönem İslami isimler verildi, şimdi de Osmanlı’yı çağrıştıran isimler veriliyor. Avam bir şey tabii bu. Osmanlı’yı bilmiyoruz. Nasıl çalıştığını, nasıl işlediğini… O dönemdeki hayatı bilemiyoruz. İnsanlar nasıldı, nasıl yaşıyordu? İnsanlar ne yapıyordu? Sadece hamasi Osmanlıcılık var bizde. Ecdadımızla sadece övünmek bir, ikincisi de aleyhte bir şey söyleyememek. Peygamber devri değil ki! Onun dışında her dönemi tartışabilmeliyiz.

İstanbul kitap fırını

Yangında yok olan kütüphaneler var mı?

Çok var. Ali Emirî;, İstanbul için kitap fırını diyor. Çok kitap yanmıştır İstanbul'da. Ahşap ve birbirine bitişik evler olduğu için, bir yangın başladığı zaman bir ucundan bir ucuna giderdi. Bütün camilerin, külliyelerin etrafı ise boştu. Medreseler taş binalarda ve mahalleden uzak olduğu için kütüphaneler fazla zarar görmemiş. Yangında yanan büyük kütüphaneye rastlamadım ama yanan çok şahıs kütüphanesi var. Bunların içinde 2-3 bin kitabı olan şahsi kütüphaneler bile var.

22 Mayıs 2015 Cuma

Şimdi kefaret zamanı [VİZYONDAKİLER]

63 yaşındaki Liam Neeson, yeni aksiyon filmi Gece Takibi’nde (Run All Night) geçmişin yüklerinden arınmaya çalışan sorumlu ‘aile babası’ rolünde. Katalan yönetmen Jaume Collet-Serra’nın imzasını taşıyan film, bildik kodlara sahip olsa da formülleri doğru işlettiği için kendini izletiyor.

Yıl geçmiyor ki Liam Neeson’ı iki-üç aksiyon filminde birden izlemeyelim. Daha ocak ayında Takip 3 filmiyle karşımıza gelen 63 yaşındaki oyuncu, yine bir aksiyon filmiyle salonlara misafir.

Schindler’in Listesi (1993), Michael Collins (1996) gibi politik, tarihi-dram filmlerinin oyuncusu 50’sinden sonra aksiyona yöneldi. Artık o karakter oyuncusunun yerinde kötü adamlara dünyayı dar eden bir aksiyon yıldızı var. Bunun sorumlusu kim derseniz, sürpriz bir isme çıkıyor yollar. Liam Neeson’ın Jason Statham’ın ağabeyi versiyonunda bir aksiyon yıldızına dönüşmesinde Christopher Nolan’ın payı var. Evet, Nolan 2005’te Batman Başlıyor filminde ona Ducard rolünü verince içindeki aksiyon ışığı da ortaya çıktı. Gençliğinde boksör ve futbolcu olan İrlandalı oyuncuya aksiyonun kapılarını ardına kadar açan film ise 96 Saat (2008) oldu. Yoksa Aşk Her Yerde / Love Actually’nin (2003) karısının yasını tutan romantiği olarak aşk filmlerinin kalbi kırık oyuncusu olup çıkacaktı. 2009’da karısının ölümüyle sarsılan Neeson için Aşk Her Yerde’de oynadığı karakterin altı yıl sonra kaderi olması ise ayrı bir bahis.

Liam Neeson, Gece Takibi’nde (Run All Night) geçmişin yüklerinden arınmaya çalışan sorumlu ‘aile babası’ rolünde. Uzun süre mafya babası Shawn Maguire’ın (Ed Harris) en iyi arkadaşı ve tetikçisi olan Jimmy (Liam Neeson), iyice gözden düşmüştür. Eski şöhreti geride kalan Jimmy’yi kadim dostu Shawn Maguire’dan başka kimse umursamaz. Geçmişteki suçlarından dolayı polis de hâlâ peşindedir. Yeraltı dünyasının kirli işleriyle uğraşırken ailesinden uzaklaşan Jimmy, kendisiyle bağlarını yıllar önce koparmış oğlu Mike’ın (Joel Kinnaman) Maguire ailesinin hedefi haline geldiğini öğrenince bir tercih yapmak zorunda kalır: Suç dünyasındaki ailesi mi yoksa gerçek ailesi mi?

KATALAN-İRLANDALI İŞBİRLİĞİ

Gece Takibi, Katalan yönetmen Jaume Collet-Serra ile Liam Neeson’ın üçüncü birlikteliği. Daha önce Kimliksiz (2011) ve Non-Stop (2014) filmlerinde birlikte çalışan ikili, Gece Takibi’nde bildik kodlara sahip olsa da sıkı bir aksiyon filmine imza atıyor. İkilinin son birlikteliği de öncekiler ayarında. Tam olarak tatmin etmese de kendini izleten bir aksiyon filmi Gece Takibi. Liam Neeson, yakın dönemin benzer filmlerinde (Kanunun Ötesinde, Takip serisi, John Wick) olduğu gibi geçmişi sırtında kambur gibi taşıyan, her şeyden el etek çekmiş bir ‘veteran’ı oynuyor. Westernin kemikleşmiş temalarından olan yeminini bozmuş eski bir savaşçının sahalara dönmesi için ahlaki olduğu kadar kişisel bir sebep de gerekir. Jimmy’de ikisi birden var. Daha fazlası da… Jimmy hem oğlunu ve onun ailesini korumak ister hem de oğluna karşı ihmal ettiği babalık görevini yıllar sonra da olsa yerine getirmeye çalışır. Diğer taraftan, Maguire ailesi adına işlediği cinayetlerin ağırlığından, bir nevi, geçmiş günahların yükünden kurtulmak için kefaret ödemesi gerektiğini düşünür. Kişisel meseleye ahlaki bir boyut da katınca sonrası aksiyon sineması... Kısa formül şöyle: Hepsini öldür!

Shawn Maguire ile Jimmy’nin savaşına oğulların mücadelesi eklenince küçük de olsa bir çeşitlilik geliyor hikâyeye. Filmin ana ekseni ‘babalar ve oğullar’a doğru kayıyor kısa bir süre. Gece Takibi, polisiye-aksiyon türünün takipçilerine yeni bir şey vaat etmiyor. Bildik kodlarla donatılmış hikâye, klişe olay örgüsüne rağmen, formüllerin iyi işletilmesi sonucu kendini izletiyor.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Kadın Eserleri Kütüphanesi 25 yaşında

1990’da kurulan Balat’taki Kadın Eserleri Kütüphanesi 25 yaşına girdi. Aile arşivleri, nadir eserler, kadın konulu tezler, makaleler ve daha birçok doküman bulunduran kütüphane, bilgi ve belge merkezi olmaya devam ediyor. Kütüphane, yirmi beşinci yılında pek çok projeyi de hayata geçirecek.

İstanbul’un Balat semtinde, belki çoğu kimsenin habersiz olduğu, yanından gelip geçenlerin de pek fark etmediği bir ‘hazine’ var: Kadın Eserleri Kütüphanesi… Bağışlanan aile arşivleri, nadir eserler, kadın konulu tezler, makaleler, dosyalar ve daha pek çok belge bulunuyor içinde. Füsun Akatlı, Şirin Tekeli, Aslı Davaz, Füsun Ertuğ ve Jale Baysal tarafından 1990’da kurulan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi (KEK), bu yıl 25. yaşını kutluyor. Kütüphanenin tarihi binasının bahçesinde 25 Nisan’da kadın örgütleri temsilcileri, sanatçılar ve kütüphaneye yıllar içinde destek veren gönüllülerin katıldığı 25. yılı kutlama gecesinin ardından, planlanan etkinlikler yıl boyunca hayata geçirilecek.

Kadın hareketinin rüzgârını arkasına alan, dayanışma ve önemli bir politik eylem olarak sivil toplum desteğiyle kurulan Kadın Eserleri Kütüphanesi, bilgi ve belge merkezi olmaya devam ediyor. Uluslararası sempozyumlara ev sahipliği yapan kütüphanede birçok panel, imza, okuma günleri, müzik dinletileri, sergi ve söyleşiler için alternatif bir mekân görevi üstleniyor. Yönetim Kurulu Başkanı Fatmagül Berktay’ın ifadesiyle kütüphane, kadın hareketi ve sivil toplum adına çok önemli bir yere sahip ve görevini başarıyla yerine getiriyor.

Şair Metin Altıok ile yazar Füsun Akatlı’nın kızı Zeynep Altıok Akatlı, annesinin kurulmasına öncülük ettiği kütüphanenin yönetim kurulu üyesi olarak elinden gelen her türlü desteği verdiğini söylüyor. “Annem kadınlar adına böyle bir kütüphane açılmasını sağlamış. Şimdi ben bu kütüphanenin yönetim kurulu üyesiyim ve bu benim için son derece gurur verici.” diyen Akatlı, 25 yıldır hizmet veren kütüphanenin daha uzun ömürlü olması için çalıştıklarını belirtiyor. Zeynep Akatlı, Avrupa Birliği standartlarında “Kadın Thesaurus”u ve “Fragen” gibi projeleri Türkiye’de başarıyla yürüten kütüphanenin, yerli ve yabancı kadın örgütüyle birlikte kadın hareketinin güçlenmesine de katkıda bulunduğunu anlatıyor. Bütün bu başarının ise kütüphane dostlarının ve gönüllülerinin karşılıksız emeği ve bağışlarıyla gerçekleştiğini söylemeden geçmiyor.

25. YILA ÖZEL PROJELER

Zeynep Altıok Akatlı, kütüphanenin tıpkı 10 yıl önce olduğu gibi bu yıl da Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümüyle birlikte 29-30 Mayıs’ta “Kadına Karşı-Doğu Batı/Savaş Barış Tanımayan Şiddet” başlıklı uluslararası sempozyum düzenleyeceği bilgisini veriyor. 29-30 Mayıs’ta gönüllülere “Kadınların Bilinci, Kadınların Belleği” konulu eğitim verilecek. Sempozyumda KEK Genel Kurul üyelerinden Tülin Tankut’un hazırladığı KEK belgeseli yayınlanacak. Aslı Davaz’ın girişimiyle Arzu Pekin’in yazarlığını yaptığı vakıf kitabının yayımlanışı ve “Kadın Belleği Dijitalleşiyor” projesi de 25. yıl dolayısıyla hayata geçecek projeler arasında. (www.kadineserleri.org)

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Gelmemeniz önemle rica olunur!

Önümüzdeki hafta sonu Beyoğlu’nda sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Davetiyesinde ‘Gelmemeniz önemle rica olunur!’ yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan şimdiden özür dileriz!

İstiklal Caddesi Deva Çıkmazı’ndaki ‘Casa Garibaldi’ binası bugünlerde çok hareketli. Bina, bir yandan restore ediliyor, diğer tarafta birileri resim asacak uygun duvar arıyor, İstanbul Arkeoloji Müzeleri de en altta kazı çalışmaları yürütüyor. 1863 yılında inşa edilen bina, tarihinde böyle bir telaş görmemiştir. Sadede gelirsek, İtalyan Birliği’nin kurulmasını sağlayan Giuseppe Garibaldi’ye kadar uzanan bir tarihi bulunan İtalyan İşçi Derneği​‘nin merkez binası, İtalya Başkonsolosluğu’nun da teşvikiyle 1 Mart 2012’de restorasyona girmişti. Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nin (TÜRSAB) desteğiyle yapılan ve bu yıl sonunda tamamlanması planlanan çalışmalardan sonra Beyoğlu, yeni bir kültür merkezi kazanacak. Önümüzdeki hafta sonu yani 22-23 Mayıs’ta ise tarihi binada sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Evet, tam restorasyonun, kazının ortasında bir sergi!.. Şantiyede uyulması gereken güvenlik kuralları nedeniyle sergi ziyarete açılamıyor ve süresi iki günle sınırlı tutuluyor. Sadece bazı basın mensuplarının gezmesine izin veriliyor.

‘Dünyanın ilk ziyaretçisiz sergisi’ unvanını kapan “Giovanni Paola Pannini’nin İzinde”, geçmişin unutulmuşluğunu protesto edecek. Serginin küratörlüğünü, Galeri Diani’nin sahibi ve yöneticisi Telga Mendi Südor ile Casa Garibaldi’nin restorasyon çalışmalarının koordinasyonunu yürüten sanat tarihçisi Dr. Sedat Bornovalı yapıyor. Türkiye ile İtalya arasında kültürel bir köprü vazifesi de görecek olan sergide, her iki ülkede sergiler açan Gülseren ve Teoman Südor ile Giancarlo Caneva’nın eserlerinin yanı sıra Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun hiç bilinmeyen ve yeni restore edilen iki tablosu ile birlikte Eren Eyüboğlu, Gülseren Hale Sontaş, Yusuf Katipoğlu, Ursula Katipoğlu, Aydın Ayan, Francesco Borzani, Feyza Alasya ve Kaan Kayımoğlu’nun eserleri sergilenecek. Sergi alanı, 17. yüzyılda mekân resimleri yapan ve sergiye adını veren Giovanni Paolo Pannini’nin resimlerindeki sergileme tekniğinden yola çıkılarak düzenlenecek.

Davetiyesinde “Gelmemeniz önemle rica olunur!” yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan, bu teknik hata için şimdiden özür dileriz!

DR. SEDAT BORNOVALI

‘Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor’

Casa Garibaldi'nin inşaatını Eriş İnşaat yürütüyor. Restorasyon müellifi İsmail Büyükseçgin, tasarımda ise Protoype Mimarlık'tan Hakan Aldoğan ve Burcu Gülmen, iç mimar Jale Kulin'le birlikte çalışıyor. Pınar Günay, Ömer Arslan ve İlhan Hot'tan oluşan çekirdek ekibi ile projeyi hayata geçiren Dr. Sedat Bornovalı, “Binanın restorasyon projesi 1 Mart 2012'de başladı ama uzun süre belgeleme ve planlama çalışmaları sürdü. Restorasyon fiilen bir senedir sürüyor. Çalışmaların yıl sonundan önce bitmesini umuyoruz. Casa Garibaldi'nin, resmi olarak müze olmasa da hem etkinliklerin düzenleneceği hem de etkinlik olmadığı zamanlarda bile keyifle gezilecek ve incelenecek bir kültür merkezi olmasını istiyoruz. İçeride sergilenecek tarihi koleksiyonlarla da mekânın ilgi çekmesini planlıyoruz. Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor.” diyor.

19 Mayıs 2015 Salı

Anadolu’nun arkeolojik tarihi değişiyor mu?

“Truva'nın altında şimdiye kadar ortaya çıkarılandan 100 kat daha büyük bir kasaba ve bu kasabanın bağlı olduğu bugüne kadar bilinmeyen Luvi uygarlığı bulunuyor.”

Bu iddia, merkezi İsviçre'de bulunan ve Nisan 2014'te kurulan Luvi Araştırmaları Vakfı Başkanı jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger'e ait. Geçen hafta İstanbul'da bulunan Zangger'in Anadolu'nun arkeoloji tarihini değiştirecek bazı iddiaları var. Dr. Eberhard Zangger ve arkeolog Serdal Mutlu tarafından ortaklaşa hazırlanan ve Mersin Üniversitesi Kilikia Arkeolojisini Araştırma Merkezi'nin yıllık dergisi Olba'da yayınlanan akademik makale, dünyanın çok katmanlı arkeolojik sit alanlarının başında gelen Truva Antik Şehri ile ilgili bugüne kadar tespit edilmemiş bulguları ortaya çıkarıyor. Zangge, Anadolu'da Hitit dışında aslında adı Luvi olan büyük bir uygarlığın bulunduğunu, hatta Luvicenin konuşulduğu bölgenin Hititçe konuşulan bölgeden çok daha büyük olduğunu ama Avrupalı arkeologların bu bilgiyi bugüne kadar görmezden geldiğini söylüyor. Zangger'in iddiasını dayandırdığı 20 yıllık araştırmaları, 250'den fazla harita, video çekimleri ve illüstrasyonlar dünden itibaren www.luwianstudies.org'da yayınlanmaya başladı.

Zangger'in anlattığına göre, Luwian Studies Vakfı, Batı Anadolu'da MÖ 2. bin yılına tarihlendirilebilecek ve o dönemde var olan Miken veya Hitit kültürlerinin bir parçası olmayan 340 büyük yerleşim yeri tespit etmiş. Bu yerleşim yerleri, şu ana kadar varlığı henüz kabul edilmemiş olan Luvi uygarlığını oluşturan halklara ait. Yani bu şu demek oluyor: Zangger Türkiye'de yapacağı kazılarla iddiasını kanıtlarsa 200 senedir yaygın olan; bütün her şeyi Yunanlıların keşfettiğine dair inanç çökecek.

Sizi tanıyabilir miyiz, vakıf ne zaman, niye kuruldu?

Ben jeoloğum, uzmanlık alanım arkeolojik kazılar. Alman'ım. İlk kazı projemi 1982'de Yunanistan'da yaptım. Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından yayımlanan, arkeolojide alan konstrüksiyonu konusunda bir kitap hazırladım. O yıllarda Kaliforniya'da Stanford Üniversitesi'ndeydim. Sonra Cambrige Üniversitesi'ne tayin oldum. Yine Yunanistan'da bir kazıya başladık. Bronz çağına ait bir sarayın olduğu yeri kazdık. 1990'lardaki bu çalışmam da alanımızdaki en önemli metodolojileri ortaya koydu. Disiplinler arası bir çalışmaydı. Jeofizikçiler, toprak bilimciler, bitki uzmanları vardı. Farklı disiplinlerden insanlar bu projede bir arada çalıştılar ve bu araştırma sırasında, biz bir suni kap keşfettik. El yapımı bir kaptı. Nestua sarayı buradaydı. Troya Savaşı'nda savaşmış krallardan birinin sarayıdır. Bölgede bir liman havzası keşfettik. Bugün tamamen doldurulmuş burası, yeşil alan… Şunu demek istiyorum. 18 sene boyunca Yunanistan'da çalıştım ve şunu anladım; benzer keşifler Türkiye'de de yapılmalı. Özellikle de Troya'da. Çünkü Yunanistan'daki liman havzası kalıntılarının benzerlerini Troya'da görmüştüm.

Bu haritayı onun için mi çizdiniz?

Biz Troya'nın böyle gözüktüğünü hayal ediyoruz. Bugüne kadar kazılar sadece sarayın olduğu yerde gerçekleşti. Ama orada keşfedilenden 100 kat daha büyük bir kasaba var. Ben bunun çok büyük keşif olduğunu düşünmüştüm. Ama kariyerimde ilerlememe engel olan bir çalışma oldu. Stanford ve Cambrigde kariyerimin zirvesindeydim. Ne zaman ki Türkiye ile ilgili çalışmaya odaklandım birdenbire düştüm. O günden beri insanlar çılgın olduğumu düşünüyor.

Araştırmanızın arkasındaki tez, iddia nedir tam olarak?

Benim bu haritayı yapmamım sebebi; şu anda kazı yapan Türk arkeologlarına bu alanı düşünmeye teşvik etmek. Şehrin asıl kalıntıları 5 metre altta gömülü. Ege'deki Bronz çağı ile ilgili birkaç kitap basılmıştır. Bunların hepsi bin sayfalık kitaplardır. Ama hiçbiri buradaki diğer medeniyetlerden bahsetmez. Biz bu bölgeyi inceledik. Troya savaşından kalan arkeoloji bölgelerini çıkardık. Bunlar zaten halihazırda yayınlara girmiş olan alanlardı. 340 alan olduğunu gördük. Bunların var olduğu biliniyor, ama haritasını ilk biz hazırladık. Yani bizim teorimize göre haritanın böyle gözükmesi gerekiyor. Araştırmalarımız gösteriyor ki, Luviler bugüne kadar tanınmayan bir medeniyetmiş.

Bahsettiğiniz kazıları yapmak bugüne kadar başka kimsenin aklına gelmemiş mi?

Türk arkeologların yaptığı birtakım kazılar var, Türkiye'nin batısında, Bronz Çağı kazıların sayısı 22'dir… Ama şöyle bir sorun var, arkeologlar genellikle çok dar bir döneme odaklanıyor. Mesela höyükler en yukardan başlanıyor kazılmaya, temele kadar iniliyor. 1080 yılında Bizans Manastırı'na denk gelince duruyorlar. Hemen manastır koruma altına alınıyor, kimse araştırmaya devam etmek için duvarları sökmek istemiyor. Halbuki onun altında 15 metre daha var. Yani bütün dönemleri kapsayacak şekilde dikey kazı yapılmıyor. Bizim yapmak istediğimiz bu yerlerden beşini seçmek ve beşe beş metre kazıya başlamak. Ama en altına kadar inmek.

O beş yer neresi?

340 alan var demiştim, 20 tane en favori bölge belirledim. Çandarlı, Kadıkalesi, orada zaten Bizans Manastırı var. Ben onun altına inmek istiyorum. Bir de daha içeride Beyköy var. Uzmanlık alanım tam olarak bu bölgelerde kaç metreye kadar inilmesi gerektiğini iyi bilmem.

Kaç metre?

Kadıkalesi 15 metre inilmesi gerekiyor. Ama bölgeden bölgeye değişir. Yunanistan'daki araştırmalarda bu mesafelere inildi, ama Anadolu'da yapılmadı. Nesilden nesle bütün Yunan arkeologlar, dikey kazıyı yapabilmek için eğitildiler.

Türklerin dışında Avrupalı arkeologlar ilgilenmemiş mi sizin gibi konuyla?

Aslında bu sistem 1920 senesinde kuruldu. Bu sistemi kuran kişi de Arthur Evens, Girit'te Minos kazısını yapan kişi. 1920 senesinde Yunanistan ile Türkiye savaş halindeydi. O zaman burada çalışan akademisyenler Yunan âşığı akademisyenlerdi. Avrupalılardı. Ve o insanlar, bir şekilde diğer insanların Anadolu medeniyetlerine odaklanmasını istemediler. Troya 1870'te keşfedilen ilk alan. Ama orada başka bir uygarlık olduğu kayıtlara geçmedi. Yunanlılar buradaki bu bilgileri ders kitaplarına sokmuyorlar. Fakat dilbilimciler Luvi diliyle ilgili çok araştırmalar yapmışlar, kitaplar yazmışlar. Kazılar söz konusu olunca karşımıza çıkan resim bu. Zaten dilbilimciler, kendilerinin arkeologlardan hep daha ileride olduğunu söylüyorlar ve arkeologlardan artık şu haritayı oluşturmasını istiyorlardı. Bizim sektörümüzde herkes bilir; ne zaman Türkiye'ye yüzünüzü dönseniz aynen eski arkeologların başına gelen sizin de başınıza gelir, tıpkı benim başıma geldiği gibi.

Eski arkeologlar kim, ne geldi başlarına?

Anadolu arkeologlarının öncüsü olan isimlerden bahsediyorum. Heinrich Schliemann 1870'te Troya'yı keşfetti. Hugo Winckler, 1906'da Hattuşaş'ın ilk kazılarını yaptı. Emil Forrer, Hattuşaş belgelerine bakarak bölgede 8 dil konuşulduğunu keşfetti. Helmuth Bossert, Luvi dilini keşfetti. James Mellaart da Çatalhöyük'ü buldu. Ve bütün bu arkeologların ortak yönü, Türkiye üzerinde çalışmaya başladıklarında arkeoloji camiasında dışlandılar. İş izinleri iptal edildi. Hititler'in ilk kazılarını Hugo Winckler yapmıştı, çok zor bir hayatı oldu. Hiçbir zaman iş bulamadı. 49 yaşında da öldü zaten. Hitit kazıları resmi kazı olarak bile kabul edilmedi. Emil Forrer da Winckler'in belgeleri üzerinde çalıştı, o da hiçbir zaman Almanya'da iş bulamadı. 40 yaşındayken Güney Amerika'ya taşındı. James Mellaart neolitik çağ ile ilgili çalıştı, onun da iş izni iptal edildi. Bizim vakıf, buradaki boşluğu doldurmak üzere kuruldu. Bugünden itibaren web sitemizde tüm araştırmalarımızı kamuoyuna açıyoruz.

Sizin başınıza ne geldi?

Ben 1999'da artık kariyerim daha ilerleyemediği için bir iletişim ajansı kurdum. Bilim ile ilgili iletişim konularında çalışıyoruz. İletişimde kazandığım becerileri, daha önce yaptığım çalışmaları yaymak üzere kullanıyorum. Çünkü anladım ki, aslında bilimde bir şeyler keşfetmek daha kolay, ama bunu başarılı bir şekilde duyurmak olağanüstü zor.

Avrupalı arkeologları eleştiriyorsunuz, siz de bir Avrupalısınız. Sizin onlardan farkınız nedir?

Ben daha farklı bir zihniyetle yetiştirildim. Liseye gitmedim, pratik bir işte çalıştım. Konservatör olarak. Ondan sonra diplomamı aldım ve üniversiteye gittim. Klasik bir eğitimim olmadı. Arkeolog değil de jeolog olduğum için, Avrupalı arkeologların yaşadığı şekilde benim beynim yıkanmadı.

Peki eleştirdiğiniz Avrupalı arkeologlar araştırmalarınızdan haberdar mı?

Evet biliyorlar, çünkü zaten ben bunların bir kısmını 1990'larda yayınlamıştım, deli olduğumu düşünüyorlar. 1999'da Troya'da helikopterle jeofizik araştırması yapmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'na başvurdum. Şehrin üzerinde uçuş yapacak ve sistematik bir şekilde x-ray ile toprağı inceleyecektim. Fakat Bakanlık izin vermedi.

Neden vermedi?

Çünkü o zamanın Troya kazısının başında olan Manfred Korffman buna karşıydı. Şimdiki bakanla iki sene evvel görüştük. Bakan diyor ki müsteşar ile görüşün. Müsteşar diyor ki, antik çağ müdürlüğü ile görüşün, o da benim yardımcım ile görüşsün…

Nihayetinde tezinizi kanıtlarsanız ne olacak?

200 senedir yaygın inanç nedir? Bütün her şeyi Yunanlıların keşfettiği, işte o inanç çökecek.

Türklerle Yunanlılar her şey için kavga ediyor, bir kavga sebebi daha mı çıkacak?

20 sene Yunanistan'da çalıştım, orada tanıdığım arkeologlar var. Deneyimlerime göre Yunanlılar bu bilgileri, daha kolay kabul edecek, bu konuda çok daha açık görüşlüler. Çünkü onlar kanıtlara o kadar yakınlar ki, bütün bunları içgüdüsel olarak zaten biliyorlar. İddiaları daha ziyade Avrupalı diğer arkeologlar açısından sorun teşkil edecek.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

30 müze gece yarısına kadar açık

Her yıl 18-24 Mayıs tarihleri arasında kutlanan Müzeler Haftası bugün başladı. Etkinlikler kapsamında ‘10. Avrupa Müzeler Gecesi’ de bu gece gerçekleştirilecek. İstanbul, Ankara, Gaziantep, Antalya, Amasya, Niğde, Sivas’ın aralarında olduğu 30 şehirdeki müzeler gece yarısına kadar açık ve ücretsiz.

Müzeler Haftası bugün başlıyor. 24 Mayıs’a kadar devam edecek hafta boyunca pek çok müze ücretsiz gezilebilecek. Avrupa Konseyi, UNESCO ve ICOM’un işbirliği ile bu yıl Avrupa’da 11.si, Türkiye’de ise 10.su kutlanacak olan “Avrupa Müzeler Gecesi” etkinliği de bugün gerçekleştirilecek. Etkinlik kapsamında Türkiye’den 30 müze, normal kapanış saatlerinden itibaren ziyaret edilebilecek ve saat 23.00’e kadar hiçbir ücret alınmayacak. Avrupa Müzeler Gecesi etkinliğinde, saat 23.00’e kadar Türkiye’de açık olacak müzeler şöyle: Amasya Müzesi, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara Etnografya Müzesi, Antalya Müzesi, Alanya Müzesi, Side Müzesi, Aydın Müzesi, Burdur Müzesi, Çorum Müzesi, Elazığ Müzesi, Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi, Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, Hatay Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul Ayasofya Müzesi, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi, İzmir Arkeoloji Müzesi, İzmir Atatürk Evi Müzesi, İzmir Efes Müzesi, İzmir Ödemiş Müzesi, Kahramanmaraş Müzesi, Kastamonu Müzesi, Kocaeli Müzesi, Konya Mevlânâ Müzesi, Muğla Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi, Muğla Fethiye Müzesi, Muğla Marmaris Müzesi, Niğde Müzesi, Sivas Müzesi, Sinop Müzesi.

İstanbul Balat’taki Rezan Has Müzesi bir hafta boyunca ücretsiz gezilebilecek. Müzede devam eden Rezan Has Müzesi Urartu Takı Koleksiyonu sergisi bu akşam 22.00’ye kadar görülebilir. Kadir Has Üniversitesi koleksiyonunda bin yüz kadar eserin olduğunu hatırlatalım.

Tüketen insanın halleri

Pera Müzesi 10. yılında önemli bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Turner ödüllü İngiliz sanatçı Grayson Perry’nin halı, seramik ve baskı çalışmalarının yer aldığı “Küçük Farklılıklar” sergisi tüketim, kimlik ve inançla ilgili konuları yeniden düşündürecek bir etkiye sahip.

Geçtiğimiz hafta ortasında Pera Müzesi’nin 10. yılı sebebiyle iki yeni sergi açıldı. Biri, efsanevi portre fotoğrafçısı Cecil Beaton’un “Portreler” sergisi. Marilyn Monroe, Audrey Hepburn, Salvador Dali, Pablo Picasso, Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi isimlerin yanında çekildiği döneme damga vurmuş siyasilerin ve kraliyet ailesinin mensuplarının fotoğraflarının da bulunduğu bir sergi bu. Fakat bizim bugün üstünde duracağımız konu, müzenin 4. ve 5. katlarında izleyicisini bekleyen “Küçük Farklılıklar” sergisi. Linsey Young’ın küratörlüğünde gerçekleşen, Turner ödüllü Grayson Perry’nin, çağını okuyan, yorumlayan, onu çok boyutlu ele alıp eleştirilerini her yönüyle sunan bu sergisinin, ilgi alanları ne olursa olsun her türden izleyiciye söyleyecek çok şeyi var.

Günümüz dünyasını bir düşünelim. Nelerden muzdaribiz? Baktığımız her yeri, dağı, taşı, toprağı, hatta denizi ve gökyüzünü bile işgal eden, bizi bir tür boyunduruk altında tutan kapitalizm? Her yerde reklam panoları, bizi tüketen, daha çok tüketen bireyler olmaya, etiket ve markaların diliyle konuşmaya, iletişim kurmaya iten ve belki bu yönde büyüleyen bir dünyada değil miyiz artık? Dünyanın her yerinde durum bundan ibaret. Perry’nin en önemli işlerinden biri bu düzeni anlattığı 2009 yılına ait “Walthamstow Halısı”. Manzarayı biraz netleştirmek için bu büyük halının içine girelim. İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen sürede onun kanıyla beslenen bir şeytan figürü var bu halıda. Neşe ve eğlence içinde geçen çocukluktan itibaren insan hayatının nasıl markalarla kuşatıldığını gösteren Perry, söz gelimi “Starbucks”ı bir kilise, “Mercedes”i ise bir yarasa olarak ele almış.

Sergideki eserler halı, seramik ve baskılardan oluşuyor. Perry’nin ifadesiyle onun üç anahtar teması “sınıf ve tüketimcilik, din ve inançla ilgili fikirler ve kimlik” serginin çatısı. Eserlere biraz uzaktan bakınca kafa kurcalıyor, yakınlaşıp her detayın üstünde durdukça da, İngiltere’de üretilen bu işlerin aslında burada da çok büyük bir karşılığı olduğunu fark ediyorsunuz.

Toplumsal meselelerin ele alındığı işlerden en çarpıcısı da 2005 yılına ait “Bir Politikacı İçin Baskı” haritası. Grayson Perry bu işinde, ideolojilerin, inançların ya da tanımlama biçimlerinin insanları nasıl da bir çatışmanın içinde tuttuğunu anlatıyor. Ateistler, liberaller, Sünniler, hümanistler, Batıcılar, anarşistler, orta sınıf, çocuksuz aileler, hayvan hakları savunucuları gibi aklınıza gelebilecek her türlü ifade ya da ‘etiket’, bu insanlık savaşının bir parçası, tarafı olarak boy gösteriyor. Diğer yandan Perry bir de “Gerçekler ve İnançlar Haritası” çıkarmış. Hac fikrinden esinlenerek, merkeze ölüm sonrası hayata ait kelimeleri almış sanatçı ve etrafına, hac mekânı olarak görülen dini, seküler ve tarihi yerleri konumlandırmış. Hızlıca değinmek gerekirse Mekke, Roma, Las Vegas, Silikon Vadisi, Hollywood onlardan sadece birkaçı…

Diğer çalışmalardan da bahsedecek olursak; örneğin Perry’nin çocukluğundaki oyuncak ayısı “Alan Measles” dönüşüp baskıcı bir diktatör halini almış. Altı halıdan oluşan “Küçük Farklılıkların Kibri” serisinde Tim Rakewell’in hayat yolculuğu orta sınıf ile üst sınıf çatışmasının gölgesinde ilerliyor. Bütün bunları ve Perry’nin kişisel haritaları dahil birçok eserini 26 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde görebilirsiniz.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Hüznün kralı öldü

Blues’un efsane isimlerinden B.B.King, Las Vegas’taki evinde dün öldü. The Thrill is Gone, Lucille, Rock Me Baby başta olmak üzere hafızalarda yer eden onlarca eser bırakan sanatçı 90 yaşındaydı. B.B.King, ölen dostlarının cenaze törenlerinde balatlar çalardı, acaba onun arkasından bu görevi kim yapacak?

Bazı ölümler vardır, hemen her yerden yankısı duyulur… Ölen, bir Blues sanatçısıysa, bir de hüzün eklenir, dünyanın her yerinde yankı bulan bu sese. ‘Blues’un, gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri olan B.B. King’den bahsediyoruz. Avukatının yaptığı kısa açıklamadan anlıyoruz ki King, Las Vegas’ta, ‘huzurlu ve barış içerisinde öldü’.

90 yıllık hayatına, dillere pelesenk olan onlarca şarkı, beste ve albüm sığdırdı. 1900’lerin başından itibaren, Amerika’da, sadece siyahilerin dinlediği müzik olarak bilinen Blues, daha sonra, kıta geneline yayıldı. Ardından tüm dünyada karşılık buldu. Blues, ilk olarak Mississippi Deltası’nda çalışan pamuk işçilerinin ‘ilkel’ birtakım müzik aletlerinden doğdu. Kara Kıta’dan, acılarla dolu bir göç serüveni ile milyonlarca kilometre uzağa sürülen Afrikalının iç sesiydi, bu müzik. Gurbet vardı tınısında. Aşk, açlık, sefalet ve çaresizlik bir de. Binlerce kilometrekarelik bu deltada yaşanan acıları, işçi ölümlerini, vahşi kapitalizmin acımasızlığını edebiyata nasıl Jack London aktardıysa, müzik dünyasına da B.B King, Lohn Lee Hooker ve kuşağı tanıttı, sevdirdi. Kapitalist dünyada, tarıma dayalı her coğrafyada müziğin adı, ‘hüzündü’. İtalya’daki Po Ovası’nda, sabah evinden çıkıp pirinç tarlasına çalışmak için giden ve evde bıraktığı karısına ‘Ciao Bella’ (Hoşça kal güzelim) diyen de yoksul bir köylüydü, Çukurova’da, bir çiftlikte ‘tutma’ olarak çalışan, sabahtan akşama traktörün üzerinde direksiyon sallayan, bir yandan da arabesk söyleyen de… Bu yüzden ‘arabesk’ Adana’dan doğdu denilebilir.

Etnomüzikologların çoğu, ‘hüzün’ kavramı üzerinden, arabesk ile Blues arasında tarihsel bir bağlantı kurar. Peki, King’in hayat hikâyesi Blues’un neresindeydi? Neydi onu dünya çapında sevilen bir müzisyen kılan? King, 1925 yılında Mississippi’de (Berclair) doğdu. Bir dönem yakın arkadaşı olan Elvis Presley gibi o da fakir bir ailede dünyaya gelmişti. Daha 20’li yaşlarda, ismini duyurmayı başarmış, şöhret basamaklarını hızla tırmanmıştı. Bir gün gelecek, dünya üzerinde, ‘King’ lakabı taşıyan üç usta isimden biri haline gelecekti. 1948 yılında, isminin önüne, ‘Beale Caddesi Bluescu Çocuk’tan mülhem B.B. takısı eklenecekti.

King, 70 yıla yaklaşan sanat hayatında, Eric Clapton ve U2 gibi pek çok isme esin kaynağı oldu. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi gitaristlerinden biri olarak gösterilen ve daha 28 yaşında çok trajik bir sonla ölen Jimi Hendrix başta olmak üzere çok sayıda kişiyle düet yaptı. Onu dinlemeye gidenler, sahneyi, ‘bir ayin törenine’ benzetiyordu. “Hayatımda uzun süre kalan tek kadın” dediği Lucille gitarıyla sahnede adeta devleşiyordu.

Büyük usta, 1980’lerden sonra şeker hastalığına yakalandı ve buna bağlı olarak aşırı kilo aldı, ayaklarından sorunlar yaşadı. Buna rağmen, konserlerine hiç ara vermedi. Ta ki 2014’ün Ekim ayına kadar. Hastalığı, artık konser veremeyecek bir hale getirmişti bedenini. B.B.King, başta, The Thrill is Gone, Lucille, Rock me Baby olmak üzere, hafızalarda yer eden onlarca eser bıraktı. Kendisinden önce ölen dostları için cenaze törenlerinde balatlar çalardı King. Acaba onun arkasından kim bu görevi yerine getirecek?

Ertelenen bienal başlıyor

Geçen yıl ekim ayında yapılacağı duyurulan ama Kobani olayları nedeniyle ertelenen 3. Mardin Bienali yarın başlıyor.

Mardin Sinema Derneği tarafından ‘Mitolojiler’ başlığı ile düzenlenen bienal 15 Haziran’a kadar sürecek. Kavramsal çerçevesi Ali Artun’a referansla oluşturulan bienalin bu yılki özelliği, herhangi bir küratörün tayin edilmemesi, bunun yerine geniş bir kadroyla Mardinlilerin de etkin rol oynayarak yapılacak olması. Bu grup içinde, aralarında Döne Otyam, Ferhat Özgür, Fırat Arapoğlu, Mehmet Baran, Sait Tunç, Mesut Alp, Fikret Atay, Hakan Irmak, Ferhat Satıcı, Hülya Özdemir, Claudia Segura Campins, Canan Budak, Can Bulgu gibi esnaf ve sanatkârlar yer alıyor. Böylece bienal, bir küratörün, pek de tanımadığı bir yerde, hem serginin ne olacağına, hem kimi nasıl sergileyeceğine tek başına hükmettiği egemen bienal modelini sorgulayan karşı bir alternatif öneriyor.

Mor Efrem Manastırı, Alman Karargahı, Keldani Kilisesi, Mardin Müzesi, Videoist, Açık Hava Sineması (Cun Cinema), Mardin Çarşısı gibi şehrin çeşitli mekanlarında gerçekleştirilecek bienalin sanatçılarından bazıları ise şöyle: Ahmet Elhan, Aikaterini Gegisian, Alban Muja, Ani Setyan, Antonio Cosentino, Aysel Alver, Babak Kazemi, Canan Budak, Claire Hooper, David Blandy, Deniz Aktaş, Dilan Bozyel, Dilara Akay, Eda Gecikmez, Elena Bajo, Erick Beltr·n, Ethem Erkan, Evrim Kavcar, Fani Zguro, Fırat Engin, Gabi Yerli, Hakan Kırdar, Halil Altındere, Haris Epaminonda, Iratxe Jaio & Klaas Van Gorkum, Işıl Eğrikavuk-Jozef Erçevik Amado, İbrahim Ayhan, Iman Issa, Isabel Rocamora, Juan Del Gado, Khaled Hafez, Krassimir Terziev, Melih Apa.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Cannes’da bu yıl sahne kadınların

Yıllardır kadın yönetmenlere yeterince yer vermediği için eleştirilen 68. Cannes Film Festivali, bu yıl sahneyi kadınlara bıraktı. Festival, başrolünde ünlü oyuncu Catherine Deneuve’in yer aldığı, Fransız yönetmen Emmanuelle Bercot’nun ‘La Tete Haute’ filminin gösterimiyle dün akşam başladı. Altın Palmiye için 19 filmin yarışacağı festivalde bu yıl Türkiye’den yapım yok.

Sinema dünyasının gözü Fransa’nın güney sahilindeki küçük bir kasabaya çevrildi. 68. Cannes Film Festivali, dün akşam düzenlenen açılış töreniyle başladı. Festivalde bu yıl vitrinde kadınlar var. Yıllardır kadın yönetmenlere yeterince yer vermediği için eleştirilen festival, bu yıl sahneyi kadınlara bıraktı. Açılış filmi bir kadın yönetmenin, ana yarışmada iki kadın yönetmenin filmi Altın Palmiye için yarışıyor ve festivalin Yaşamboyu Onur Ödülü bu yıl Agnes Varda’ya verilecek.

Festivalin 68 yıllık tarihinde Altın Palmiye’yi sadece bir kez kadın yönetmen kazandı; 1993’te Piyano filmiyle Jane Campion. 1987 yılından bu yana ilk kez bir kadın yönetmenin filmi ile açılış yapan fesitval, Fransız yönetmen Emmanuelle Bercot’nun “La Tete Haute” filminin gösterimiyle başladı. Amerikan sinemasının kendine has yönetmenlerinden Coen Kardeşler’in jüri başkanlığı yaptığı festival, 24 Mayıs’ta düzenlenecek kapanış ve ödül töreni ile sona erecek. Yan bölümler de dâhil olmak üzere toplamda 83 filmin yarışacağı festivalin Altın Palmiye jürisinde Fransız oyuncu Sophie Marceau, Kanadalı sinemacı Xavier Dolan, İngiliz oyuncu Sienna Miller, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, İspanyol oyuncu Rossy de Palma, Malili şarkıcı Rokia Traore ile Amerikalı oyuncu Jake Gyllenhaal yer alıyor.

TÜRKİYE’DEN İKİ FİLM

Altın Palmiye için yarışacak 19 film, kağıt üzerinde birbirinden iddialı yapımlar. Jacques Audiard’ın ‘Dheepan’, Matteo Garrone’nin ‘Hikâyelerin Hikâyesi/The Tale of Tales’, Hou Hsiao Hsien’in ‘Suikastçı/The Assassin’, Nanni Moretti’nin ‘Anneciğim/Mia Madre’, Paolo Sorrentino’nun ‘Gençlik/Youth’, Gus Van Sant’in ‘Ağaç Denizi/The Sea of Tree’, Denis Villeneuve’nin ‘Suikastçı/Sicario’ filmleri dikkat çekiyor. La Loi du Marché (Stéphane Brizé), Marguerite et Julien (Valérie Donzelli), Carol (Todd Haynes), Moutains May Depart (Jia Zhang-Ke), Notre Petite Soeur (Hirokazu Kore-Eda), Mach Beth (Justin Kurzel), The Lobster (Yorgos Lanthimos), Mon Roi (Maïwenn), Son of Saul (Laszlo Nemes), Louder Than Bombs (Joachim Trier) da Altın Palmiye için yarışacak diğer filmler.

Türk sineması bu yıl Altın Palmiye yarışında yok. Ancak Ziya Demirel kısa metraj dalında ‘Salı’ ile Deniz Gamze Ergüven ise “Yönetmenlerin 15 Günü” bölümünde Fransız yapımı ‘Mustang’ ile ödül arayacak. Festivalin merak edilen yapımlarından biri de Amy Winehouse belgeseli. 2011’de 27 yaşında hayatını kaybeden ünlü şarkıcıyı konu alan ‘Amy’ adlı belgesel şimdiden tartışmaların odağında. Cate Blanchett’ın oynadığı ‘Carol’ ile Marion Cottillard ile Michael Fassbinder’in başrollerini paylaştığı Shakespeare uyarlaması ‘Macbeth’ festivalin öne çıkan filmlerinden.

CANNES’DA ASAYİŞ BERKEMAL!

Her yıl sıkı güvenlik önlemlerinin alındığı festival bu yıl Fransa’da yaşanan terör saldırıları ve geçtiğimiz hafta Cannes kentinde bir kuyumcuya yönelik soygunda 17 milyon Euro değerinde mücevherle izini kaybettiren soyguncuların bulunamaması kentte terör ve soyguna karşı güvenlik tedbirleri artırıldı. Cannes Valisi Adolphe Colrat, “Terör ihbarı yok ama tedbir almalıyız. Festival teröristlerin hedef tahtası olabilir. Cannes kentine gelen on binlerce ziyaretçi, turistleri, halkın güvenliğini sağlamalıyız.” diye konuştu.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Pera, 10. yılını iki sergiyle kutluyor

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, kuruluşunun 10. yılını bugün açılan iki sergiyle kutluyor. Çağdaş sanatın sıra dışı isimlerinden Grayson Perry ile Winston Churchill’den Marilyn Monroe’ya kadar pek çok ünlü ismi fotoğraflayan Cecil Beaton’ın kareleri Türkiye’de ilk kez sergileniyor.

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, kuruluşunun 10. yılını bugün açılan iki sergiyle kutluyor. Sergilerle ilgili Pera Müzesi’nde dün bir basın toplantısı düzenlendi. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Genel Müdürü Özalp Birol, British Council Görsel Sanatlar Direktörü Emma Dexter, Sotheby İstanbul Ofisi Direktörü Oya Delahaye, Londra National Portrait Gallery Fotoğraf Danışmanı Terence Pepper’in katıldığı toplantıda, günümüz çağdaş sanatının yaşayan sıra dışı isimlerinden Grayson Perry’nin “Küçük Farklılıklar” sergisi ile ünlü portre fotoğrafçısı ve Oscar ödüllü kostüm tasarımcısı Cecil Beaton’ın “Portreler” sergisi hakkında bilgi verildi.

Pera Müzesi ve British Council işbirliğiyle düzenlenen “Küçük Farklılıklar” sergisinde Turner ve BAFTA ödüllü sanatçı Grayson Perry’nin seramik, halı ve baskı işlerinin yanı sıra British Council Koleksiyonu’ndaki 6 halıdan oluşan eser serisi “Küçük Farklılıkların Kibri” de yer alıyor. Sergi, Perry’nin, modern insanın açmazlarını anlattığı Hiçbir Yerin Haritası, Kafeste Kavga Edenlerin Secdesi, Numaralı Cennet Sokağı’ndan Kovulma, Otoparkta Istırap, Varoluşsal Boşluk gibi eserleriyle ve sanatçının yanından ayırmadığı oyuncak ayısı Alan Measles ile izleyiciyi buluşturuyor.

Sotheby’s işbirliği ile düzenlenen “Portreler” sergisi ise Terence Pepper küratörlüğünde gerçekleştiriliyor. Cecil Beaton’ın 1920’lerden 1970’lere kadar fotoğrafladığı film yıldızı, yazar, sanatçı, kraliyet mensupları ve entelektüellerin portrelerine odaklanan sergi, 100 binden fazla negatif, 9 bin vintage baskı ve 42 küpür albümü içeriyor.

Beaton, özellikle 1927-1956 tarihleri arasında Vogue dergisi için hazırladığı kapaklarıyla hatırlanıyor. Barbra Streisand, Audrey Hepburn, Frank Sinatra, Dean Martin, Marilyn Monroe fotoğrafladığı isimler arasında. II. Dünya Savaşı sırasında Winston Churchill’i ofisinde gösteren fotoğrafı ve yine aynı tarihlerde Life dergisine kapak olan, üç yaşında bombayla yaralanmış Eileen Dunne’in portresi de çalışmaları arasında yer alıyor. Sergiler 26 Tem-muz’a kadar görülebilir.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

‘Tarih, siyasetin orta malı haline geldi’

“Tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi... Maksat birilerine tarih öğretmek değil, tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca...” Prof. Edhem Eldem, Osmanlı’da fotoğraf ve moderniteyi inceleyen yeni sergisini anlatırken, meydanlardaki tarihî; söylemleri ve ‘saray’a taşınan tarih toplantılarını böyle değerlendiriyor.

Gündelik tarihe, Osmanlı İmparatorluğu’na, yayıncılığa ve fotoğrafa en ufak bir merakınız varsa İstiklal Caddesi’ne çıkın ve Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’ndeki (ANAMED) “Camera Ottomana: Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite, 1840-1914” sergisini görün! İmparatorlukta çekilen ilk daguerrotype’lardan cam negatiflere, arşiv için çekilen suçlu fotoğraflarından ilk resimli basın örneklerine mesela Servet-i Fünun’a… Kapsamlı bir seçki ve sergi. Ömer M. Koç Koleksiyonu’nun yanı sıra farklı arşiv ve koleksiyonlardan oluşturulan sergi, Osmanlı İmparatorluğu’nda fotoğraf ve moderniteyi incelemekle kalmıyor; insanı 1840 ile 1914 arasında bir güzel dolaştırıyor. 19 Ağustos’a kadar açık kalacak serginin küratörlüğünü Zeynep Çelik, Edhem Eldem ve Bahattin Öztuncay yapıyor. Moderniteyi, sergiyi ve daha bir sürü şeyi Prof. Dr. Edhem Eldem’le konuştuk.

En son 2010’da görüşmüştük. Bir Osman Hamdi Sözlüğü hazırlıyordunuz. Ne oldu ona?

Onu Kültür Bakanlığı için yaptım. Yayımlandı ama haberdar olunsun, okusun diye değil. Dev gibi istediler; 30’a 32,5. Felaket! Onlarla çalışmak bir kâbustu. Kültür Bakanlığı’nın kafasında neler olduğunu açıkçası bilemiyorum. Osman Hamdi’nin ölümünün yüzüncü yılı için bir şeyler yapmış olmak istediler, yapıldı. Ondan sonra zaten ilgilenmediler. Peşlerindeydim, dedim ki bunu küçültelim, ulaşılabilir bir şey yapalım. Cevap bile vermediler.

Gerçekten mi? Sadece bize cevap vermiyorlar sanıyordum…

Yok canım, kimseye! Çok eşitlikçi davranıyorlar. Hiç kimseyi ayırmıyorlar ama size tabii cevap vermezler. Siz şimdi terör örgütünü (!) temsil ediyorsunuz değil mi? Bir âlem. Türkiye’nin hep tekrarlanan şeyleri. Bir gıdım ilerliyoruz gibi geliyor ama sonra geri… 7 Haziran’da ne olacak bakalım!

Umutlu musunuz?

Umut ne demek? Ben HDP’nin geçmesini istiyorum. Tek umudum o. Yüzde 10’u geçip temsil edilmeli artık. Rüyamdaki koalisyonsa AKP–MHP. Hepsi mümkün. Nasılsa bunların bugün söylediği ertesi gün değişiyor.

Şimdi böyle konuşunca… Türkiye’nin hiç mi iyi dönemi olmadı?

Hayır, hayır, yani… Herkesin kendine göre bir altın çağı var. Herkes kendine göre haklı. Kemalistler 1930’ları beğenir, ama bu, o dönemin iyi olduğu manasına gelmez. Eninde sonunda oyunun kuralları belli. 1930’lar otoriter zamanlar. Kemalizm de diktatörlüklerden biri. Başkalarıyla karşılaştırılınca nispeten daha az zarar vermiştir, o ayrı. Gerçi Kürdistan’a, Dersim’e bakarsanız bu zararın az olduğunu da hiç söyleyemezsiniz. Bakış açısına göre değişir. Hiçbir zaman mükemmel yok. Ama hani 1990’ların sonuyla 2000’lerin ilk 10 yılı Türkiye’de bir şeylerin ciddi olarak kabuk değiştirdiği ve iyiye doğru gittiği bir dönem gibiydi. Güzel bir şeyler olabilirmiş gibiydi. Olmadı, o ayrı.

Biraz önce ne kadar rahat söylediniz; Kürdistan diye…

Osmanlılar diyordu, biz mi diyemeyeceğiz? Kürdistan Osmanlıların gözünde bir devlet değil bir bölge ismi. Lazistan da öyle. Ama Ermenistan demiyor tabii ki, din farkından dolayı. Bu ulus devletin en büyük derdi. Türkiye’de bütün bölgeler ya deniz ya yön ismiyle anılıyor; suya sabuna dokunmuyor. Bir tek Trakya… Ama Traklar herhalde MÖ bilmem kaçtan geri gelmeyecekler. İmparatorluklar farklı. Onlar Kürt’e Kürt der, bölgeye Kürdistan; Kürt ayaklanırsa gider ezer ya da ezemezse pazarlık eder. Kürdistan bir devleti simgelemek zorunda değil. Siyasi karşılığı da var tabii ama bence Türkiye’de Kürtlerin kopmak gibi bir fikri yok. Ülke inşa etmek kolay bir şey değil, çok kârlı bir şey de değil. Kopma söylentisi kopmak isteyenlerden çok kopulmasından korkanların lafı. (Bu arada Koç camiası bunlar neler konuşuyor, sergi bir paravan mı diye düşünecek artık…)

Evet, konu konuyu açıyor. Sergiye geçelim ama göreceksiniz yine buralara geleceğiz. Sergi neden 1789’dan, III. Selim’in tahta geçmesinden itibaren başlamıyor?

Hayır; o Batılılaşma. Biz hâlâ modernite denilince Batılılaşmayı anlıyoruz… Değil. Modernite eninde sonunda muhtelif şekillerde toplumun hızla değişmesi ve üç aşağı beş yukarı, geleneksel toplumlarda tabiata bırakılan şeylerin büyük bir kısmının kontrol altına alınması. Daha önce hiç sorgulanmayan veya tamamen Allah’a havale edilen şeylerin sorgulanmaya başlanması… Osmanlı’da modernitenin çok erken tezahürleri var. Kâtip Çelebi mesela; rasyonel bir şekilde olay ve olguları sınıflandırmaya çalışmış, üstelik Batı’dan esinlenmeden. Modernite dediğimiz; akılcılığın ön plana çıktığı ve uzun vadede insanın çevresine hâkim olmasına yol açan türden bir zihniyet değişimi. Batı’yla doğrudan ilgili değil.

Günümüzde modernite nasıl?

Şimdi modernitenin dili değişti. Modernite artık çevreci. Biz biraz geriden geliyoruz. Bizim kültürümüz hâlâ 20. yüzyıla ait, siyasetimiz de. Teknolojimiz 21. yüzyılda ama biz 20. yüzyıldayız. Dünyada da 21. yüzyılın kendine göre garip bir muhafazakârlığı, geriye dönüşü, tepkiselliği var gerçi; Avrupa’da milliyetçilik ve ayrımcılık yükseliyor mesela. 68’i yapan Avrupa şimdi bunun tersine döndü. Soğuk Savaş sonrasında kurgulanan o demokratikleşme, özgürleşme yaşanmadı. Modernlik bir taraftan çok hantal, ağır, saldırgan. Bugün dünyada yaşanan eşitsizliğin, tahammülsüzlüğün, çevre sorunlarının, bir sürü şeyin sorumlusu. Ama diğer taraftan birey özgürleştiyse bu da modernlik sayesinde. Her zaman bıçak sırtında bir şey. Modernite bir taraftan küçük topluluklardaki bireyi öne çıkarırken bir taraftan da büyük bir topluluk oluşturdu: Ulus. O ulus da bütün bireylerin aynı şablonda olmasını istedi. Yani faşizm aslında barbarlığın geri dönmesi filan değil, düpedüz modernizm.

Tüm bunların arasında, biz neredeyiz?

Biz… İki arada bir deredeyiz. Çok moderniz, özellikle teknoloji konusunda… Ama teknoloji sadece bir zarf. Onun içine ne koyduğunuz ya da onu ne için kullandığınız her şeyi değiştirebilir. Bir taraftan zarf çok modern ve herkesin elinde ama ona bakışımız bir önceki yüzyıldan. Sergiden örnek verirsek… Değişmeyen şeyler var. Mesela resimli basın, haftalık mecmualar… Özellikle Abdülhamit döneminde ya suya sabuna dokunmayan şeylerden ya da padişahın açıp kapattıklarından bahsediyorlar. Sansürlü dönemde padişahımız bunu açtı, bunu yaptı; sansür kalktığı anda da vay Allah kahretsin! Şimdi de öyle. Türkiye’de basın, ya muhalefet odağı ya da iktidarın şakşakçısı. Ortası çok zor. Çünkü toplum da bunu istiyor. Toplum kutuplaşma seviyor. Sergide de şimdi herkes ne görmek istiyorsa onu görecek. O yüzden cevap vermektense soru sormak daha iyi.

Bütün sergilerde aynı cümle: Cevap vermek yerine soru sormayı tercih ettik. Peki, biz cevabı kimden alacağız?

Hiç cevabım yok demiyorum ama bu önemli bir şey. Cevabını rahatlıkla verebiliyorsanız ilginç değildir ki! Bizim tarihçilik anlayışımız sadece cevaba dayalı; çünkü tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte biz bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi, Çanakkale’de bunu yaptık… Hiç kimse hiçbir soru sormuyor. Maksat birilerine tarih öğretmek değil; tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Nasıl bir vatandaş istiyorsunuz? Milliyetçi, muhafazakâr, dindar ya da solcu… Ona göre. Burada soru sormak en tehlikeli şey. İktidar tarih yoluyla iletişim kuruyor; Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca. Daha az zararı dokundu, çünkü kimse inanmadı ama mantık aynı. Eninde sonunda siz, ‘ben böyle bir Türkiye kurgulamak istiyorum ve bu Türkiye’de insanlar bu tarihi gerçekleri kabul edecekler’ dedikten sonra birinin öbüründen farkı yok. Bizde tarih anlayışı tamamen siyasi; milliyetçilik ve kutuplaşma üzerine kurulu. Tarihi kutuplaşmaya alet ediyoruz; sözüm ona birleşmeye… Herkesin aynı şeyi düşünmesini istiyoruz, olmayınca da ipler kopuyor işte.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

‘Müzayedelerde egolar yarışır’

2006’da kurulan Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde 4 özel koleksiyon satılacak. Şirketin sahibi Aziz Karadeniz’e göre son on yılda müzayede sektörü büyüdü ve ‘müzayede’nin anlamı da farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı, fakat durum koleksiyonerler cehpesinde farklı.

Çok uzak değil, on yıl önce müzayedeler bir ilkbaharda, bir de sonbaharda yapılırdı. Artık her hafta ikişer müzayede var. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Dudak uçuklatan, iştah kabartan fiyatlar konuşuluyor, paralar havada uçuyor. Türkiye’de düzenli olarak müzayede yapan 10-15 firmadan söz edilebilir. Toplam satışın yüzde 60’tan fazlası ise iki şirketin elinde: Beyaz Müzayede (Aziz Karadeniz), Antik AŞ (Turgay Artam). Çağdaş ve klasik resimler, antikalar, Osmanlı’dan kalan tombaklar, seramikler ve kitapların yanı sıra hat, ferman, hilye-i şerif, tarihî; Kur’an-ı Kerim’ler bu müzayedelerin en gözde eserleri. Buna rağmen Türkiye’deki sanat piyasasının büyüklüğü, dünya ortalamasının çok gerisinde. Hatta Türkiye ekonomisinde sanatın yeri çok küçük. Beyaz Müzayede’nin sahibi Aziz Karadeniz’in ifadesiyle “Boğaz’da iki yalı fiyatı anca eder.”

Türkiye’deki sanat piyasasının toplam büyüklüğü 100 milyon doların altında. Dünyada önde gelen sanat fuarı Art Basel’de sadece dört günde 3-5 milyar dolar satış oluyor. Dünyadaki müzayede cirosu 25 milyar dolar, Türkiye’deki müzayede cirosu ise 40 milyon dolar civarında. Böylesine hareketli ve sıcak paranın döndüğü sektör, aynı zamanda çok eleştiriliyor. Eserlere bu kadar parayı kim, niye veriyor, sanat dünyası ve sanatçının bu işte kârı ne? Sanat sadece bir yatırım aracı mı? Sanatın kendisi kimsenin umurunda değil mi? Bu ve benzeri konular epeydir tartışılıyor.

2006 yılında kurulan Beyaz Müzayede, piyasayı hareketlendiren birkaç şirketten biri. Her müzayedesinde 7 bin müşterisine katalog gönderiyor. Müzayede günü, salondaki müşteriler hariç, 10 kişi de telefon başında uzaktan katılan müşterilere cevap veriyor. Aziz Karadeniz’e göre son on yılda Türkiye’de müzayede sektörü büyüdü ve anlamı farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı. Eskiden ‘müzayedeye düşmek’ deyimi vardı, artık ‘müzayedeye çıkmak’ deniyor. ‘Osmanlı ve İslam eserleri’, ‘çağdaş sanat’ ve ‘klasik eserler’ gibi temalı müzayedeler 2005’ten sonra yapılmaya başlanmış. Müzayedede ‘yeni eser’ satma fikri yine son yıllarda yerleşmiş. Karadeniz, “Her çağdaş sanat müzayedemize ortalama 2 bin 500 eser başvurur. Biz maksimum 250 eseri satışa koyarız. Seçim yaparız. Dünyada gelişmiş piyasalarda müzayedeye girebilmek kariyer açısından önemlidir. Sadece bunun için özel eser yapan sanatçılar vardır. Bizde de artık bu olay kanıksandı. Müzayedelerimize koleksiyonerlerden olduğu gibi galerilerden ve sanatçılarından da eser geliyor.” diyor.

‘İSVİÇRE BANKALARININ SANAT BÖLÜMÜ VAR’

Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde dört özel koleksiyon satılacak. Onca para ve emek harcanarak oluşturulan koleksiyonlar birdenbire gözden çıkarılabiliyor. Eser al, eser sat, fuar gez, sanatçı takip et, koleksiyon yap, sonra hepsini birden sat… Bu ve benzeri durumlar, koleksiyonerlerin yatırımcı yönünü ön plana çıkarıyor. Aziz Karadeniz, eserlerin yatırım aracı olarak pazarlanmasına karşı. Fakat İsviçre bankalarının sanat departmanlarının olduğunu hatırlatmayı da unutmuyor.

Sanatla ilgilenmeye koleksiyonerlikle başlayan Karadeniz, ‘sanatın kendisi kimsenin umurunda değil’ eleştirisine doğal olarak katılmıyor. Tutkuyla resim alan çok koleksiyoner var ona göre. Eskiden, galeriler, resim satın alma ve izleme merkeziydi. Galeri duvarlarında saatlerce resim seyreden koleksiyoner görmüşlüğümüz vardır. Şimdi müzayede şirketleri öne geçmiş durumda. Fakat müzayedelerin modern insanın ruhunu okşayan başka bir yönü daha var. “Müzayedelerde sahip olma tutkusu ve egolar yarışır. Ama bu, koleksiyonerin sanatla ilgisi olmadığı anlamına gelmez.” diyor, Karadeniz.

IV. Mustafa’nın fermanı satılacak

Beyaz Müzayede yarın Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde saat 14.30’da ve 12 Mayıs Salı akşamı 18.30’da 4 özel koleksiyonu satışa çıkaracak. İki gün sürecek bu müzayede sezonun son müzayedesi sayılır. Koleksiyonlardan biri tamamen hat, hilye-i şerif ve fermanlardan oluşuyor. Çok kısa bir süre tahtta kalan Osmanlı Padişahı IV. Mustafa’nın fermanı müzayedenin en nadide eserleri arasında. Açılış fiyatı 45 bin TL. Müzayedede satışa sunulacak diğer eserler arasında Halil Paşa, Nazmi Ziya, Namık İsmail, Hikmet Onat, Avni Lifij, Sami Yetik, Feyhaman Duran, Lepold Levy, Üsküdarlı Cevat, Şefik Bursalı, Şeref Akdik, Cemal Tollu, Mehmet Ali Laga, İbrahim Safi gibi Osmanlı ve Cumhuriyet resminin önemli ressamlarının eserlerinin yanı sıra Leonardo De Mango, Fausto Zonaro ve Fabius Brest gibi oryantalist ressamların resimleri yer alıyor. (www. www.beyazart.com)

8 Mayıs 2015 Cuma

Büyü de gel çocuk

1998 yapımı Kırmızı Keman filmiyle hatırlanan Kanadalı yönetmen François Girard, Koro ile köklerine dönüyor. Fakat bu dönüşün tatmin edici olduğunu söylemek zor. 12 yaşında öksüz kalan sorunlu bir çocuğun müzik eğitimi ile karakter kazanmasını anlatan film, klişelerle örülü hikâyesini anlatırken farklı olmak için hiçbir gayret göstermiyor.

Bazı hikâyeleri adınız gibi bilseniz de dinlemek istersiniz. Aslında istemek değil, meraktır sebep. Acaba bu kez nasıl anlatacak? Yeni ne var, başka türlü anlatır da beni şaşırtır mı? François Girard’ın yönettiği Koro / Boychoir, böyle bir film. Başı belli, sonunu tahmin etmek de zor değil. Bütün mesele ‘nasıl’ın kışkırtıcı gücünde saklı. Ne var ki, ortaya çıkan sonuç merakımızı karşılayacak kadar tatmin edici değil.

Film, 12 yaşında annesini kaybeden Stet’in hayatının en kritik dönemini anlatıyor. Sorunlu bir çocuk olan Stetson, annesi ölünce hiç tanımadığı babasını karşısında bulur. Okul müdürünün de yardımıyla babası, müzik yeteneğini değerlendirmesi için Stet’i ulusal çocuk korosuna öğrenci yetiştiren yatılı bir özel okula kaydeder. İnatçı kişiliği ve saygısız tavırlarıyla öğretmenlerini ikiye bölen Stet, çocuk korosundaki dişli rakipleriyle de mücadele eder. Ancak Stet, sıra dışı müzik yeteneğini hırsı ve inatçılığıyla besleyince kısa sürede beklenmedik bir gelişme gösterir.

KORO’YA GELENE KADAR...

Koro’yu henüz izlemeden sinopsisini okuyunca başka filmleri çağrıştırması kaçınılmaz. Billy Elliot (2000), Birlikte (2002), Koro/Les Choristes (2004) ve nihayet Whiplash (2014)... Kanadalı yönetmen François Girard hem bunlara meyletmiyor hem de hepsinden birer parça alıp heybesine atıyor. 90’larda müzik konulu film ve belgeselleriyle kariyerini inşa eden Girard, 2000’lerde fazla eser vermedi. Başarısız bir film olan Silk’ten (2007) sonra Koro ile asıl mecrasına döndü. Fakat bu dönüş, aslına rücu etmekten çok, fasla odaklanma ve kendini tekrar ile ilgili. O yüzden, yönetmen açısından bir ‘patinaj’ filmi Koro.

Yaşam Şifresi (2011) gibi vasatın üzerinde bir filmin senaristi Ben Ripley’in elinden Koro gibi klişelerle örülü bir hikâyenin çıkması biraz şaşırtıcı. Yönetmenin de katkısıyla senaryo, Stet’in dünyasına olabildiğince dışarıdan bir bakışla, âdeta seyirci koltuğuna oturarak yaklaşıyor. Bir türlü Stet’in iç dünyasına, zihnine, duygularına nüfuz edemiyor film. Yatılı okuldaki arkadaşlık ve rekabetçi ortam da üstünkörü birkaç sahne ile geçiştiriliyor. Bir müzik öğrencisi olarak Stet’in üzerindeki baskıyı, çocukların motivasyon sebeplerini perdede görmek çok zor.

Koro’da, karakterler ile ilgili her sorunun bir cevabı var, ama bu cevapların ikna edici olması için en ufak bir gayret yok. Yönetmen ve senarist, sanki seyirciye “Siz zaten hikâyeyi biliyorsunuz, fazla izaha gerek yok.” demeye getiriyor. Dustin Hoffman ile Kate Bates gibi iki garanti oyuncu, özdeşlik kurulabilecek sempatik bir çocuk oyuncu ve kaliteli müzik de var, daha ne olsun! Senaryonun ve karakter donanımının gevşek yapısını seyircinin kendi müktesebatıyla doldurması bekleniyor.

Her şeyi yönetmenden beklemeyin!

Hesaba katılmayan şu ki, sinema seyircisinin hele de has sinemaseverin müktesebatı küçümsemeye gelmez. Senin bıraktığın o boşlukları doldurmakla yetinmez, bir de mukayeseye girer. Bu mukayesede ise Koro fazlasıyla yaya kalır. François Girard’ın filmi, durup ince şeyleri söylemeye çalışan naif dönem işi Les Choristes (2004), çocuk saflığını müzikle buluşturan Billy Elliot ya da müziği ve hoca-talebe ilişkisini bir ölüm kalım savaşı gibi perdeye aktaran Whiplash ile teraziye konduğunda çok hafif kalıyor. Dahası, sadece bu üçüyle bile kıyaslandığında fazlasıyla özensiz ve kolaycı bir yapım. Sinir bozucu olan ise seyircisini fazlasıyla hafife alması.

Sinema açısından hal böyleyken, hafta sonu etkinliği olarak ‘eğitici’ ve duygusal bir film arayan aileler için Koro filmi isabetli bir tercih.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Türkiye’nin hazır olduğu mektuplar

İş Sanat Kibele Galerisi’nde geçtiğimiz günlerde açılan “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar Biz Mektup Yazardık” sergisinde kimlerin mektubu yok ki; Ahmet Hamdi Tanpınar, Âşık Veysel, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek… Ama bir o kadar mektup da yok sergide. Çünkü onları okumaya Türkiye henüz, özellikle de şu günlerde hiç hazır değil.

Onlar mektup yazıyormuş, biz e-mail atıyoruz! İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” sergisini gezince arada hiçbir fark olmadığını anlıyorsunuz. Ama geçmiş, içinde biraz edebiyat ve resim varsa, hep güzeldir. Hele ki kelime ve renkler Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yanı sıra Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Muallâ, Âşık Veysel, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Nazım Hikmet ve nicelerinin kaleminden çıkmışsa...

Mektuplardan oluşan bir sergi, mükemmelen tasarlansa da, gezilmeye çok müsait değil aslında. Mektup okunmak istiyor, sergi bakılmak. Ama Bedri Rahmi ve çevresi hem yazar hem çizer hem de ‘boyar’ olduğundan kâğıtlar ve zarflar adeta birer karnaval. Mektupların kimileri eski Türkçe. Latin harfleriyle yazılanların da çoğu daktilo değil, el yazısıyla. Dolayısıyla asıllarıyla orada öylece dursalar ve büyütülmüş olsalar da okunmaları zor. Ama yine de kimi mavi, kimi pembe, kimi sararmış eski kâğıtlar, hayatlar, anılar… Her biri ayrı bir heyecan. İçlerinde toprak damlı evlerden uçuşan martılara, narlardan dutlara, parasızlıktan borçlara, özlemlerden öfkelere, inişlerden çıkışlara… Hayatlarımızda ne varsa, var.

Bedri Rahmi kimlerle mektuplaşmamış ki… Eş dost bir yana, en çok eşi ressam Eren Eyüboğlu ile… Sonra da karadutu Mari Gerekmezyan ile ki onlar küçük bir odada Bennu Yıldırımlar’ın sesinden dinlenebiliyor. Karşılık olarak da Bedri Rahmi’nin kendi sesinden şiirleri… Sergide ortaya dökülmeyen bir sürü mektup daha varmış aslında. Bedri Rahmi’nin bir çocukluk arkadaşıyla yazışmalarının yanı sıra 1961 Anayasası’nı yazan Bahri Savcı’nın bir bavul dolusu mektubu mesela. Ama ne yazık ki onlar; çok güzel ve çok başka olmalarına rağmen; ortaya dökülmemişler çünkü çok duyduğumuz bir sebep var: “Türkiye henüz hazır değil.”

Mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi tarafından yapılmış portrelerinin de dâhil edildiği sergiye, sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, Rûken Kızıler’in editörlüğünü yaptığı bir kitap eşlik ediyor: “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık”. İkilinin hazırladığı sergi, 20 Haziran’a kadar İş Sanat Kibele Galerisi’nde görülebilir; kitapsa her zaman temin edilebilir. İkisini de yapamayacaklar için de mektuplardan tadımlıklar yanda.

Âşık Veysel’den

“Sayın Bedri Bey, Parayı aldım. Mektup yazamadığımın sebebi elimden gelmeyişidir. Filmciler köyden kırgın ayrılmışlar diye yazıyorsunuz. Ben elimden geleni yaptım. … Sebahattin Bey İsviçre’den geldi mi? Geldiyse selamlarımı söyleyin. Yaşar Kemâl bahr-i muhite mi karıştı? Eğer meydana sağ olarak çıkmış ise selamlarımı söyleyin. Beybabamın ve annemin ellerinden öperim. Eren Hanım’a ve size sonsuz selamlar yollar, şu arzumun yerine getirilmesini candan arzu ederim. Köyümüzde başöğretmen olan Mustafa Kâmil Doğanay da benim bir parçamdır. Filmciler geldiğinde izinde bulunuyordu. Şimdi ise 3 adet resim yolluyorum, mümkünse filmin münasip bir yerine konulması…” (Ekim 1952)

Yahya Kemal’den

“Aziz Bedri Rahmi, iki gün evvel Ulus’ta çıkan nesrinizi derin bir hayranlıkla okudum. İki günden beri, aramızda, bu leziz yazının bahsini ediyoruz. Resimden şiire kadar, hangi tarafa dokunursanız, oradan şahsiyetiniz hemen parıldıyor. Görülüyor ki, nesirde, cümlenizin güzelliğiyle, görüşlerinizin yeniliğiyle, daima farikanız olan sanatkâr ihtirasıyla yüksek bir iş görebilirsiniz. Ulus’a yahut bir İstanbul gazetesine sık sık makale yazmanızı arzuluyoruz. Yazının ardı arkasını kesmeyiniz. Sürekli yazmak hem sizi daha ziyade açacaktır, hem de yeni sanat kendini izah edebilen bir müdafiini bulacaktır. Muhabbetle tahassürle gözlerinizden öperim.” (Mayıs 1940)

Fikret Mualla’dan

“Bedriciğim, Kaç gündür dünyanın en bahtiyar kullarından biri olarak yaşıyorum… Minicik bir odam var, yine minicik bir mutfağım var ve yine minicik (W.C.)’m var. Kendi yemeğimi kendim pişiriyorum. 8’de Chaumiere’de O. Friesz’in atölyesinde de cici cici kızlarla beraber peinture (resim) yapıyor ve müthiş yaşıyorum. Artık başım ağrımıyor, saçlarım dökülmüyor. İnsan gibi hava alıyorum. Ve her an için bana bu güzel havayı ciğerlerime teneffüs ettiren Cenabı Hakka dua ve niyaz ediyorum…” (Ocak 1939)

Yaşar Nabi’den

“Kardeşim, “Genç Nesil Hikâyecileri Antolojisi” namıyla eser neşretmek üzereyim. Sizin de çok güzel hikâyeleriniz bulunduğunu biliyorum. Fakat şimdi elimin altında bunlardan hiçbiri mevcut değil. Onun için size müracaat ediyorum. Bana en beğendiğiniz hikâyenizle bir fotoğrafınızı ve tercüme-i hâliniz hakkında birkaç kelime lütfetmez misiniz? Yalnız işin acele olduğunu nazarı itibara almanızı rica ederim. Şimdiden teşekkürlerimle birlikte selam ve sevgilerimi sunarım.” (Ocak 1938)

Necip Fazıl’dan

“Bedri; Beni unutmuş, hatta sevimsiz kabul etmiş olmanı bilmeme rağmen sana bir ricada bulunuyor ve bu kâğıdın hâmili gencin Akademi’deki işine yardımcı olmanı diliyorum. Sonumuz hayırlı olsun…” (Tarihsiz)

Adalet Cimcoz’dan

“Reis ve Reise, bir de Çömez oğlan! Ayol çocuklar: Erenciğim gözün aydın, Bedri sana da, yalnız dikkat et bu sıcaklarda Eren’i yemeğe kalkma. Mehmet’i en çok merak ediyorum? Bütün bu cümbüş ve hengâme arasında o ne âlemde? Kökünü Salıpazarı ve Beyazıd’e bırakıp oralara alışabilecek mi? Yoksa gider gitmez yeşillendi mi kâfir? … Biz sıcaklardan erimek üzereyiz. Şimdi sam rüzgârları esiyor, Florya bir sıcak hamam halini aldı. Hani neredeyse elde kese Bursa’nın Çelik Hamamı’na girer gibi bir şey. Bir çorba senin anlayacağın… “ (Ağustos 1950)

Abidin Dino’dan

“Dinle Bedros, Önemli bir resim kitabında yer alması için son süratle biyografini ve de iki üç boya fotoğrafını göndermen gerek (siyah beyaz). Çok acele, kitap çok önemli, sen bilin. Eren’le senin haberlerini alıyoruz. Hele [?] üzerinden çalışmalarınızı uzaktan da olsa izliyoruz. Polis arabalarının düdükleri, plastik patlamalarının dumanları arasında gül gibi geçinip gidiyoruz. Ağabeyinin buralara gelmesi ihtimali var (kambersiz düğün olmaz). Paris bildiğin gibi. Eren’i de seni de göreceğimiz geldi. Çabuk karşılık ver.” (Tarihsiz)

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Seramik ve kavramsal sanat

Geçen yıl ilgiyle takip edilen ve bu yıl ikincisi düzenlenecek olan İstanbul Seramik Sanat Günleri, 16 Mayıs Cumartesi günü saat 14.00’te, Atatürk Kitaplığı’nda Prof. Güngör Güner’in sunacağı konferans ve seramik sanatının başlangıç eserlerinin sergileneceği sergi ile başlayacak.

Konferansta seramik olgusu ile kavramsal sanatın nasıl ve ne zaman yapılacağı üzerine konuşulacak. Aynı gün 16.00’da İBB Cemal Reşit Rey Konser Salonu fuaye alanında Anadolu Üniversitesi Seramik ve Cam Bölümü’nün öğretim elemanlarının hazırladığı 30. yıl etkinlikleri karma sergisi açılacak.

Türk seramik sanatının bütün kuşaklarından 176 sanatçının katılımıyla seramiğin tüm adımlarının sunulacağı karma seramik sergisinin açılışı ise 16 Mayıs Cumartesi günü 18.00’de, Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde (Maksem) gerçekleştirilecek. Prof. Güngör Güner, Yüksel Güner, Prof. Mustafa Ağatekin, Prof. Beril Anılanmert, Prof. Sevim Çizer, Prof. Pınar Genç ve Prof. Dr. Ateş Arcasoy’un sunum yapacağı Seramik Günleri Maksem’de 6 Haziran’da sona erecek.

Borges’in ‘Babil Kitaplığı’ gerçek oldu

Usta yazar Borges’in, muhtemel bütün kitapları içeren eserlerin yer aldığı kütüphaneyi anlattığı Babil Kitaplığı öyküsü gerçek oldu. Hayalî; kütüphanelerin başında gelen bu kitaplığı, Amerikalı yazar Jonathan Basile internette kurdu. Pek çok yazara, düşünüre ilham olan yazarın eşsiz kütüphanesi, ziyaretçilerini beklerken, tam da Borges’in tarif ettiği türden bir kitaplığın içine davet ediyor.

Cenneti bir tür kütüphane olarak düşleyen Jorge Luis Borges, edebiyatımıza hayali kütüphanelerin en meşhuru Babil Kitaplığı’nı armağan ettiği o benzersiz öyküsünde, şöyle kışkırtıcı bir cümle kurar: “Kitaplık’ta gelmiş geçmiş kitapların tümünün bulunduğu açıklandığında, ilk izlenim engin bir mutluluktu. İnsanlar, el değmemiş, gizli bir hazinenin sahibi gibi oldular.” Borges’in 1941’de yayımlanan ve Ficciones: Hayaller ve Hikâyeler kitabında betimlediği Babil Kitaplığı’ndaki her eser, onun tarifiyle, “boşluklar, nokta, virgül ve abecenin yirmi iki harfi”nden oluşuyor. Borges’in bu öyküsünden ilham alan Amerikalı yazar Jonathan Basile, muhtemel bütün kitapların yer aldığı bu muhteşem kütüphaneyi internette kurdu. Basile’in www.libraryofbabel.info adlı internet sitesi, Borges’in Babil Kitaplığı öyküsündeki tarifine uyarak, okuru bu kütüphanenin içinde görsel bir gezintiye çıkarıyor.

Borges, altıgen dehlizlerden oluşan bu kitaplığını şöyle tarif eder: “Her yanda beşer uzun raftan toplam yirmi beş raf, biri dışında duvarların tümünü kaplamaktadır, rafların yüksekliği, tavandan zeminedir, sıradan bir kitaplığınkini pek aşmaz. Açıktaki kenarlardan biri dar bir geçide, ilk geçidin ve ötekilerin tıpkısı bir başka dehlize açılır. Geçidin sol ve sağ yanında iki küçücük hücre vardır.” Borges’in pek çok yazara ve düşünüre ilham olan bu felsefi öyküsünün okura sunduğu derin anlamların içinden çıkmanın zorluğu bir yana, sunduğu o sonsuz evrenle bir nevi sözcüklerden bir dehlizin eşiğine götürüyor.

Jonathan Basile, internette kurduğu Babil Kütüphanesi’ne bir gece yatağında uzanırken aniden karar verir. Birilerinin bu fikri gerçekleştirdiği düşüncesiyle araştırmaya koyulurken, kimsenin böyle bir ‘deliliğe’ girişmediğini fark eder ve uzun bir uğraş sonucunda kitaplığı kurar. Bu kütüphanede birbirinin tıpkısı iki kitap olmadığını söyleyen Borges’in Babil Kitaplığı’nı tarifi ise şöyledir: “Altıgenin duvarlarının her birine beş raf düşmektedir; her rafta genel düzenleri tıpkı, otuz iki kitap bulunur; her kitap, dört yüz on sayfadır; her sayfa kırk satırlık, her satır da yaklaşık seksen siyah harfliktir. Ayrıca her kitabın sırtında harfler vardır; bu harfler, sayfalarda yazılanları belirlemezler, yansıtmazlar.”

Babil Kütüphanesi’nin görsel hali

Boşluklar, virgül, nokta ve 22 harfin rastgele yan yana gelip anlamsız kelimeler bütününü oluşturduğu bu kitaplık, tıpkı Borges’in kurmaya çalıştığı o evren gibi tarifi mümkün olmayan kelimeler dizisini bir araya getiriyor. Bir başka deyişle, bu kütüphaneyi görsel bir hale dönüştürmüş Basile. Programlama tekniği kullanarak muhtemel tüm birleşimleri bir araya getiren yazar, okura istediği kelimeyi arama imkanı sunuyor. Borges’in altıgen kitaplık fikrinden görsel raflar oluşturan yazar, 410 sayfalık kitaplardan oluşan kütüphaneyi raf raf gezmeye çağırıyor. Basile Borges’in öyküsündeki “Onun varlığı için bir tek kitabın bulunma olasılığı yeterlidir.” sözlerini rehber edinerek, altı ay içinde bu projeyi hazır hale getirmiş. Site tüm muhtemel kitap sayfalarını bir araya koyarken, Borges’in Babil Kitaplığı’nı da görsel bir şekle dönüştürüyor. Site ilk ziyarette biraz kafa karıştıran bir ortam sunuyor fakat, koridorlarında bir süre gezdikten sonra epey anlam kazanıyor. Borges’in öykünün sonunda dile getirdiği gibi “Kitaplık sınırsız ve sarmaldır. Bir sonsuzluk yolcusu ondan geçerek hangi yöne giderse gitsin, yüzyıllar sonra aynı ciltlerin aynı bozuk-düzende yinelendiğini görecektir (ve böyle bir yineleniş, yeni bir düzene değişecektir: Biricik Düzen’e). Yalnızlığım, bu soylu umutla avunuyor.” Sitede uzunca vakit geçirmeden önce Babil Kitaplığı’nı okumak Borges’in bu hayali kütüphanesini daha kolay keşfetmeye yardımcı olacaktır.

5 Mayıs 2015 Salı

Neş’e Erdok’un desenleri için son günler

Türk resminin ustalarından Neş’e Erdok’un desenleri 12 Mayıs’a kadar Evin Sanat Galerisi’nde.

“1953-2014 Desenler” başlıklı sergide; Erdok’un 1953 yılında kağıt üzerine yaptığı ilk resimlerden başlayarak bugüne kadar ürettiği desenler yer alıyor. Kronolojik sıralama çerçevesinde düzenlenen sergi; ana hatlarıyla sanatçının akademide aldığı eğitim öncesi, akademi yılları ve mezuniyetinden günümüze uzanan yıllarını bir araya getiriyor.

Kongre merkezleri kültürel yapı sayılır mı?

Son yıllarda yapılan çok amaçlı kongre merkezleri kültürel yapı sayılabilir mi? VitrA Çağdaş Mimarlık Dizisi’nin dördüncü kitabı ‘Kültür Yapıları’ sayıyor. Kültür yapıları için tasarlanmış mimari projeleri inceleyen kitap; Türkiye’de 2000 yılından sonra yapılan 49 ‘kültür’ projesini değerlendiriyor.

Pek çok kültürel etkinliğe gidiyoruz; sergilere, konserlere, film gösterimlerine, tiyatro ve hatta operaya… Giriyoruz, izliyoruz, dinliyoruz, çıkıyoruz. Peki, hiç o girip çıktığımız yapıya bakıyor muyuz? Şimdi şöyle bir düşününce çokça girip çıktığımız o yapılar hep tarihi mekânların dönüştürülmesiyle birer kültür sanat sığınağı olmuş: Pera Müzesi, Salt, Arter, İstanbul Modern, Sabancı Müzesi, Borusan Müzik Evi… Sıfırdan tasarlanmış yeni bir kültür yapımız neredeyse yok.

Gıcır gıcır yapılar genellikle kongre merkezleri, çok amaçlı bir şey salonları… Onları kültürel yapı saymalı mıyız? VitrA Çağdaş Mimarlık Dizisi’nin dördüncü kitabı ‘Kültür Yapıları’ sayıyor. Kültür yapıları için tasarlanmış mimari projelerin dikkat çeken örneklerini bir araya getirmeye çalışan kitap; Türkiye’de 2000 yılından sonra üretilen müze, konser salonu, sergi mekânı, sinema ve tiyatro gibi kültürle doğrudan ilişkili yapılardan oluşan 49 projelik bir seçkiyi bol fotoğraflı şekilde önümüze koyuyor. Ama bunu yaparken kongre merkezlerine ağırlık vermese de eşit hak tanıyor. Kitapta Ankara Congresium, Mersin Kültür ve Kongre Merkezi, Libya Tripoli Kongre Merkezi, Bursa Atatürk Kültür Merkezi ve Merinos Parkı gibi yapılar yer alıyor.

Sekiz yıl önce bu zamanlar pek çok tiyatro oyuncusu ve sanatseverin çabası pek işe yaramamış görünüyor. O zaman Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin kongre merkezi çatısı altına girmemesi için; daha doğrusu kongre merkezi ile kültür yapısının farklı şeyler olduğunu anlatmak için çok dil dökülmüş, çok yazılıp çizilmişti. Bilmeyenler için şimdi Muhsin Ertuğrul Sahnesi yine orada ama kongre vadisi kapsamında…

HERKESİN KÜLTÜREL YAPISI KENDİNE

Kültür kurumu dediğimizde herkesin kafasında aynı resim belirmiyor. Bir ressam için sergi salonu, sinemasever için sinema salonu, müzisyen için konser mekânı, tiyatro ve opera izlemek isteyenler için de şartları sağlayan bir sahne kültür kurumu sayılıyor. Kitapta yer alan Mimarlar Odası İzmir Şubesi, İstanbul’daki Yapı Endüstri Merkezi, Ankara’daki Tai Konferans ve Kafe Binaları, yine Ankara’daki Meydanlar Müdürlüğü İşçileri Yapı Kooperatifi Apartmanı gibi yapılar isimleri öyle hissettirmese de kültür kurumu olarak karşımıza çıkıyor.

Yine de kitap Anadolu yakasındaki Süreyya Operası ve Moda Sahnesi’ni bize hatırlatıyor; Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi gibi yeni bir yapının detaylarına vâkıf olmamızı sağlıyor. Ayrıca İzmir Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi, Ankara Cer Modern, Bayburt Baksı Müzesi, Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, İzmir Tarih Öncesi Yaşam Müzesi, Aydın Afrodisyas Ek Müzesi ve Ankara Ptt Pul Müzesi gibi yapılara dikkatimizi çekiyor. Libya, Azerbaycan ve Rusya’dan birer örnek barındıran kitabın editörlüğünü Banu Binat ve Neslihan Şık yapıyor.

“Mimarlık mimarlara bırakılmayacak kadar önemli”

Kitaba bir de sergi eşlik ediyor. Mayıs sonuna kadar İstanbul Modern’de ziyaret edilebilecek serginin ismi ‘Dikkat! Kaygan Zemin’. Küratörlüğünü Yelta Köm’ün yaptığı sergi, ziyaretçilere bir mimarlık kültürü yolculuğu vaat ediyor. Sergide mimari kitaplar, mimarların kullandığı alet edevatlar ve pek çok enteraktif çalışma yer alıyor. Orada cevap bulamadığımız pek çok sorudan birini, mimarların sanat ve edebiyat alanındaki yetkinliğinin sebebini küratör Köm şöyle açıklıyor: “Mimarlığın ya da mimarların sanat alanına dair her noktada görünür olmaları, ya da çok kapsamlı olmalarını düşünmemiz çoğu zaman bir illüzyon. Bunda tabii alınan eğitimin de katkısı var, mimarlık eğitimi tek bir kaynaktan değil çoğu kaynak beslenen, başka alanlar ile ilişki kuran bir eğitim. Ama bu eğitim her alanda bir uzmanlık vermiyor, sadece fikir ve bakış açısı kazandırıyor. Bir de şöyle düşünüyorum, demek ki mimarlık tek başına yeterli de değil, o yüzden mimarlar başka alanlar ile ilişki kuruyor... Burada aklıma gelen bir söz var; “Mimarlık mimarlara bırakılmayacak kadar önemli.” Giancarlo De Carlo’nun.

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Partiler, seçim beyannamelerinde kültür sanatı en sona attı

Siyasi partiler seçim beyannamelerini hazırladı, vaatlerini açıkladı. Kültür-sanat programları yine her zamanki gibi kitapçıkların en sonunda kaldı. 13 yıldır ülkeyi yöneten muhafazakâr parti; geleneksel sanatların yüceltilmesini öne çıkarırken muhalefet partisi CHP, AKM’yi hızla onarmayı vaat etti.

Türkiye’yi dört yıllığına yönetmeye talip olan siyasi partiler seçim beyannamelerini hazırlayarak vaatlerini açıkladı. Daha çok ekonomik vaatlerin öne çıktığı bu beyannamelerde kültür-sanat programları kitapçıkların en sonuna atıldı. Partilerin kültür-sanat alanında ne vaat ettiğini ilgilisi dışında neredeyse kimse duymadı. Bir skandal ya da büyük bir hırsızlık olayı olmadığı sürece kültür-sanat haberlerinin hiçbir zaman gazetelerin manşetlerinde kendine yer bulamadığı Türkiye’de, bu çok da şaşılacak bir durum değil aslında.

13 yıldır ülkeyi yöneten muhafazakâr parti, kültürel anlamda vasatın altında kalarak büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Ebru, tezhip ve hat gibi geleneksel sanatların belediyelerin insafına terk edilmesi, kuru ve içi boş bir ‘ecdat’ söyleminin kültürün her alanında yer edinmesi, sinemada yaşanan sansürler, Devlet Tiyatroları’nın yapısıyla oynayan değişiklikler, engellenen veya sansüre uğrayan oyunlar, yayıncılıkta yaşanan bandrol krizleri akla ilk gelen uygulamalardan bazıları. İktidarın kültür-sanat politikaları, kurumların önünü açmak ve çok sesli bir ortam oluşturmaktan uzak kaldı. Aksine iktidar; sanat kurumlarıyla çatıştı, sanat camiasını küstürdü.

Emek Sineması, AKM’nin durumu, Devlet Tiyatroları ile Şehir Tiyatroları’nda yaşanan sansür/engelleme çabaları, televizyon dizilerine ve sinema filmlerine yapılan müdahalelerle sanat üretiminin önü kapatıldı.

Meclis’te grubu bulunan dört partinin gelecek dört yıl için kültür-sanat alanında neler vaat ettiğini derledik. İktidar partisi AKP’nin beyannamesinde yapılanlar öne çıkarılmış. Bunlar da daha çok belediyeler eliyle yürütülen programlar... Anamuhalefet partisi CHP’nin beyannamesinde kültür-sanat ortamının sorunları tespit edilip ona göre vaatlerde bulunulmuş. HDP’nin beyannamesi ‘daha devrimci’ ve ‘radikal’. MHP’ninki ise şaşırtmıyor: “Bir millî; kültür endüstrisi oluşturulacak.” İşte dört partinin seçim beyannamelerine koyduğu ve dikkat çeken kültür-sanat vaatleri…

AKP’NİN VAATLERİ

-2023 ve ötesini hedeflerken dünyayı tanımış, Türkiye’nin meselelerine vâkıf, kendi toplumu ve tarihiyle barışık kültür ve sanat insanlarının yetişmesi sağlanacak.

-Osmanlıcanın etkin bir şekilde öğretilmesi, tarihimizle ve kültürümüzle olan bağlantının güçlendirilmesi sağlanacak.

-Başta kamu binaları olmak üzere kültürümüze uygun mimari sentezin yapılması ve bir kentsel mimarlık stratejisi ile tasarım ve uygulama esaslarının oluşturulması sağlanacak.

-Şehirlerin, kültür ve sanat varlıklarının ve toplum kesimlerinin zaman içindeki değişimlerini izleyecek şekilde Dijital Fotoğraf Arşivleri oluşturulacak.

-Ebru, hat, tezhip, minyatür, ahşap oymacılığı, çini, halıcılık, bakırcılık, telkâri gibi süsleme ve el sanatlarının farklı sunum ve kompozisyonlarda birer ticari ürüne dönüştürülmesi sağlanacak.

-Cami, kütüphane, medrese, saray, tarihi kamu binaları gibi bütün kültür varlıklarının mimari çizimleri ve projeleri oluşturulacak, eserlerin hasar görmesi durumunda tekrar inşa edilecek şekilde bu tasarım ve projelerin arşivlenmesi sağlanacak.

CHP’NİN VAATLERİ

-Edebiyatımızın yurtdışında gelişmesi amacıyla yazarlara ücretsiz çeviri ve tanıtım desteği verilecek.

-Telif kakları korunacak, korsan ürünlerle etkin bir mücadele için gerekli yasal düzenlemeler yapılacak.

-Kültür Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlı-ğı’ndan ayrı bir bakanlık haline getirilecek.

-Sanat kurumlarının yönetimi ağırlıklı olarak sanatçılara bırakılacak.

-Yaşanmış acı olayların unutulmaması için Madımak Oteli Hoşgörü Müzesi’ne, Diyarbakır Cezaevi de İnsan Hakları ve Demokrasi Müzesi’ne dönüştürülecek.

-Kapalı tutulan İstanbul Atatürk Kültür Merkezi (AKM) hızla onarılarak sanatın hizmetine sunulacak.

-Gerekli durumlarda sanat emekçilerinin sigorta primlerinin Kültür Bakanlığı tarafından ödenmesi sağlanacak.

-Sanat tarihi dersleri öğrencilerin pedagojik düzeylerine uygun olarak müfredata dâhil edilecek.

-Keyfi yasak ve sansüre karşı Sanat Yasası çıkarılacak.

-TÜSAK kanun tasarısı taslağı iptal edilerek sanat kurumlarının özerkliği korunacak.

MHP’NİN VAATLERİ

-...Türkçenin yozlaşmasına ve tahribine yol açan uygulamalara fırsat verilmeyecek.

-Türk kültürü ve sanatının yaşatılması, geliştirilmesi, tanıtılması ve yaygınlaştırılması amacıyla “millî; kültür endüstrisi” oluşturulacak.

-Yurtdışındaki vatandaşlarımızın millî; kültür değerlerimizden kopmalarını önleyici ve benliklerini koruyucu tedbirler alınacak.

-Çocukların kişiliklerinin oluşumu ve kültürel değerlerin özümsenmesi açısından “milli çizgi film endüstrisi” geliştirilecek.

HDP’NİN VAATLERİ

-Sanata yönelik destek programları rant kapısı olmaktan çıkarılıp yaratıcılık teşvikine dönüştürülecek.

-Ülkemizde yaşayan ve kaybolan dillerdeki sanat eserlerinin üretilmesi ve sergilenmesine destek verilecek.

-Mevcut yasalar, sansürü güçlendiren mekanizmalardan arındırılacak, sanat eserinin ve geçmişten günümüze sanat emekçilerinin haklarının korunmasına ilişkin düzenlemeler yapılacak.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

‘Meğerse ben Ermeni’ymişim’

Yaşını hiç göstermeyen sarı elbiseli bir hanımefendi var ekranda. Hemşinli. Anneannesi yöreye dini öğreten, Müslümanlığı anlatan biri. Kendisi çok zaman sonra gezmeye gidiyor memleketine, ararken tararken bir de bakıyor ki; meğer Ermeni’ymiş, anneannesi de öyle! Onun gibi çok var: Okulda bayrak direği tutturulmayan Yahudi çocuğu, annesiyle Kürtçe konuşturulmayan asker...

Anlatmaya başlamadan önce hakkında Yahudi olması dışında hiçbir şey bilmediğimiz kırmızı ayakkabılı hanımefendiyi dinleyelim: “…Okuldayken bayrak töreni kapalı bir salonda yapılırdı, ortaya bir bayrak gelirdi ve bayrağın sopasını tutmak gerekirdi ve bu gönüllülük esasıyla yapılırdı; parmağını kaldırır, gider, tutardın. Bu iyi bir şeydi anlaşılan ki, ben de istemiştim. Gittim bayrağın dibine kadar, sonra ne olduysa geri yollandım! Hiç anlamadım ben bunu o zaman. Yıllar sonra, herhalde mesela 40 yaşında falan anladım, yani geri yollanmamın tamamen kimliğimle ilgili olduğunu. Yani o Yahudi’nin eli kirli midir nedir, bilmiyorum, niye o bayrak direğini tutmamalıdır.”

O bayrak direğini tutamayan öyle çok vatandaşımız var ki… Sadece o da değil ayrıca. Zulme uğrama korkusuyla dedesinden Zazaca öğrenemeyen; arkadaşlarının “Senin kuyruğun nerde?” sorusuna ne cevap vereceğini bilemeyen; bırakın polis, itfaiyeci, asker, savcı… Tarih öğretmeni bile olamayan; bölükte Kürtçe konuşmak yasak olduğu ve annesi de başka bir dil bilmediği için askerlik boyunca annesiyle doğru düzgün konuşamayan, annesinden duyduğu yegâne öğüt, “Evden çıkınca Ermeni kimliğini gizle, tamam mı?” olan…

Türkiye, çoğunluk tarafından makbul görülmeyenlerin, diğer deyişle ‘öteki’lerin hikâyeleriyle dolu. Aslında sadece Türkiye değil, dünya bunlarla dolu. Ama biz hep resmi şeyleri dinlemişiz. O yüzden şimdi, Orhan Pamuk’un roman (Kafamda Bir Tuhaflık) kahramanı Mevlüt’ün arkadaşı Ferhat’ın deyişiyle resmi değil de şahsi görüşlerle karşılaşınca bir tuhaf oluyoruz. Anlatılanlar, yani bu şahsi anılar; mecliste başka bir dil konuşulmasına asla tahammülü olmayan birinin bile kafasını karıştırıyor.

VATANDAŞ, TÜRKÇE KONUŞ!

İpek Duben sağ olsun. İyi ki farklı etnik kökenleri, dilleri, inançları ve cinsel yönelimleri olan 24 kişinin anlatılarını “Onlar” isimli sergi vesilesiyle bir araya topladı ve SALT Galata’nın alt katındaki dev ekranlara yansıttı. Sergide; Kürtler, Aleviler, Zazalar, Ermeniler, Yahudiler, Romanlar yanı sıra başörtülü kadınlar, şiddet gören kadınlar ve farklı cinsel kimlikli bireyler var. Yalnız Rumlar yok, Rum bulamamış Duben. Çünkü onların, “Biz böyle projelere kesinlikle katılmıyoruz.” gibi bir kararları, tavırları var.

Ciddi bir şekilde konuşan, anlatan bir Türkiye manzarası karşımızdaki. “Vatandaş Türkçe konuş!” yoksa da sonsuza dek sus’tan sonra… “Katılırsınız, katılmazsınız ayrı ama o sesleri dinlemek gerekiyor.” diyor ve ekliyor Duben: “Herkesin bir ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ anısı var bu ülkede. Benim de… Galiba ilkokuldayken sokakta başkaca bir şey, dil konuşanlara ben de demiştim bir keresinde; ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ diye...”

Zaten sergideki beyaz gömlekli genç hanım gibi pek çok kişi şu fikirde: “Her ne kadar yakın arkadaşım olursa olsun, iş milliyetçiliğe dönerse herkes kendi tırnağını çıkartır gibi geliyor bana…” Ayrıca yine kareli gömlekli beyefendinin dillendirdiği bir gerçek de var ki; “Doğduğunuz, yaşadığınız yerin/ülkenin dilini öğrenmeye ve oradaki insanlarla, en azından esnafla bir arada yaşamak için bir açıdan, küçük bir açı bile olsa erimeye mecbursunuz. …Yani insan evinde ve bayramlarında ve yakın ailesiyle istediğini yapabilir de… Şu deniyor bir şekilde: Burada yaşamaya devam edebilirsin ama susman gerekir!”

SORUMLU, DEVLETİN AZINLIK POLİTİKASI

Peki, ortak noktada nasıl buluşulabilir? Cevabı mavi elbiseli genç hanım versin: “Öteki”ler korkularından sıyrılınca ya da tabii bu yine gidiyor geliyor devlete dayanıyor; eğer lise kitabında o insanlar sadece o yarım sayfalık işte 1915 Ermeni katliamı diye bir şey okumasa, işte sürekli Ermeni dendiği zaman ASALA diye bir örgütten konuşulmasa belki… Yan yana geliş daha kolay olabilirdi. Bence bu kadar geç kalmasının en büyük nedeni hâlâ da süren, senelerdir de süren, yüzyıldır da süren devletin azınlık politikasıdır, yani hiçbir zaman yan yana gelinmesine izin vermemiş bir politika vardır!”

Çok kanallı video enstalasyonu “Onlar” SALT Galata’da 28 Haziran’a kadar açık. 24 ayrı insan orada, gözünüzün içine baka baka anlatıyor. Hem tek tek hem de konu konuyu açar şekilde sanki bir yuvarlak masa toplantısında buluşmuşlar, birbirleriyle konuşuyorlarmış gibi… Kafanızı karıştırmak için ya da devletimizin gücünden emin olmak için gidin, izleyin. Çünkü Celal Salik’in de (Kara Kitap) dediği gibi: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”

1 Mayıs 2015 Cuma

Hep yendin, gene yen, daha çok yen!

İlk filmde uzaylı düşmanla mücadele eden Yenilmezler, bu kez ondan daha güçlü olan, gelişmiş yapay zekâ Ultron ile savaşıyor. Tabii bir de aralarında güvensizliğe neden olan fitne ateşiyle... Seri, 2018 ve 2019’da iki bölüm halinde vizyona girecek Yenilmezler: Sonsuzluk Savaşı ile devam edecek.

Hiç yenilmeyecek bir takımın taraftarı olmak ister miydiniz? Ben istemem. Heyecanlandırmayan, öfkelendirmeyen, umutlandırmayan, bana yenilgi duygusunu tattırmayan takımı niye tutayım? Belki de bu yüzden Yenilmezler (Avengers) serisine bir türlü ısınamadım. Evvela, isimden kaybediyorlar! Yenilmezler ekibi, Samuel Beckett’a tepki olarak doğmuş gibi. “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil, daha iyi yenil.” sözünün hükmünü yitirdiğinin, artık başka zamanlarda yaşadığımızın göstergesi.

Hiç düşmüyor Yenilmezler, düşer gibi yapıyorlar. Bu -mış gibi hallerinde bile karizmadan ödün vermiyorlar; bir yerleri çizilmiyor, kakülleri bozulmuyor, alaycı dilleri tutulmuyor, mağrur bakışları bulanmıyor... Çok sıkıcı değil mi? Christopher Nolan’ın Batman’ini sevmemizin bir nedeni de kahramanın düşüşüydü. Kelimenin tam anlamıyla düşüyordu Bruce Wayne, düşkün olup çıkıyordu. Hırpani vaziyette dağlarda dolaşıyor, keşişlerden ders alıyor, saçı sakalı birbirine karışıyor, derbeder olup köşesine çekiliyordu. Ama bu Yenilmezler öyle mi?

BİZE BİZDEN BAŞKA DÜŞMAN GEREKMEZ

İlk kez 1963’te yayımlanan Avengers çizgi roman serisi, zamanla gelişti ve Marvel’in bütün kahramanları bir şekilde maceraya dâhil oldu. Sinemaya yaklaşık 50 yıl sonra gelmesi ise çizgi romanların sinemadaki altın çağına kısmetmiş. 2012’deki ilk Yenilmezler filmine kaldığı yerden devam ediyoruz. Uzaylı düşmanlarını alt eden ekip, bu kez ondan daha zorlu, Ultron adlı bir yapay zekâ ile savaşır. ‘Barış için savaş’ anlayışının daha fazla sürdürülemeyeceğini düşünen Tony Stark, uzaylı müdahalesini engellemek için dünyayı ultron adlı savunma sistemiyle kaplama projesi tasarlar. Ancak Frankenstein misali bir canavar üretir. Ultron, internet dâhil, dünyadaki bütün elektronik sistemi ele geçirir. Amacı, daha iyi bir dünya için, ‘defolu’ insanları yok edip gelişmiş insanları dünyaya getirmektir. Yenilmezler ekibi onu durdurmaya çalışır fakat bu kez düşmandan çok, birbirleriyle mücadele eder.

2000’leri, çizgi romanların altın çağı olarak adlandırmak abartı olmaz. ABD’de festivalleri, fan kulüpleri vs. ile çılgınlık boyutuna varan bu sektörün ‘yan ürünü’ filmlerden her yıl üçer beşer izlemek insanı sinemadan soğutabilir. Bu duyguyla kendi iç dünyamızda mücadele ededuralım; Yenilmezler: Ultron Çağı’nda süper kahramanlarımız nifak ve fitne tohumlarıyla savaşıyor. Süper kahraman filmlerinin klasiğidir, bir süre dış düşmanla savaşan karakter, kısa bir süre iç dünyasına döner, karanlık yanlarını keşfeder; bir tür manevi arınmadan geçip yeniden dış düşmana yönelir. Yenilmezler, henüz ikinci aşamada. 2018 ve 2019’da iki bölüm halinde gösterime girecek Yenilmezler: Sonsuzluk Savaşı’nda bir kez daha uzaylılar ile savaşacaklar.

DÜNYA AHVALİ NE DURUMDA?

Beğensek de beğenmesek de çizgi roman uyarlamaları, dünya konjonktürü ve ABD’nin iç-dış politika gündemleriyle doğrudan alakalı. Hıristiyan teolojisi üzerine bina edilen karakter ve temalar, Yunan mitolojisinden de beslenir. Bu temel üzerine ABD’nin gidişatına ve dünya dengelerine dair birçok yem atılır. Herkes birikimine ve okumasına göre bunları toplayabilir ya da ‘yiyebilir’. Ultron Çağı, mitolojide ve bazı dinlerdeki düalizm anlayışını hikâye ve karakter gelişiminde ana iskelet olarak kullanıyor. Ultron’un karşısına Jarvis’i çıkarıyor. Bir sahnede Ultron, tıpkı Hz. İsa’nın havari Peter’a dediği rivayet edildiği gibi, “Kilisemi bu kayanın üzerine inşa edeceğim.” diyor mesela. Bu tür dini, mitolojik, siyasi göndermeler açısından hiçbir Hollywood yapımı çizgi roman serilerinin eline su dökemez. Sorun şu ki, bunu ‘hap’ formülüyle ve belli şablonlar içinde, aksiyon sahnelerinin tutkalı olarak kullandıklarından sabun köpüğü kıvamında kalıyor. Bir film sonra, öncekinin konusunu hatırlamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi.

KAPTAN AMERİKA DÜMENE GEÇİYOR

Düalizm demişken, ilk filmde Iron Man’in, yani Tony Stark’ın elinde olan ekibin ipleri, artık Kaptan Amerika’ya (Amerika’nın ilk gerçek kahramanı) devrediliyor. Muhafazakâr Kaptan Amerika, yeni dünya düzenine alışmaya çalışır, ama bir taraftan da “aslında hiçbir şey değişmedi, her şey eskisi gibi” telkini üzerimize boca edilir. “Yeneceksek de birlikte, öleceksek de” diyen Kaptan Amerika, bir üst değer, birleştirici güçtür. Her ne kadar şu sıralar Baltimore’da başlayıp diğer şehirlere de yayılan ‘siyah isyan’, Kaptan’ın gemisini adaletle ve eşitlik ilkesiyle yönetmekte zorlandığını gösterse de...

Yenilmezler: Ultron Çağı, “Şimdi birlik olma zamanı, birbirimize düşmeyelim. Korkularımızın esiri olmayalım, yoksa yeniliriz.” diyor. Hep yenmek şart değil, bazen yenilmek iyidir. Durup düşünme, başkalarını anlama fırsatı verir.