26 Aralık 2014 Cuma

Bir ihtimal daha var

Russell Crowe’un ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu Son Umut,Çanakkale Savaşı’na gönderdiği üç oğlunun izini bulmak için İstanbul’a gelen Avustralyalı bir babanın öyküsünü anlatıyor. Oscar’lı oyuncu, yönetmenlikte vasatı aşamasa da kültürel kodlar ve millî hassasiyetler konusunda gayet titiz.1. Dünya Savaşı’nın cephelerinde dolaşmaya devam ediyoruz. Fatih Akın’ın Kesik filminde Ermeni tehciri dolayısıyla Doğu ve Güney cephesine şöyle bir uğrayıp geçmiştik. Son Umut ile sıra batı cephesinde. Doğrusu, son iki yıl içinde gösterime giren üç yerli filmden (Çanakkale Çocukları, Çanakkale 1915, Çanakkale: Yolun Sonu) sonra umudumuzu kesmiş ve Çanakkale defterini kapatmıştık. Bir Anzak torunu olan Russell Crowe, Son Umut / The Water Diviner filmi ile bu defteri yeniden açtı.Gerçek bir olaydan esinlenen filmde, üç oğlunu da Çanakkale Savaşı’na gönderen Avustralyalı bir babanın önyargılarından sıyrılmasını ve savaşın acımasızlığıyla yüzleşmesini izliyoruz. John Connor (Russell Crowe), savaştan dört yıl sonra oğullarının izini sürmek için İstanbul’a gelir. Connor’ın İstanbul’da başlayıp Çanakkale’ye ve oradan Anadolu’ya uzanan arayışında en yakınındakiler ise Osmanlı subayları Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal (Cem Yılmaz) olacaktır.Son Umut, Peter Weir’in Gelibolu (1981) filminin izinden gidiyor. Hatırlanacağı gibi Weir, Anzak askerlerinin kendileriyle hiç ilgisi olmayan bir savaşa katılmak için yaptığı zorlu yolculuğu ve savaşta yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde ele almıştı. Peter Weir’in ustalığından uzak bir ‘ilk film’ olan Son Umut, Gelibolu’nun sonrasına giderek ailelerin yaşadığı acılara ve ‘karşı taraf’a, yani bizim durumumuza da bakmaya çalışıyor.Oyunculuk kariyerinde Oscar heykelciği bulunan Russell Crowe’un yönetmenlik kumaşının çok iyi olmadığını söylemeliyiz. Elbette ki kötü değil, fakat Çanakkale Savaşı’na dair pek bilinmeyen bir sayfayı (ceset, isim ve mezar tespiti) perdeye yansıtan bu hikâye usta bir yönetmenin elinde dünya çapında bir filme dönüşebilirdi. Son Umut, bu haliyle Avustralya, Yeni Zelanda ve Türkiye’de gişeyi hedefleyen ve bu ülkelerin kodlarına göre hazırlanmış ‘yerel’ bir film. Sadece oyuncu seçimleri değil, prodüksiyonu ve hikâye anlatım tercihleri de buna göre şekillenmiş. Epik bir tarihi drama çeken Crowe’un savaşın acımasızlığını göstermedeki becerisi, insan hikâyesini ve vicdanı öne çıkarması dikkat çekici. Bir ilk film olarak ortalamayı yakalasa da anlatım dilinde ve hikâye kurmada sıkıntıları var. Bunların bir kısmı senaryo kaynaklı iken, işin diğer tarafında yönetmenlik var. Ayrıca Ayşe’nin (Olga Kurylenko) hikâyesi bir türlü yerli yerine oturmuyor, genel tabloda yama gibi duruyor. Oyunculuk bahsinde Russell Crowe, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz ‘uluslararası’ bir performans sergilerken, Olga Kurylenko tıpkı oynadığı karakter gibi biraz sırıtıyor.Son Umut’un bizi şaşırtan ve takdiri hak eden yönü ise kültürel kodları yakalamadaki başarısı. Çanakkale Savaşı’na bizim gözümüzden (yönetmene göre ‘öteki’) bakabilmesi, 1920’lerin İstanbul’unda, Cumhuriyet arefesindeki günlük hayata ve kültürel detaylara dikkati, ‘millî hassasiyetlerimize’ yaklaşımındaki titizliği bizdeki bazı yönetmenlere ders olarak okutulabilir. Osmanlı’yı incitmeden, yeni kurulacak Cumhuriyet’e, Mustafa Kemal’e, dini ve kültürel değerlere, hepsine birden gereken vurguyu ihmal etmeyen bir denge ve detay dikkati var filmin. Bu yaklaşım gururumuzu okşasa da, filmde Yunanlıların Karayip Korsanları’ndan fırlamış çapulcu halleri de ‘karşı kıyı’da rahatsızlığa sebep olabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder