11 Ocak 2015 Pazar

Türkiye’nin karmaşası karşısında afalladım!

“Okuma arkeoloğu” Arjantinli yazar Alberto Manguel, Boğaziçi Üniversitesi’nin düzenlediği “Chronicles” projesi için iki haftalığına İstanbul’a geldi. Bu vesileyle Manguel’le Chronicles’ı ve geçtiğimiz yıl katıldığı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın izinde başladığı Beş Şehir projesini konuştuk.Geçtiğimiz yıl başka bir proje için İstanbul’a gelmiştiniz. Bu defa şehre hangi açıdan bakacaksınız?Açıkçası şimdi ne yazacağımı bilemiyorum. İstanbul hakkında ya da üniversite hakkında olmak zorunda değil yazacaklarım. Özgür bırakıldım ve böylesi, yönlendirmeler eşliğinde yazmaktan çok daha zor.“Beş Şehir” kitabınız bu yıl yayımlanacak. Kitap bitti mi? Çerçevesini nasıl çizdiniz? İçeriğinde neler olacak?Biliyorsunuz, Tanpınar bu şehirleri seçti çünkü oralarda yaşadı. Bir gezi kitabı değil, sadece konuların olduğu bir meditasyon kitabıydı. Erzurum’da müzik üzerine konuşurken, Bursa’da zaman üzerine seçmiş konularını. Ben de aynı stili seçtim. En büyük fark, tabii ki, Tanpınar’ın yeteneğine sahip olmamam. Tanpınar’ın kültürel bilgisine sahip değilim, Türkiye üzerine fiziksel bilgisine de. Bir yabancı olarak, Türkiye hakkında varsayımlar edinmemeye özen gösterdim. Böyle bir hataya düşmek çok kolay çünkü. V.S. Naipul örneğin, Arjantin’e geldi ve bir kitap yazdı. Kültürel hatalarla dolu bir kitaptı. Onun gibi bir hataya düşmemeye çalıştım. Bazı durumlar beni çok şaşırttı. Mesela Bursa’da her yerde, çok fazla saat görmek. Bu kadar çok saat görmek insana zamanı düşündürüyor. Tıpkı Tanpınar’ın şiirindeki gibi. Zamanın niye Türkiye’nin doğusunda İstanbul’dan farklı göründüğünü düşündüm.Tanpınar’ın Beş Şehir’i ile nasıl benzerlikleri var?Çok olmadı çünkü her şey çok farklı. Onun deneyimleri, bilgisi ve tabii ki yazdığı zaman farklıydı. Dışarıdan gelen biri olarak benim için Türkiye’nin tarihi, Roma İmparatorluğu’nun, Osmanlı’nın devamı. Belki benim cahilliğimden kaynaklanıyor ama bu konuda konuşurken kendimi daha özgür hissediyorum. Tanpınar, sadece Türkiye’nin kimliği hakkında konuşmayı gerekli görüyordu, daha sonra kimliği açıklayan rotalara bakılması gerekiyordu ona göre. Ben öyle görmüyorum. Türkiye’nin kendi kimliği, tarihi olabilir. Ama baktığımda Osmanlı etkisi yok sayılamaz, bir camiye baktığımızda onun 1930’da değil, belki 1330’da yapıldığını görürüz.Tanpınar’ın izinde dolaşmak nasıl hissettirdi size?Harika bir duyguydu. Hâlâ Türkiye’nin büyüsü altındayım. 20 yıl önce İstanbul’a oğlumla gelmiştim. Ama o zaman Türkiye’nin ne kadar karışık olduğunu, burada kaç Türkiye olduğunu anlamamışım. Bu beş şehir gibi yüzlerce şehir olduğunu bilmek, çok büyük bir sarayın sadece beş küçük odasını görmek gibi. Belki bir gün keşfederim. Türkiye’nin karmaşası karşısında afalladım.Manguel ile bir cümle, bir yorum!Kitaplar, kütüphanelerle ilgili şimdiye kadar çok yazdığı, çok konuştuğu için de onunla bir oyun oynadık. Ona bazı yazarlardan alıntıları verdik. Manguel gibi bir okur, bu cümlelerle karşılaştığında ne düşünür, ne hisseder?*“İyi bir yazı yazmak için gereken tek şey kalptir.” (William Faulkner)Bu çok güzel bir cümle ama doğru değil. Çünkü her şeyden önce herkesin kalbi var. Metaforik olarak, kalbi olmanın iyi bir insan olmak anlamına geldiğini söyleyebilirsiniz. Tabii ki herkes iyi insan değildir ama iyi bir insan olmanız halinde bile bu sizin iyi bir yazar olacağınız anlamına gelmez. Gerçekte, edebiyattaki korkunç paradokslardan biri, bazı iyi insanların iyi yazar olmadıkları ve iyi olmayan insanlarınsa çok iyi yazar oldukları yönünde. Mario Vargas Llosa, korkunç bir insandı mesela ama çok iyi bir yazardı. Ve belki de 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Louis-Ferdinand Céline, berbat, ırkçı bir yazardı. Şimdi isimlerini söyleyemeyeceğim çok iyi insanlar da var ki, iyi kitaplar yazamadılar.*“Kitaplar, kalemler aldım, hiçbirine doyamadım.” (Adnan Binyazar)Kesinlikle haklı! Borges gibi bazı okurlar vardır ki, onlar az kitapla yetinirler. Daha fazlasını istemezdi, daha fazla eline geçtiğinde de onlardan kurtulurdu, kitaplara sahip olmak önemli değildi. Cervantes gibi başka okurların da kitaplara karşı dinmeyen bir açlığı olur. Günümüzde bağımlılığın çeşitleri arttı; alkol bağımlılığı, uyuşturucu bağımlılığı… Sabit ve hiç tatmin etmeyen bağımlılıklar haline geldi. Ve evet, kâğıda ve mürekkebe de, ben de bu duyguyu Binyazar’la paylaşıyorum.*“Al, öp kitabı.” (William Shakespeare)Kitabı idealize etmenin tehlikesi var. Shakespeare’in bu alıntısı kutsal kitap olarak İncil’e referans veriyor. Eski zamanlarda kutsal kitap, Tanrı’nın sözü olduğu için öpülürdü. Fikrin kaynağı bu. Salman Rushdie, ailesiyle ilgili bir hikâye anlatır. Müslüman bir aile olarak sadece Kur’an-ı Kerim yere düştüğünde kaldırılıp öpülmez, yere düşen bir telefon rehberi bile olsa o, yerden alınıp öpülürmüş. Çünkü içinde ne yazdığından bağımsız olarak kitap olması, içinde kelimelerin bulunması onu kutsal kılarmış. Eğer kitabı idealize ederseniz, onu bir obje olarak göklere çıkarırsanız içeriğin uzmanı olamazsınız. Ben bunun tehlikeli bir davranış olduğunu düşünüyorum.*“Evet, neşe, tatmin ve arkadaşlık var- ama dehşet verici bir farkındalık içindeki ruhun yalnızlığı da bir o kadar korkunç ve yıkıcı.” (Sylvia Plath)Kesinlikle haklı. Ama ben yalnız hissetmiyorum kendimi. Kendini yalnız hisseden, yalnızlık içinde olan insanlara karşı derin bir merhamet duyuyorum. Yalnız hissetmekle yalnız olmak arasında fark var. Özellikle sabahları yalnız olmayı severim. Kitaplarımla yalnız kalmayı isterim. Kitaplarımla çevrelenmişken yalnız hissetmem. Ve bir yerlerde ailemin, arkadaşlarımın olduğunu bilmek bana bunu hissettirmez. Yalnızlık biraz kendini insanlıktan soyutlamakla ilgili.*“Kafamda bir tuhaflık var” dedi Mevlut. “Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum.” (Orhan Pamuk)Şimdi size daha önce anlatmadığım bir şey anlatacağım. 5-6 yaşlarında küçük bir çocukken, bakıcım beni Tel Aviv’de çok büyük bir parka götürmüştü. Ve ben kayboldum. Bir, iki saat boyunca etrafta yürüdüm. Küçük bir çocuk için sonsuza kadar sürecek bir kayboluş gibiydi. Sonra birden gözümde büyük bir elin içinde olduğum görüntüsü belirdi. Kaybolmuş olamazdım. Muhteşem bir rahatlama hissettim. Ve bu his beni hayatım boyunca terk etmedi.*“Okuyorum ve işte özgürüm. Nesnelliğe ulaşmışım. Ben olmaktan, o dağınık varlık olmaktan çıkmışım.” (Fernando Pessoa)Evet, çünkü orada yazan kelimeler oluyorsunuz. Ne zaman Don Kişot’u okusam kendimi daha iyi bir insan olarak duyumsarım. Dante’nin yolculuklarında ona eşlik ettiğimde, aynı sorularla yüzleşirim. Kitaplar, daha iyi düşünmenize yardım eder…*“Bireysel kaderlerimize rağmen, hiç tanımadığımız şahsiyetlerin birer parçasıyız.” (Julio Cortazar)Benim teorim, hayatımız boyunca kişiliğimizin parçası olacak insanlara ihtiyaç duyarız. Bazen kim olduklarını biliriz, bazen bilmeyiz. Mesela, son zamanlarda lisede çok sevdiğim öğretmenlerimden biri öldü. Ve o öldüğünde düşünme şeklimin ne kadar o olduğunu anladım. Birini etkilediğinizde, bir başkası için önemli bir hale geldiğinizde ölümsüzlüğünüzden o insan sorumlu hale gelmeye başlıyor. Ben onu hatırlayarak, düşünerek, benim bir parçam olduğunu hissederek, öğretmenimin hayatını uzatmaya başladığımı hissettim. Onlar bizdeki, bilmediğimiz karakterlerdir. Bazen onları keşfederiz.*“Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık.” (Dostoyevski)Bu iyi bir hastalık. Dünyanın farkına varmanıza ve onu anlamaya çalışmanıza yarar. Ama hiçbir zaman yeterince bilinçli olamayız. Jung’un bir teorisi var. Ne kadar bilinçli olursak, bilinçsizliğimiz o kadar artar diyor. Yani ne kadar aydınlanırsak, gölgede kalan yanımız da o kadar büyür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder