31 Aralık 2014 Çarşamba

Duydum ki suçlu arıyormuşsunuz

İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu ve Nedim Saban arasında mahkemeye taşınan sansür tartışmasında dün akşam farklı bir gelişme yaşandı.Bu kez, ŞT'nin 25 yıllık oyuncusu Hülya Karakaş, “Abi'ye Mektup” adı altında Yazıcıoğlu'na bir mektup yazarak sosyal medyada yayındı. Geçtiğimiz sezon provalarına başlanan fakat bu yıl repertuardan, herhangi bir gerekçe gösterilmeden çıkarılan “Kadın İstasyonu” oyununun da yönetmeni olan Karakaş, mektubuna “..Duydum ki "suçlu" avına çıkmışsınız, avdan eliniz boş dönmeyin istedim. Bundan önce ayda bir kez alttan alta ayar verdiğiniz maillerinizle bana kendimi zaten "suçlu" hissettiriyordunuz, bu kez aynaya bakınca ben kendimi "suçlu" hissettim! Fiili "suç"a bakmak yerine, ille ve ısrarla "suçlu" aranmaya başlayan "aile" ortamını biraz rahatlatayım dedim! Sorunlarımı aile içinde çözemediğim için "aile sırlarını" ifşa etmek zorunda kaldım... … nicedir iş yapmayan, "CHP torpilli" (yüzüme karşı böyle söylediniz!) 25 yıllık bir Şehir Tiyatrosu sanatçısı olarak "suç"u üstlenmeye karar verdim! Bunlar hep "CeHaPe" zihniyeti" yüzünden biliyor musunuz. Bu CeHaPe "ülkeyi idare edemiyor" ama Şehir Tiyatroları'na bana özel "torpil" yapabiliyor! Nasıl bir "torpil"se artık 25 yıldır bir sanatçıyı ayakta tutabiliyor! Yaratıcılığımı "CeHaPe zihniyetinden" aldığım kesin!” diye başlıyor.ŞT’de yaşanan sorunları 9 maddede dile getiren Karakaş, Yazıcıoğlu'na şu soruları soruyor: “Göreve gelir gelmez bir önceki yönetim döneminde gönül bağı kurarak provasına başladığım, emek harcadığım Memet Baydur'un "Kadın İstasyonu" adlı oyunu neden kaldırdınız? Oyunun dekoru, kostümü, müziği, bütün hazırlıkları yapıldığı halde oynatmamakta neden direndiniz? Kamunun malı yok yere çöpe atıldı dersem ayıp mı etmiş olacağım bu durumda? Kadın İstasyonu"nu oyunu belediye baskısıyla mı kaldırdınız, yoksa siz mi uygun görmediniz? İzin verseydiniz de oyun sahneye çıksaydı, "kötü" olup olmadığına seyirci karar verseydi. Hani seyirci görüşünü önemsiyorsunuz ya, o manada söyledim! Dilekçeme, oyundaki "ekleme - çıkarmaların yazara karşı haksızlık olduğu" düşüncenizi dramaturg Hatice Yurtduru'ya sordunuz mu, size ne cevap verdi?... “İstanbul Efendisi”,“CibaliKarakolu”,“Şark Dişçisi” ve daha birçok oyunda, hiç ekleme - çıkarma yapılmadı mı? Sözünü ettiğim oyun metinleri şu anda sahnelerimizde yazıldığı gibi mi oynanıyor? Eğer yazıldığı gibi oynanmıyorsa, değişiklik yapılmışsa "Kadın İstasyonu" oyununu niçin reddettiniz? Hagop Baronyan "Şark Dişçisi" oyunundaki değişikliklere yaşıyor olsaydı ne derdi acaba?”Sansür sizinle başlamadı, sizinle bitmeyecek!Karakaş mektubunda Cibali Karakolu'nda bir sahnenin çıkarılmasıyla başlayan sansür kriziyle ilgili şöyle yazıyor: “Bazen seyirci tepkisi düşünülerek, bazen siyasi iktidar baskısı yüzünden sanatçıların kendine oto sansür uyguladığı zamanlar olmuştur. Türkiye ne yazık ki bu ilkelliği aşamamıştır… Siz daha provaların başında, yönetmenin yaptığı işi beğenmeyip oyundaki tadilatlar sırasında da bu sahneyi çıkarmak istemiş olabilirsiniz, eğer çıkarsaydınız (ki görev alanınız buna izin veriyor) adı oto sansür olacaktı, kimse de bilmeyecekti, konu kendiliğinden kapanacaktı. Ancak 25 kez sahnelendikten, galası yapıldıktan sonra oyundan bu sahneyi çıkartmanız sansürdür. Siz kabul etseniz de etmeseniz de bunun adına literatürde sansür denir. Hele ki oyunun başrol oyuncusu Zihni Göktay, sıcağı sıcağına basına (Radikal Gazetesi) sansürü doğrulayan bir demeç vermişse konu zaten spekülasyona açık bir duruma gelmiştir. Neyi kimden saklıyorsunuz, neden ille bir "suçlu" arıyorsunuz?" Karakaş, mektubunun sonunda "Aile içi sırları" deşifre etmiş birine sizin de bir yeni yıl hediyeniz olacaktır mutlaka! Olsun, ben göze aldım. Bildiğim, sizinle ve sizden sonra da saygıyla, sevgiyle, özenle işimi yapmaya devam edeceğimdir.” diyerek ŞT’de kendisini bekleyen akıbetinin de ipuçlarını veriyor.MEKTUBUN TAM METNİ"Abi" ye mektup...Madem kendinizi 100 yıllık kurumun "abi"si olduğunuzu söylüyorsunuz, o halde bu kardeşinizi dinlemenizin bir sakıncası yoktur umarım. 1914 yılından beri farklı anlayışlar tarafından yönetilen Şehir Tiyatroları 100.yaşında bir "abi"ye teslim edilmişse vardır bir hikmeti!Duydum ki "suçlu" avına çıkmışsınız, avdan eliniz boş dönmeyin istedim. Bundan önce ayda bir kez alttan alta ayar verdiğiniz maillerinizle bana kendimi zaten "suçlu" hissettiriyordunuz, bu kez aynaya bakınca ben kendimi "suçlu" hissettim! Fiili "suç"a bakmak yerine, ille ve ısrarla "suçlu" aranmaya başlayan "aile" ortamını biraz rahatlatayım dedim! Sorunlarımı aile içinde çözemediğim için "aile sırlarını" ifşa etmek zorunda kaldım. Genç meslektaşlar buna biraz bozulacaklar, "kurum şovenizmi" (çok aydınlatıcı olduğu için YücelErten'den arakladım) yapıyorlar epeydir, her eleştiri yapana "şu kadar da oyun oynadık, pek şahane oynadık" diyerek cevap veriyorlar ya, nicedir iş yapmayan, "CHP torpilli" (yüzüme karşı böyle söylediniz!) 25 yıllık bir Şehir Tiyatrosu sanatçısı olarak "suç"u üstlenmeye karar verdim! Bunlar hep "CeHaPe" zihniyeti" yüzünden biliyor musunuz. Bu CeHaPe "ülkeyi idare edemiyor" ama Şehir Tiyatroları'na bana özel "torpil" yapabiliyor! Nasıl bir "torpil"se artık 25 yıldır bir sanatçıyı ayakta tutabiliyor! Yaratıcılığımı "CeHaPe zihniyetinden" aldığım kesin!Erhan "abi"cim bilişim çağında yaşıyoruz, işler artık eskisi gibi yürümüyor! Atılan bir twiti Kanada'da yaşayan biri anında retweet ediyorsa sır diye bir şey yoktur. Bolşoy Balesi dansçılarının sırları Türkiye'de konuşuluyorsa, "yalnız ve güzel" ülkemin her sorunu sosyal medyada tartışılıyorsa hangi "sır"dan söz ediyorsunuz? Hele bunu, sivil inisiyatif olarak kurulan, kurulduğu ilk yıllarda gerçekten muhalif olmuş, son birkaç yıldır da eh işte boyutunda "muhalif" kimliğini taşıyan bir meslek kuruluşu olan İŞTİSAN söylüyorsa daha da vahim! Aile sırlarının "servis" edilmesi lafları bir meslek kuruluşunun söyleminde yakışmamış!Her konuda fikir beyan edebiliriz lakin Şehir Tiyatrosu söz konusu olduğu zaman susmak erdemdir. Bunun haklı bir tarafını bana ispatlarsanız sonsuza kadar ağzımı kapatıp işime bakacağım. Tabii işimi yapabilirsem!Sevgili "abi"m iyi niyetinizden kuşkum yok. Şehir Tiyatroları'na GSY (Genel Sanat Yönetmeni) olmanızla ilgili önyargım da olmadı. Siz de bana önyargıyla yaklaşmazsanız sevinirim. Derdim gidip gitmemeniz değil, zaten iki yılda bir yapılan sanat yönetimi değişikliğinden hiç memnun değilim. Ama siz de keşke bunları yapmasaydınız Erhan "abi"cim! Keşke daha adaletli davransaydınız, sadece kendinize yakın gördüklerinizi değil, bütün kurum çalışanlarını koruyup kollasaydınız. Hiçbir GSY (Genel Sanat Yönetmeni), sanatçıya, mesleğini küçük düşürmediği sürece önyargılı yaklaşmamalı. "Abi"lerin tarafsızlığı sadece sevdikleri için değil herkes için geçerlidir. Hani "memnun olmadıkları ne var?" demişsiniz ya, şayet dinlerseniz memnun olmadığım şeyleri ve sorunları anlatacağım. Yazdığım dilekçeye mantıklı cevap alamadım, makamınızda yaptığım karşılıklı görüşmelerde sorunlara çözüm bulamadığım için size mektup yazmaya karar verdim.Öncelikle bir kardeşiniz olarak çevrenizde sürekli sizi pohpohlayan insanlardan uzak durmanızı, sesini duyurmaya çalışanların sesine kulak vermenizi, eleştirileri hoş görüyle karşılayarak işe başlamanızı öneririm. Tiyatronun hiçbir kreatif alanında durmayan, elinde çantayla dolaşıp bilgi toplamaktan başka hiçbir iş yapmayan bir insanının elini hiç tutmayın, bu tür insanların bir gün sizin hakkınızda da bilgi toplayacağından kuşkunuz olmasın. Şehir Tiyatroları bir kamu kuruluşu, kamunun herhangi bir kurumu gibi iç işleyişi hakkında doğru ya da yanlış konuşulabilir, "Sır" argümanı çok eski ve de çok komik; bu tarz bir söylemden uzak durun lütfen. "40 yıllık sanatçı" olmakla övünmeyi anlıyorum, siz de 25 yıllık sanatçı olarak beni anlayın lütfen. Aradaki 15 yılı anlayışınızla kapatabilirim belki! Sizin kadar benim de kurumum Şehir Tiyatroları. Sanatsal hamlığımın pişmesine yardımcı olan okul. Sizin yardımcılarınız kadar emeğim var bu kuruma. Yardımcılarınız ne kadar yönetmense ben de o kadar yönetmenim. Bu nedenledir ki önerdiğim projeler de değerlidir.Sorularıma geçeyim izninizle;1-Göreve gelir gelmez bir önceki yönetim döneminde gönül bağı kurarak provasına başladığım, emek harcadığım Memet Baydur'un "Kadın İstasyonu" adlı oyununu neden kaldırdınız? Oyunun dekoru, kostümü, müziği, bütün hazırlıkları yapıldığı halde oynatmamakta neden direndiniz? Kamunun malı yok yere çöpe atıldı dersem ayıp mı etmiş olacağım bu durumda? "Kadın İstasyonu" oyunu belediye baskısıyla mı kaldırdınız, yoksa siz mi uygun görmediniz? Uygun görmediğiniz oyuna, "Memet Baydur'un en kötü oyunlarından biri" demeniz can sıkıcı değil mi? Neredeyse her gün bir kadın cinayetinin işlendiği, kadına şiddetin olağan sayıldığı bir dönemde, kadın sorunlarının tartışıldığı bir oyun, Memet Baydur gibi özel bir yazar tarafından yazılmışsa, ne kadar " kötü" olabilir ki? İzin verseydiniz de oyun sahneye çıksaydı, "kötü" olup olmadığına seyirci karar verseydi. Hani seyirci görüşünü önemsiyorsunuz ya, o manada söyledim! Dilekçeme, oyundaki "ekleme - çıkarmaların yazara karşı haksızlık olduğu" düşüncenizi dramaturg Hatice Yurtduru'ya sordunuz mu, size ne cevap verdi? Düşüncenizi oyunun yönetmeni Ersin Umulu ile paylaştınız mı? 40 yıl olmasa da hepimiz bu kurumda uzun yıllardır çalışan, proje üreten sanatçılarız, konuyu bizimle yüz yüze görüşmemenizin altında bir art niyet siz olsaydınız aramaz mıydınız? “İstanbul Efendisi”,“Cibali Karakolu”,“Şark Dişçisi” ve daha birçok oyunda, hiç ekleme - çıkarma yapılmadı mı? Sözünü ettiğim oyun metinleri şu anda sahnelerimizde yazıldığı gibi mi oynanıyor? Eğer yazıldığı gibi oynanmıyorsa, değişiklik yapılmışsa "Kadın İstasyonu" oyununu niçin reddettiniz? Hagop Baronyan "Şark Dişçisi" oyunundaki değişikliklere yaşıyor olsaydı ne derdi acaba?2-Oynamak üzere hazırlık yaptığım bir oyunun hokus pokus yoluyla yok edilmesinden incindiğimi, kırıldığımı söylememin bir sakıncası yoktur umarım. Ancak bütün olumsuz duygularımı bir kenara koyup yine de ısrarla çalışmak üzere proje önermeye devam ettim. Sam Bobrick'in "Şansa Bak" adlı oyununu yönetmek üzere size teslim ettim. Göreve gelmenizin üzerinden dört ay geçti ama siz projelerim için dört dakikanızı bile ayırmadınız. Kaybettiğim zaman telafi edilemez. Makamınızda yaptığımız görüşmenin üzerinden bir ayı aşkın süre daha geçti. Hala olumlu ya da olumsuz cevap verme gereği duymadınız, neden? Israrla "öncelikle oyuncusun" demenizin altındaki asıl niyet nedir? "Kadın İstasyonu" oyununu kaldırmasaydınız ben zaten oyunculuk yapıyor olacaktım. Yanınıza yardımcı olarak aldığınız sanatçılara da "öncelikle oyuncu" olduklarını sık sık hatırlatıyor musunuz? Yönetmenlik yapmamam için gösterdiğiniz çabayı anlamak mümkün değil. 1995 yılından bu yana kurumda ve kurum dışında oyun yönetmiş biri olarak, tırnaklarımla kazarak elde ettiğim bu hakkımdan vazgeçeceğimi düşünmenizi düşünmek bile istemiyorum!3- Kurumda arka arkaya oyun yöneten Engin Alkan'ın ve diğer iki yardımcınızın da resmi görev karşılığında "sanatçı" yazıyor. Yani oyuncu, kadrolu yönetmen değil hiçbiri, peki şimdi ne olacak? Onlar oyun yönetirken ben niye oturuyorum? Zevahiri kurtarmak için göstermelik kadın yönetmenler getiriliyor, kurum içindeki kadın çalıştırılmıyor. Yine belediye mi izin vermiyor? Merak ediyorum, "şunlar çalışsın, şunlar cezalandırılsın" listesi mi var elinizde? Eğer "ben istemiyorum" diyorsanız daha da fena! Kimi, neye göre istemiyorsunuz? Yönetmenlik kriteriniz nedir? 25 yıl sonra, size yeniden kendimi ispat etmem mi gerekiyor? Yönetmenlik kriterlerinizi belirtirseniz, bugüne kadar yaptığım işleri size ve Yönetim Kurulu'na bir dosya olarak sunabilirim. Tepeden bakışınızla ,"ben yaptım oldu" anlayışınızla birilerini mutlu edersiniz belki ama sessiz çoğunluk mutsuz olur. Yoksa yeni yönetmelikte sanatçıları mutsuz etme maddesi mi var? Yönetmeliği değiştirmek üzere "maraton" koşan, "biz bu yönetmelik olduğu sürece çalışmıyoruz" diyerek birkaç sene tiyatronun kapısından geçmeyen, kendi tiyatroları dışında oyun oynamayan yardımcılarınız ne oldu da daha düne kadar uğramadıkları tiyatroyu bugün "kurtarmaya" soyundular? Madem tiyatroyu kurtaracaklar, önce güdümlü yönetmeliği değiştirmek için çaba göstersinler! Arka arkaya oyun yönetmek, uyarlama yapmak, şarkı sözü yazmak, bestelemek, anonsları konuşmak, oyuncu seçmeleri yapmak oldukça yorucu, onların asıl işi "tiyatroyu kurtarmak"! Kendi tiyatrolarını kurdukları zaman bol bol vakitleri olacak ancak burası "Kamu Tiyatrosu"! Hülya'ya oyun yönettirmemek konusunda yemin etmek yerine, tiyatroyu "kurtarmak" için ettikleri yemini tutmalarını hatırlatırım!4-Tiyatroda sansür yüzünden cümle çıkartılmışlığı, sahne kısaltılmışlığı vardır da sahnesi atıldığı için doğal olarak oyunla ilişkisi kalmayan oyuncu bir ilktir. Sansür konusunda kafası karışan herkes Betül Kızılok Bavli'nin oyunda oynayıp oynamadığına baksın! Sansür sizinle başlamadı, sizinle de bitmeyecek. Bundan beş yıl önceki sanat yönetmeni de "Kendi Gök Kubbemiz" ve "Yedi Tepeli Aşk" oyunlarına sansür uygulamıştır. Basın arşivlerinde (yerinde duruyorsa tabii) haberlere ulaşabilirsiniz. Belki o sıralar tiyatroda olup bitenle yeteri kadar ilgilenmemiş olabilirsiniz, sizi uyarmak istedim! Bazen seyirci tepkisi düşünülerek, bazen siyasi iktidar baskısı yüzünden sanatçıların kendine oto sansür uyguladığı zamanlar olmuştur. Türkiye ne yazık ki bu ilkelliği aşamamıştır. Özel tiyatroda da, kurum tiyatrolarında da, (keşke olmasa) ama olur. Siz daha provaların başında, yönetmenin yaptığı işi beğenmeyip, oyundaki tadilatlar sırasında da bu sahneyi çıkarmak istemiş olabilirsiniz, eğer çıkarsaydınız (ki görev alanınız buna izin veriyor)adı oto sansür olacaktı, kimse de bilmeyecekti, konu kendiliğinden kapanacaktı. Ancak 25 kez sahnelendikten, galası yapıldıktan sonra oyundan bu sahneyi çıkartmanız sansürdür. Siz kabul etseniz de etmeseniz de bunun adına literatürde sansür denir. Hele ki oyunun başrol oyuncusu Zihni Göktay, sıcağı sıcağına basına (Radikal Gazetesi) sansürü doğrulayan bir demeç vermişse konu zaten spekülasyona açık bir duruma gelmiştir. Neyi kimden saklıyorsunuz, neden ille bir "suçlu" arıyorsunuz? 100 yıllık kurumun GSY olarak net bir açıklama yapsaydınız konu uzayıp buralara gelmeyecekti, biz de "abi"mizin arkasında duracaktık. "Suçlu" aramanız boşuna! Türkiye sanatı derin bir McCarthy dönemi zaten yaşıyor, bari siz ateşe bir odun daha atmayın lütfen.5- Eleştirilere net cevap vermek yerine neredeyse sansürü onaylayan açıklamalar yapmaya başladınız. Herkese cevap yetiştirmek, suçlamak, kinayeli göndermeler yapmak, Muhsin Ertuğrul'un mirası, Cumhuriyet'in en önemli kazanımlarından biri olan 100 yıllık Şehir Tiyatroları'nın Genel Sanat Yönetmeni'ne yakışıyor mu? "Kıskançlık" argümanı yeterince sığ! Nasıl bir kıskançlık ki, bugün sansür eleştirisi yapanlar, daha önce tiyatromuzda oynayan oyunları yere göğe sığdıramamış, beğenilerini açıkça yazmaktan çekinmemişler. Bir özel tiyatroyla seyirci tartışması yaşamak Şehir Tiyatroları'nın geleneğinde yok. Siz ki bu geleneği iyi bilirsiniz. Sıkıştığı noktada seyirci desteği isteyen, herkesi "göreve çağıran" tiyatronun sanatçıları (bir bölümü diyeyim) şimdi söz birliği etmişçesine sağa sola had bildirmeye başlamıştır. Beş yıl önce Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılırken de böyle olmuştu. Hatırlamayanlara, unutkanlık sorunu olanlara, eylemlerde birdenbire azalan sanatçıları hatırlatmakta beis görmüyorum. Yanan mumların tortusu Kongre Merkezi'nin altında yeniden parlayacağı günü bekliyor!6- Önceki GSY olan Hilmi Zafer Şahin, kendine şiddetle karşı çıkan, aleyhinde basına konuşan sanatçılara gözdağı verdi mi? Mail adreslerine ayar mailleri attı mı,"törpü"ledi mi? Her GSY kendi meşrebine göre sanatçıyı hizaya sokmak istemiştir elbette, yapmıştır da. Ancak sizin sevgi sarmalı mesajlarınızın, mutlu kahvaltı toplantılarınızın arkasından gelen ayar mesajlarınız, başkasını bilmem ama beni serseme çevirdi. Her seferinde dayak yemiş gibi oluyorum! 5 yıl önceki sanat yönetimi dönemindeki kadar yorgunum yine. Hiçbir Genel Sanat Yönetmeni çok sevilmedi ya da bir kısım sevdi bir kısım sevmedi. Hepsinin aleyhinde şiddetli tartışmalar yaşandı, onların suçu neydi? Eminim siz de GSY olmadan önce bir çok şeyden memnun değildiniz, sevmediğiniz oyunlarda oynamak istemediniz, tiyatroya uzun süre uğramadınız, şimdi ne oldu da "suçlu" avına çıktınız? Niçin "beni sevmeyen ölsün" mealinde açıklamalar yapıyorsunuz? Belki suç sizdedir ve arkadaşlarınızdadır, düşündünüz mü?7- "Enkaz devraldık" demeçlerinizle, siz de diğer Genel Sanat Yönetmenleri'ne ayıp ediyorsunuz, siz de "aile sırlarını" deşifre ediyorsunuz! Israrla "Biz tiyatroyu kurtarmaya geldik" cümlesi kurmanız bu tiyatroda zaten ciddi sorunların olduğunun da bir göstergesi değil mi? Siz olmasaydınız belediye tiyatroyu mu kapatacaktı? Eğer tiyatro sayenizde kapanmadıysa, siz emekli olduktan sonra ne olacak, ne yapacağız? 100 yıllık bir kurum "sayenizde" kurtulduysa aslında dibe vurmasının vakti gelmiş demektir. Dibe vurmalı ki, yeniden, umutla yukarı çıksın. Belki o zaman iki yılda bir sanat yönetimi değişmez, belki o zaman idari yönetimden çok sanat yönetiminin hükmü geçer, belki o zaman, Türkiye gibi, diğer sanat kurumlarıyla birlikte Şehir Tiyatroları da aydınlığa ulaşır.8- Özgür Efe Yeşilpınar arkadaşımızın tiyatroya geri dönmesi için çalıştığınızı duydum, memnun oldum. Umarım başarırsınız! Önceki GSY H. Zafer Şahin'den Özgür'ün tiyatrodan atılmamasını rica etmiştim. Yalnız kalmanın kötü bir duygu olduğunu bildiğim için kendi çapımda destek olmuştum meslektaşıma. Bugün sorunu çözmeye çalışan yardımcılarınız arkadaşımız tiyatrodan atıldığı zaman da kurumdaydı, o zaman akıl edemediler mi! Kendi uzmanlık alanında değerlendirilmek istediğini dilekçe yoluyla ifade ettiği halde, "işe gelmiyor" gerekçesiyle sizden önceki dönemde uyarı cezası bile verilmeden işten atılan Murat İpek için de aynı hassasiyeti gösterirsiniz umarım. Oyun yazan, yöneten, yeteneği olan bir meslektaşımız Murat, kurumun birçok alanında değerlendirilecekken işsiz kaldı. Kurumun kadrolu sanatçısı olan Eftal Gülbudak arkadaşımız annesine bakmakla yükümlü olduğunu belirterek bir süre için izin rica ettiği halde aynı duyarlılığı ona göstermediniz ve ücretsiz izin almak zorunda bıraktınız kendini. Aylardır cebine tek kuruş girmeden yaşamak durumunda kaldı. Ekmekle oynayanın ekmeği olmaz! Yıllardır kuruma ancak galalarda, özel gecelerde uğrayan, sosyal medyada kurumu öven mesajlar yazan ama sıra oyun oynamaya gelince sırra kadem basan oyuncuları da ücretsiz izin almaya teşvik edecek misiniz? Eftal Gülbudak'ın haklı gerekçesine bile tahammül göstermeyen yardımcılarınızdan ikisinin birkaç yıl tiyatroya uğramadıklarını unutmayın lütfen! Fırsat eşitliği hepimiz için geçerli olmalı.Bir sanatçı, kişiliğiyle, üretimiyle var olur; herhangi bir yönetime yakın durarak değil! Buna zorunlu da değilim. Bundan önce de kimseye yakın durmadım, masa arkadaşlığı yapmadım, bundan sonra da yapmayacağım. Ben sadece işimi yapacağım. GSY olarak haklı kararlarınızı saygıyla karşılar, beni mesleğimle cezalandıran her kim olursa karşısına dikilirim.9- Tiyatro arşivinin önemli bir bölümünün kayıp olması sansür kadar vahimdir. En son hangi sanat yönetimi döneminde arşiv taranmış ya da taşınmış, ne olmuş da tiyatronun değerli arşivinin önemli bir bölümü kayıplara karışmış, sahaflarda bulunmuş? Göreviniz dedektiflik değil elbette, ama bunu araştırıp bulursanız tiyatroya çok büyük bir hizmet yapmış olursunuz. Sorumluluğu olanlar mutlaka ortaya çıkartılmalı! Uzmanlar, tiyatro hakkında yazıp çizen insanlar, sansürden daha vahim olan bu konunun peşini bırakmamalı."CeHaPe torpilli" sanatçının hediyesi de mektup oluyor maalesef! "Aile içi sırları" deşifre etmiş birine sizin de bir yeni yıl hediyeniz olacaktır mutlaka! Olsun, ben göze aldım. Bildiğim, sizinle ve sizden sonra da saygıyla, sevgiyle, özenle işimi yapmaya devam edeceğimdir. Şehir Tiyatroları'nın gelenek ve göreneğine az buçuk yetiştim, iyi olanları öğrendim, iyi görmediklerimden uzak durdum. "Kol kırılır yen içinde kalır" geleneği iyi bulmadığım bir söylem. Bu sözün söylendiği her ailede ciddi zorunlar yaşandığını düşünürüm. Belki sizi gücendirdim, kızdırdım ama buna mecbur bırakıldım! Öyle hışımla "suçlu" avına çıktınız ki, konuyla alakam olmadığı halde "suçlu" benim demek istedim. Şimdi benim gibi düşünen diğer sanatçıların da "biz de suçluyuz" diyerek ayağa kalkmaları ne güzel olurdu, ama boşuna hayal kuruyorum; bu ancak bir film sahnesi olabilir! Öyle her şey yolunda gitmiyor Erhan "Abi"cim!Sevgiler...Saygılar...Hülya Karakaş

30 Aralık 2014 Salı

‘Harflerin Aşkı’na dair...

Uğur Derman’ın hazırladığı ‘Harflerin Aşkı’ adlı hat koleksiyonu kitabı, geçtiğimiz hafta Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde tanıtıldı. Programın en önemli özelliği, geleneksel sanatlar camiasında henüz oturmayan ‘galeri, sanatçı ve koleksiyoner’ üçgeni arasındaki bağın yavaş yavaş kurulduğunu göstermesiydi. Zira 2013’te ilki gerçekleştirilen All Arts İstanbul, bu nedenle yapılamıyor.İlgilileri fark etmiştir fakat gözden kaçıranlar için söyleyelim. Modern sanatlarla geleneksel sanatları buluşturmak amacıyla 18-21 Nisan 2013’te ilki düzenlenen All Arts İstanbul, 2014 yılında yapılmadı ya da yapılamadı. Fuarın düzenleyicisi, dokuz yıldır giderek büyüyen modern sanat fuarı Contemporary İstanbul’un (CI) yönetim kurulu başkanı Ali Güreli’ydi. Bu yılki CI’da görüştüğümüz Güreli’ye, 2014’te All Arts’ı neden yapmadıklarını, bundan sonra yapıp yapmayacaklarını sorunca şu cevabı verdi: “CI’da galeri, sanatçı ve koleksiyonerden oluşan üçgen arasında oturmuş bir bağ var. Müzayedeler ve müzeler de bu bağın tamamlayıcısıdır. İlk All Arts İstanbul tecrübemizde şunu gördük: Geleneksel sanatlar camiasında bu ticari ilişkiler kurulmamış. Henüz oturmuş bir ticari platform yok. Fuarlarımızı ayakta tutan iki şey vardır. Birincisi galerilerin ödediği ücret, ikincisi sponsorların verdiği ücret. İkisi bir araya gelince fuarı gerçekleştirebiliyoruz. All Arts’ta galerileri cezbedemedim, çünkü bu ilişkiler oturmadığı için fuarda ne kadar satış yapacağını tahmin edemediler. Sanatçıların zaten çok fazla gücü yok. 90 sanatçıya bilabedel yer verdik ki, sanatçılar CI’da yaşadığımız heyecanı görsün.” Peki bundan sonra ne olacak? Güreli’ye göre All Arts’ın tekrar gerçekleşebilmesi için tek yol belediyenin ya devletin destek vermesi. İstanbul Kongre Merkezi’ne fuar için 150 bin Euro kira ödediklerini ve yaklaşık 500 bin TL zarar ettiklerini söyleyen Güreli, “Tüm bunlara rağmen yine de devam kararındaydık fakat ülkemizde Gezi ile başlayan, devamı gelen diğer olaylar da bizi korkuttu.” diyor.Kerem Kıyak/Hat Koleksiyoneri: “Hüsn-i hat’a ilgim 15 sene önce başladı. İlk zamanlarda finans sektöründe çalışan biri olarak tamamen yatırım maksadıyla hareket ediyordum. Zamanla bulabildiğim bütün kaynakça kitapları ve makaleleri okumaya başladım. Hatta”ların hayatları ve eserlerine dair hikayeleri beni etkiledi ve bu etki zamanla aşka dönüştü. Başlangıçta her koleksiyoner gibi ben de acemice eserler alıyordum Daha sonra hocalarım yardımcı olmuşlardır. Eserleri katalogda toplamak ve sergi fikri 5-6 sene önce oluştu. Koleksiyonumdaki kıt’aların, levlahaların, mushafların ve delailül hayratların her birinin ben de anısı vardır. Bir yolcu ve hancı misali onları korumayı, gelecek nesillere ulaştırmayı kendime görev edindim. Umarım layık olabilirim.”Şu durumda All Arts İstanbul’un akıbeti meçhul fakat, Ali Güreli’nin bahsettiği geleneksel sanatlar camiasındaki galerici, sanatçı ve koleksiyoner arasındaki ilişki yavaş yavaş oturuyor. Bunun en canlı örneğini geçtiğimiz perşembe akşamı Üsküdar Belediyesi’nin Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlediği “Harflerin Aşkı” adlı hat koleksiyonu kitabının tanıtımında gördük. Uğur Derman’ın kaleme aldığı 444 sayfalık kitapta, finans sektöründe çalışan iki işadamı Kerem Kıyak ve Mustafa Balcı’nın koleksiyonu tanıtılıyor. Programda Uğur Derman, Bora Keskiner ve hattat Mehmet Özçay’ın yaptığı konuşmalar, bu ilişkilerde ne kadar geç kalındığını ve alınan mesafenin hangi kilometresinde olduğunu gösteriyor. 15 yıl önce hat koleksiyonu yapmaya başlayan Kerem Kıyak ve Mustafa Balcı, İstanbul’da Özçay, yurt dışında Keskiner danışmanlığında eser alıyor. Bu dayanışmanın ve bilincin tüm koleksiyoner ve sanatçılar arasında kurulması ve galerilerin de işin içine girerek camianın ayakları yere basan bir ekonomi oluşturması geleneksel sanatların geleceği açısından önemli…(Soldan sağa) Bora Keskiner, Uğur Derman, Mehmet ÖzçayProf. Uğur Derman: “Şunu samimiyetle itiraf etmeliyim ki; bu yaşıma geldim, bir koleksiyon ve o koleksiyonun kataloğu için böyle bir toplantıyı bizim tarihimiz kaydetmiyor.” Mehmet Özçay (Hattat): “2008’de ilk defa bir müzayedeye eserimi koymuştum. Aşk-u Meşk adlı eserimi kendisini gıyaben tanıdığım Kerem Kıyak’ın aldığını öğrendim. Bilahare başka bir müzayede salonunda kendisine bizzat görüşmek ve tanışmak fırsatını buldum. Doğrusu Kerem Bey’i, hat sanatına karşı çok aşklı ve şevkli gördüm. Bu aşkla çok güzel eserler aldı. Bunların bir kısmı çok nadide, belki tek denilebilecek eserler. Kerem Bey, müzayede salonlarının en heyecanlı aktörü olarak bilinir. Allah şevkini bozmasın, sayılarını artırsın. Hat koleksiyonerliği hat sanatı ve geleceği için önemli bir husus. Henüz istenen sayıda olmasa bile çok değerli koleksiyonerlerimiz var. Çok güzel koleksiyonlar yapıyorlar. Bu güzel bir gelişme. Hat sanatı bir zamanlar maddi değer itibarıyla yerlerde sürünürken şimdi değer ve itibar görüyor. Bu hakikaten yüreğimize su serpiyor. Bu durum, yeni koleksiyonerlere de teşvik olur diye ümit ediyorum.”Bora Keskiner (Ekspertiz, sanat danışmanı): “İslam sanatının en yüksek formu olan hat sanatının neşv-ü nema ettiği dünyada merkezler vardır. Bağdat (Abbasi), Kahire (Memluk), Bağdat (Karakoyunlu dönemi), Tebriz (Akkoyunlu dönemi), Herat (Timur İmp.), Tebriz (Safevi) var. İnanılmaz kıymetli eserler bu merkezlerde üretilmiştir. Bu şehirler İstanbul ile kıyas edildiğinde yıldızın yanındaki güneş gibidirler. İstanbul özellikle 500 yıl boyunca bu sanatın en mühim merkezlerinden biri olmuş ve gerek hattat sayısı, gerek diğer kitap sanatları ve üretilen eser sayısıyla bu saydığım mühim merkezleri fersah fersah geçmiştir. Cumhuriyetle beraber Latin harflerine geçilince bu çok önemli birikimin kıymeti biraz gölgelendi. Bu dönemde bu işi ayakta tutan ve bugünlere getiren insanları rahmetle yâd ediyor ve Kerem Kıyak gibi koleksiyonerler, hocalar ve hattatlar sayesinde bu sanata sahip çıkıldığını ve bu şevkin arttığını günden güne görüyoruz.”

29 Aralık 2014 Pazartesi

‘İstanbul’un üç rengi’ Kadıköy’de buluştu

Ressam Cemal Toy, Mustafa Başarır ve Bayram Muz, Kadıköy’de yeni açılan Sandwich Lab Sanat Galerisi’nin ilk sergisinde buluştu. ‘İstanbul’un Üç Rengi’ adlı sergide, üç sanatçı üç büyük medeniyete beşiklik eden İstanbul’un kültürel mirasını, dokusunu ve tarihini farklı malzemelerle anlatıyor.Küçük Ayasofya Camii’nin karşısında küçük bir resim atölyesi vardır. Atölyenin önünde sergilenen İstanbul panoramaları, Anadolu kadınları, dervişler ve Türk evleri temalı resimler hemen gözünüze çarpar. Özellikle İstanbul panoramaları muazzamdır. Ressam Cemal Toy, meraklı bakışlarla kendisini izleyen turistlerden hiç etkilenmeden çizmeye devam eder. Bazen bir Mevlevi, bazen bir cami, bazen bir başka İstanbul silüeti... Yıllardır Küçük Ayasofya’yı bırakmadan, her cumartesi-pazar adeta bir ibadet vecdi ile resim yapar. Toy, “Eserlerimde daha çok İstanbul temasını işliyorum. Üç büyük medeniyete beşiklik eden bu şehrin geçmişten günümüze olan kültürel mirasını eserlerimde yaşatmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de geleneksel sanatlarımızla modern resmin bir sentezini uyguluyorum.” diyor. İstanbul’u görmeye gelen yabancılar, onun atölyesini ve resimlerini bilir de, bizim sanat çevrelerinin bir kısmı Toy’u görmezden gelir. 1991’de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim bölümünden mezun olduktan sonra Sultanahmet’te atölye açan ressam Cemal Toy, bu durumdan hiç şikayetçi değil. Nedenini şöyle açıklıyor: “Bugüne kadar 10 kişisel sergi açtım ama her yerde açamıyoruz. Türkiye’de belli galeriler belli kişilerin elinde. Ben akademi mezunuyum, 25 yıldır bu işi yapıyorum, hâlâ bazı ünlü galeriler referans olarak akademideki eski hocaları istiyorlar. Şikayetçi değilim bu durumdan, Sultanahmet’te atölyem var, dünyanın her yerine eserimi ulaştırıyorum. 2005’ten beri Fransız okullarında sergi açıyorum, bu yıl Almanya’da iki, Fransa’da üç sergim oldu.”Sanatçı, o mütevazı atölyesinde bugüne kadar pek çok öğrenci yetiştirdi, yetiştirmeye de devam ediyor. Geçtiğimiz cumartesi günü yine bir öğrencisine destek vermek amacıyla, suluboya ustası Bayram Muz ve ressam Mustafa Başarır ile birlikte, karma sergide bir araya geldiler. Kadıköy sanatçılar sokağı olarak bilinen Ali Suavi Sokak’ta yeni açılan Sandwich Lab Sanat Galerisi’nin ilk sergisi, “İstanbul’un Üç Rengi”, farklı dünya görüşlerinden üç sanatçıyı buluşturdu. Galeri, Cemal Toy Resim Atölyesi’ne on yıldır devam eden Başak Başarır’a ait. Üç sanatçı sergide, üç büyük medeniyete beşiklik eden İstanbul’un kültürel mirasını, dokusunu ve tarihini suluboya, yağlıboya ve akrilik olmak üzere üç farklı malzeme ile anlatıyorlar.Mustafa Başarır, yıllarca Cemal Toy atölyesinde resme emek verdi. Daha önce 4 kişisel sergi açan Mustafa Başarır’ın resimleri de ilgilisine çok şey anlatır. Sanatçı tuvaline dokundukça kâh martı olur, kâh deniz; kâh adalara düşer gönlü, kâh Boğaz’ın engin duruluğuna… Daha önce 7 kişisel sergi açan ve 1 karma sergiye katılan Bayram Muz ise suyu boyaya, boyayı İstanbul’a katıp İstanbul’u renk renk eskizlere işleyen usta bir sanatçı. Bir vapurun dumanı, Kızkulesi’nin denizle dansı, Boğaz’ın maviliği, gökyüzünün bakır rengine teslim oluşu, küçük sokaklarda ve geniş meydanlarda gizli İstanbul’un canlılığı Muz’un resimlerini süsler. 70 eserin yer aldığı ‘İstanbul’un Üç Rengi’ sergisi 25 Ocak’a kadar açık kalacak. 0216 330 39 36, (www.cemaltoy.com)

27 Aralık 2014 Cumartesi

Merâgî yılı sessiz sedasız sona eriyor

UNESCO, 2014 yılını Abdülkadir Merâgî yılı ilan etmişti. Peki bu senenin bitmesine sayılı günler kala, 600 yıl önce, müzikoloji alanında en önemli eserlerden Makâsid’ül Elhân’ı yazan Merâgî ile ilgili ne yapıldı? Cevabı Gazi Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı Müdürü Prof. Dr. Gülçin Yahya Kaçar veriyor: “Sadece bir iki konuşmayla Merâgî yılını maalesef geçirdik.”ÜNAL LİVANELİ ANKARA-Türk müziği bilgini ve bestecisi Abdülkadir Merâgî (1353-1435) UNESCO’nun 2014’ü Merâgî Yılı ilan etmesiyle gündeme geldi. Dünyanın birçok ülkesinden müzik araştırmacıları Merâgî’nin eserlerini inceleyip hakkında makaleler yazıyor. Farklı ülkelerde Itri ve Dede Efendi ile birlikte eserleri en çok dinlenen Türk bestecilerden biri olan Merâgî, ülkemizde Türk müziği araştırmacı ve icracıları dışında yeterince tanınmıyor. Gazi Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı Müdürü Prof. Dr. Gülçin Yahya Kaçar, “Avrupa ve dünyada Batı müziği ile uğraşanlar gerçek Türk musikisine ulaşabiliyor. Merâgî ve Itri’nin bestelerini onlar dinliyor ama Türkiye’de maalesef bilinmiyor.” diyor.Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Abdülkadir Merâgî’nin müzikoloji alanındaki eseri “Makâsid’ül Elhân”ın yazılışının 600. yıldönümünü bu yılki ‘anma ve kutlama’ yıldönümleri arasına aldı. Gülçin Yahya Kaçar, UNESCO’nun bu adımına rağmen 2014’te ülkemizde Merâgî’yle ilgili bir elin parmakları kadar az çalışma yapıldığını ifade ediyor. 12 sanatçı ve akademisyenin desteği ile Merâgî’nin eserlerinden oluşan müzik albümü hazırlayan Kaçar, “Sadece bir iki konuşmayla Merâgî yılını maalesef geçirdik.” diyor. Türk müziği üzerine araştırma yapan dünya çapında araştırmacıların Merâgî ile özel ilgilendiğini anlatan Kaçar, şu bilgiyi veriyor: “Türk musikisini araştıranlar, Safiyüddin’den sonra ikinci adres olarak ona müracaat ediyorlar. Çok detaylı çalışıyor olmaları bana ilginç geldi. Osmanlıcayı çok iyi okuyorlar. Bütün Türk musikisi edvarına hakimler.”Gazi Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı Müzikoloji bölümünden Yrd. Doç. Dr. Recep Uslu ise 2000’li yıllarda başlayan Merâgî ile ilgili bilimsel çalışmaların geç kaldığını belirtiyor. Kültür çalışmalarının birkaç kişinin omzunda gitmeyeceğini söyleyen Uslu, Merâgî’nin geniş kitlelere ulaşması için özel gayretler gerektiğini belirtiyor. Konserlerin geniş kitlelere ulaşmada bir yöntem olabileceğini hatırlatan Uslu, “Merâgî eserlerini Farsça yazdığı için sözleri bilmeyenlere garip gelebilir. Timur ve II. Murad’a yazdığı Türkçe besteler var. Kendi gitmeden oğluyla II. Murad’a övgü dolu bir eserini göndermesi önemli.” diyor. Merâgî’nin ünlü kitabı Makâsid’ül Elhân’dan bir sayfa Mezarının yeri bilinmiyor Hace İbnü’l-Gaybi olarak da bilinen Abdülkadir Merâgî, İran’nın Merâga şehrinde dünyaya geldiği için bu isimle anılıyor. 10 yaşında hafız olan Merâgî, babasından Arapça, Farsça, hat, şiir, edebiyat ve musiki öğrenmiş. Sultan Ahmet Celayir, Timur ve Şahruh’un saraylarında müzik icra etmiş. Sultan II. Murad’a ithaf ettiği “Makâsid’ül Elhân” adlı eserini oğlu Abdülaziz ile birlikte Osmanlı sarayına göndermiş. Halen TRT repertuvarında Abdülkadir Merâgî’ye ait olarak kayıtlı 25 eser bulunduğu biliniyor. Günümüzde unutulan ve zorluğuyla bilinen Nevbeti Müretteb formunda besteler de yaptığı ifade ediliyor. Merâgî’nin aynı zamanda müzik aletleri de icat ettiği rivayetler arasında. Veba salgınında öldüğü için toplu mezarlardan birine gömüldüğü tahmin edilen Merâgî’nin mezarının nerede olduğu bilinmiyor.

26 Aralık 2014 Cuma

Bir ihtimal daha var

Russell Crowe’un ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu Son Umut,Çanakkale Savaşı’na gönderdiği üç oğlunun izini bulmak için İstanbul’a gelen Avustralyalı bir babanın öyküsünü anlatıyor. Oscar’lı oyuncu, yönetmenlikte vasatı aşamasa da kültürel kodlar ve millî hassasiyetler konusunda gayet titiz.1. Dünya Savaşı’nın cephelerinde dolaşmaya devam ediyoruz. Fatih Akın’ın Kesik filminde Ermeni tehciri dolayısıyla Doğu ve Güney cephesine şöyle bir uğrayıp geçmiştik. Son Umut ile sıra batı cephesinde. Doğrusu, son iki yıl içinde gösterime giren üç yerli filmden (Çanakkale Çocukları, Çanakkale 1915, Çanakkale: Yolun Sonu) sonra umudumuzu kesmiş ve Çanakkale defterini kapatmıştık. Bir Anzak torunu olan Russell Crowe, Son Umut / The Water Diviner filmi ile bu defteri yeniden açtı.Gerçek bir olaydan esinlenen filmde, üç oğlunu da Çanakkale Savaşı’na gönderen Avustralyalı bir babanın önyargılarından sıyrılmasını ve savaşın acımasızlığıyla yüzleşmesini izliyoruz. John Connor (Russell Crowe), savaştan dört yıl sonra oğullarının izini sürmek için İstanbul’a gelir. Connor’ın İstanbul’da başlayıp Çanakkale’ye ve oradan Anadolu’ya uzanan arayışında en yakınındakiler ise Osmanlı subayları Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal (Cem Yılmaz) olacaktır.Son Umut, Peter Weir’in Gelibolu (1981) filminin izinden gidiyor. Hatırlanacağı gibi Weir, Anzak askerlerinin kendileriyle hiç ilgisi olmayan bir savaşa katılmak için yaptığı zorlu yolculuğu ve savaşta yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde ele almıştı. Peter Weir’in ustalığından uzak bir ‘ilk film’ olan Son Umut, Gelibolu’nun sonrasına giderek ailelerin yaşadığı acılara ve ‘karşı taraf’a, yani bizim durumumuza da bakmaya çalışıyor.Oyunculuk kariyerinde Oscar heykelciği bulunan Russell Crowe’un yönetmenlik kumaşının çok iyi olmadığını söylemeliyiz. Elbette ki kötü değil, fakat Çanakkale Savaşı’na dair pek bilinmeyen bir sayfayı (ceset, isim ve mezar tespiti) perdeye yansıtan bu hikâye usta bir yönetmenin elinde dünya çapında bir filme dönüşebilirdi. Son Umut, bu haliyle Avustralya, Yeni Zelanda ve Türkiye’de gişeyi hedefleyen ve bu ülkelerin kodlarına göre hazırlanmış ‘yerel’ bir film. Sadece oyuncu seçimleri değil, prodüksiyonu ve hikâye anlatım tercihleri de buna göre şekillenmiş. Epik bir tarihi drama çeken Crowe’un savaşın acımasızlığını göstermedeki becerisi, insan hikâyesini ve vicdanı öne çıkarması dikkat çekici. Bir ilk film olarak ortalamayı yakalasa da anlatım dilinde ve hikâye kurmada sıkıntıları var. Bunların bir kısmı senaryo kaynaklı iken, işin diğer tarafında yönetmenlik var. Ayrıca Ayşe’nin (Olga Kurylenko) hikâyesi bir türlü yerli yerine oturmuyor, genel tabloda yama gibi duruyor. Oyunculuk bahsinde Russell Crowe, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz ‘uluslararası’ bir performans sergilerken, Olga Kurylenko tıpkı oynadığı karakter gibi biraz sırıtıyor.Son Umut’un bizi şaşırtan ve takdiri hak eden yönü ise kültürel kodları yakalamadaki başarısı. Çanakkale Savaşı’na bizim gözümüzden (yönetmene göre ‘öteki’) bakabilmesi, 1920’lerin İstanbul’unda, Cumhuriyet arefesindeki günlük hayata ve kültürel detaylara dikkati, ‘millî hassasiyetlerimize’ yaklaşımındaki titizliği bizdeki bazı yönetmenlere ders olarak okutulabilir. Osmanlı’yı incitmeden, yeni kurulacak Cumhuriyet’e, Mustafa Kemal’e, dini ve kültürel değerlere, hepsine birden gereken vurguyu ihmal etmeyen bir denge ve detay dikkati var filmin. Bu yaklaşım gururumuzu okşasa da, filmde Yunanlıların Karayip Korsanları’ndan fırlamış çapulcu halleri de ‘karşı kıyı’da rahatsızlığa sebep olabilir.

25 Aralık 2014 Perşembe

‘Arşivlerimiz ne yazık ki çok darbe yedi’

Dün bu sayfada yayımladığımız, “Araştırmacılar, Osmanlı Arşivleri'ne dava açıyor” haberimiz ses getirdi.2 Haziran 20123'te Sultanahmet'ten Kağıthane'deki dere yatağına taşınan Başbakanlık Osmanlı Arşivleri etrafındaki tartışmalar devam ediyor. Duayen tarihçiler, sürecin ilk başında Kağıthane'nin doğru bir tercih olmadığını ifade etmişti. Ama şimdi hepsi ‘bizi kimse kaale almadı' diyerek sitemlerini dile getiriyor, konuyla ilgili pek konuşmak istemiyorlar. Olayın peşinde artık genç araştırmacılar ve doktora öğrencileri var. Arşivdeki nem durumunun son fotoğraflarını onlar çekiyor, belgeliyor. Fakat hepsi büyük bir korku içinde. Eğer kimlikleri anlaşılırsa, bir daha arşivlere alınmama ve tezlerini bitirememe endişesi taşıyorlar. Gelinen bu noktayı, üç isme sorduk. ‘İçim yanarak söylüyorum, büyük ihmal var’Agah Oktay Güner (Eski Kültür Bakanı-Türkiye Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı-TESAK Başkanı): Arşivler bir milletin hafızasıdır. Bizim arşivlerimiz ne yazık ki, çok darbe yemiştir. Yeniden kâğıda dönüştürülmesi için Bulgaristan’a gönderilmek istenen arşivlerimizi, Osmanlıca bilen bir demiryolları memuru fark etmiş, amirlerini ikaz etmiş ve o cinayet onun himmetiyle durdurulmuştu. Arşivlerimizde içim yanarak söylüyorum, çok büyük ihmal vardır. Mao karşısında, mağlup olacağını anlayan Chiang Kai Shek, önce karısını kızını değil, arşivleri Formosa’ya (Tayvan) kaçırmıştır. Formosa’ya bir konferansa davetliydim, o vesileyle gördüm. Elyazması bütün eserler, özel ağaçtan yapılmış kutuların içinde saklanıyor. Ve bu kutular bir ayrı bölmede ve odada muhafaza ediliyor. Tabii ki dere yatağına, rutubetli yere arşiv yapılmaz. Ne olacak otelden, AVM’den! Bir millet medeni eserleriyle ayakta kalır. Ama bunun için o millete mensup olmanın şuurunda olmak lazım. Araştırmacıların üzerindeki baskı konusuna hiç girmeyelim, çocukların başı belaya girer.Arşiv her halükârda sur içinde olmalıProf. Dr. Ali Akyıldız (29 Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü): Arşiv, sur içinde olmalıdır. Şu anda Kağıthane’deki binaya kimse gidemiyor. Hocaların ayağı oradan kesildi. Oysa, Arşiv bir akademiydi eskiden; öğrenciler hocalarla orada görüşür; sorularına cevap ararlardı. Ben taşındığından bu yana bir kere gittim, o da öğrencilerime Arşiv’i gezdirmek için. Biz ve diğer meslektaşlarımız bu problemleri daha önce dile getirdik, fakat kimse kaale almadı. Yerin belirlenmesi siyasi otoriteye ait bir seçim. Yurt dışında da şehirlerin dışında arşivler var ama ulaşımı kolay olduğu için sorun olmuyor. Altyapıyı hazırlamadan böyle bir şey yaparsanız bu şekilde insanların ayağı çekilir. Genç araştırmacıların yaşadığı baskıyı, korkuyu bilemiyorum ama arşiv her halükârda sur içinde olmalı.Arşivin sahibi bu millet ama ülkede tuhaf şeyler yapılıyorSemavi Eyice (Sanat tarihçisi): Arşiv’in Sultanahmet’ten Kağıthane’ye taşındığını birkaç ay önce öğrendim. Açıkçası hayret ettim. Gülhane’deki eski askerî hastane restore edilip aslında oraya taşınacaktı. Öyle bir düşünce vardı, bir türlü bu uygulanmadı diye düşünüyordum ki çoktan taşınmış. Vallahi Kağıthane’de olmasına ben de pek taraftar değilim. Niye orası tercih edildi, kimin aklına geldi bilmiyorum? Bizim memlekette birçok şey ‘ben yaptım oldu’, oluyor. Genç araştırmacıların yaşadığı korkuya ben karışmam, Arşiv’in sahiplerinin bileceği bir şey. Arşiv’in sahipleri bu millet tabii ama ülkemizde tuhaf şeyler yapılıyor.

24 Aralık 2014 Çarşamba

Araştırmacılar, Osmanlı Arşivi’ne dava açıyor

İki yıl önce Sultanahmet’ten Kağıthane’ye taşınan Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde sular durulmuyor.Nemlenmiş tarihi belgelerin ve depo duvarlarının görüntülerinin ortaya çıkmasından sonra şimdi de bir grup araştırmacı, TMMOB Mimarlar Odası’nın öncülüğünde Başbakanlık Devlet Arşivleri Osmanlı Daire Başkanlığı’na dava açmaya hazırlanıyor. Çoğu doktora öğrencisi olan araştırmacılar, önceki akşam TMMOB Mimarlar Odası’nın Karaköy’deki İstanbul Büyükkent Şubesi’nde bir araya geldi. Toplantının amacı, Osmanlı belgelerinin muhafaza edildiği Kağıthane’deki bina ve burada aldıkları hizmete ilişkin son bir senedir yaptıkları gözlemleri paylaşmak, belgelerde vuku bulan deformasyon, binadaki çatlak, su sızıntıları vs. gibi endişe verici gelişmeler karşısında atılabilecek adımları tartışmaktı. Tezleri için yılın 4-5 ayını arşivin okuma salonlarında geçiren araştırmacılar, Osmanlı Arşivleri’nde nemli hatta bazen su kabarcıkları birikmiş tarihi belgelerin önlerine getirilmesinden, su damlayan okuma salonlarından, kanalizasyon borusu geçen depolardan ve nemden kabarmış duvarları görmekten rahatsız.Araştırmacılar, Mimarlar Odası’ndaki bu toplantıların ilkini geçtiğimiz temmuzda yapmış ve burada aldıkları karara göre Mimarlar Odası yetkilileri ile birlikte binanın her yerini görmek istediklerini İstanbul Valiliği ile Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’na iletmişlerdi. Süreci, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Sekreteri Ali Hacıalioğlu şöyle anlatıyor: “İstanbul Valiliği’ne ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yazıp konuyla ilgili bilirkişi heyeti oluşturulması ve onların belirleyeceği tarihte, onların da istediği kişilerle birlikte arşivi ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Amacımız, arşivin durumuyla ilgili kamuoyunu aydınlatmak ve iddiaların doğru olup olmadığını yerinde görmekti. Cevap gelmedi. İsteğimizi tekrarladık. Bu kez Valilik cevap verdi ve Devlet Arşivleri’ne ‘konuyla ilgili ne yapıyorsunuz, bana ve ilgililerine cevap verin’ diye bir yazı gönderdi. Bunun üzerine arşivden bize, ‘Kağıthane ilçesinde inşa edilen arşiv sitemizde belge muhafazası için her türlü modern tedbir alınmış ve otomasyon sistemiyle kontrol edilmektedir. Sistemde nem alma ve nem verme dünya standartlarına göre yapılmaktadır. Belgeler üzerinde olumsuz durum oluşturacak herhangi bir durum bulunmamaktadır.’ diye iki ay önce bir cevap verdi.”Standartlara uygun değilAraştırmacıların iddialarına göre, arşivde dünya standardına uygunluk söz konusu değil. Adını vermek istemeyen bir araştırmacı, “Uluslararası Arşiv Konseyi’nin (International Council on Archives-ICA) standartlarına göre arşiv binası yapılması düşünülen yerin seçiminde en önemli kriterlerden biri, o mahalde en az 100 yıl öncesine kadar sel ve su baskını yaşanmamış olması şartı var. Kağıthane’de daha geçtiğimiz temmuz ayında sel oldu. Daha eski tarihlere gidilirse Milliyet gazetesinin 19.12.1963 tarihli sayısındaki habere göre Kağıthane’de halk selden dama çıkmış ve insanlar sandallarla kurtarılmış. Fotoğraflarıyla birlikte görebilirsiniz. Bu olayın üzerinden 100 yıl geçmedi.” diyor. Önceki gün alınan karara göre, araştırmacılar ve Mimarlar Odası, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne tekrar dilekçe gönderecek ve bilirkişi heyeti ile birlikte arşivi ziyaret taleplerini yineleyecek. Eğer olumsuz cevap alırlarsa bu kez -önümüzdeki ocak ayının sonuna doğru- yargı yoluna başvurulacak.Toplantı sonunda katılımcıların fotoğraflarını çekmek istedik. Eğer yüzleri görünürse bir daha arşivlere alınmayacakları ve tezlerini tamamlayama korkusu yaşayan araştırmacılar, objektifimize sırtı dönük poz verdi. Bir yanda şakır şakır Osmanlıcaları ile tarihi belgeleri okuyabilmek için çırpınan araştırmacılar, diğer yanda Osmanlıca zorunlu mu yoksa seçmeli mi ders olsun tartışmaları... Yaşananlar oldukça ironik değil mi?Olup biteni anlatan fotoğrafAdını vermek istemeyen bir araştırmacı: “Bu fotoğraflar geçtiğimiz eylül ayında, bina kompleksinin depoya paralel yeraltı katlarında çekildi. Görüntünün alındığı duvarın dibinde kutu kutu boyalar bulunmaktaydı, çünkü yer altından sızan suyun basıncıyla sürekli çatlayan, kabaran duvarlar sık sık boyanıyor, izler üstten kapatılıyor. Depoda ideal nem oranının yüzde 65’i aşmaması gerekirken duvarların hali bu. Sizce arşiv deposunun durumu ne halde olabilir?” Arşivin müdavimleri sürekli gözlem halinde, birçoğu gördüklerini fotoğraflıyor, belgeliyor. Fakat yalana, iftiraya, okullarında mobbinge maruz kalmamak için bunları yaygınlaştıramıyor.

23 Aralık 2014 Salı

Tanpınar ‘maço’ değildi

Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine birçok kitabın yayımlandığı son dönemde Handan İnci'nin Orpheus'un Şarkısı (YKY), yazarın Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur ve Aydaki Kadın romanlarını aşk ve kadın temaları açısından inceliyor. "Tanpınar'ın kadına bakış açısı ne ‘maço'dur ne de geleneksel" diyen İnci, yazarın bu konudaki yaklaşımının tamamen 'poetik' olduğunu söylüyor.Son kitabınız Orpheus'un Şarkısı'nda Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dört romanını Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur ve Aydaki Kadın'ı aşk ve kadın izlekleri ekseninde Proustvari bir bütüncül roman dünyası iddiasıyla okuyorsunuz. Ama romanlara yaklaşırken temel kaynaklarınız, Tanpınar'ın mektup, günlük ve denemeleri. İlk olarak aşk ve kadın merkezli bu bütüncül roman iddiasını ve elbette yazarın kişisel metinlerinden yola çıkıp kurgu dünyasını değerlendirmenizi sormak isterim. Kitabın girişinde de söylediğim gibi, çalışmada ana malzemem ve temel kaynaklarım Tanpınar'ın metinleridir. Ortaya koyduğum düşünceyi, doğrudan doğruya Tanpınar'ın romanları üzerinden inceledim. Bununla birlikte, peşine düştüğüm konuyu yani Tanpınar'da varoluş meselesinin sanata, oradan da aşka ve kadına nasıl bağlandığını anlatırken, bunun yazarın hayatında da karşılığı olduğunu göstermek istedim. Bu noktada, kurgu dışı metinlerini, yani günlük, mektup ve denemelerini de değerlendirdim. Ancak yazarın biyografisine sadece kitabın giriş kısmında değiniyorum, romanları incelerken değil. Mahur Beste'nin aşk ve kadın bağlamlarında merkezî bir roman olduğunu belirtiyorsunuz. Mahur Beste'yi bu denli merkezî kılan özellikler neler? Mahur Beste, Tanpınar'ın tefrika suretiyle de olsa yayımladığı ilk romanı. Kimileri bunun yarım kaldığını söyler, ama kitapta da ileri sürdüğüm gibi ben bu kanaatte değilim. Mahur Beste bitirilebilecek bir roman değil. Öte yandan bu kitap Tanpınar romanları için adeta bir anahtar, bir giriş kapısıdır. Tanpınar'ın romanlarını bütünlüğe kavuşturan, kitapları birbirine bağlayan ilmeklerin uçları bu romanda belirmiştir. Mesela, aşkın bir kader olması, irsiyet bağıyla sonraki kuşaklara aktarılması, aşkı sanat eserini ortaya çıkaran temel güç olarak yorumlamak gibi Tanpınar'ın öteki romanlarının da eksenini oluşturacak konular bu romanla başlar. Talat Bey ile Fatma Hanım'ın aşk hikâyesi için bestelenen ve daha sonraki aşk hikâyelerinin kader müziği olacak “Mahur Beste” bu kitapla birlikte fonda akmaya başlar. Ayrıca, Tanpınar'ın romanlarında izini süreceğimiz kültürel meselelerin hemen hemen hepsi buradadır. Abdülaziz döneminden sonra gündelik hayata daha çok yansıyan medeniyet değiştirme krizi, eski yaşayışı temsil eden ilginç insanlar, tasavvufi kültür, eski musiki, Boğaziçi'nde yalılarda sürdürülen yaşantı bunların başında gelir. Mahur Beste romanını bu anlamda, bizi büyük esere hazırlayan bir uvertür olarak görüyorum. Devamında gelecek olan eserin tonu, temaları için bir ön duyuru gibidir Mahur Beste.Tanpınar'ın kadın meselesine bakışta bazen Ahmet Mithat Efendi'nin bile gerisine düştüğünü, kadını bir aşk “nesnesi” olarak gördüğünü belirtiyorsunuz. Bu problematik bakış kendisinden sonra gelen yazarları nasıl etkilemiştir, Tanpınar bağlamda izi derinleştirilen bir yazar olabilmiş midir?Tanpınar'ın romanlarında kadınların aşk nesnesi olarak görülmesi, romandaki erkek karakterlerin hayata bakış tarzıyla ilgilidir. Kadın ve aşk, bu erkekler için yaratıcılık gücünü besleyen ana damarladır. Aşk vasıtasıyla erkekler, yaşantılarını derinleştiren ve onları sanatsal yaratıcılığın eşiğine getiren bir olgunluğa ulaşırlar. Evet, bu noktada “nesneleşir” kadınlar, hiçbir zaman aşkın öznesi olamazlar. Erkek sever, kadın sevilir. Bu durum, Tanpınar'ın aşk ile sanat arasında kurduğu bağla ilgilidir. Mümtaz örneği üzerinden Tanpınar, aşkı yaratıcı erkeğin dilini bulmasını sağlayacak bir “ruh disiplini” olarak tanımlıyor. Tabii bu gücün sadece yarım kalmış, yakıcı bir aşk sayesinde kazanılabileceğini de ekliyor. Bu yaklaşımı yazarın günlüğünde de görüyoruz. ‘Aşk gidince şiir kapıları yüzüme kapandı' derken, yazabilme gücünü aşktan ürettiğini söyler bize. Günlüğün son sayfalarında ise neredeyse bütün eserlerini bir kadına duyduğu aşka bağlamış, ‘külliyatım onundur' diyor.Benim Tanpınar'ı Ahmet Midhat'ın gerisine düşmüş gördüğüm nokta ise farklı. Tanpınar, romanlarındaki kadınları âşık olunanlar ile cinsellikleri için birlikte olunanlar diye melek/şeytan kategorisinde ikiye ayırmıştır. Üstelik Tanzimat dönemi yazarları dediğimiz ilk romancılar gibi üzerinde toplumsal bir baskı olmadığı halde, ikinci gruptaki kadınların hemen hepsini gayrimüslimlerden seçerek yapar bunu. Gerçi Tanpınar'ın kadına yüklediği kültürel anlamı düşünürsek bir ölçüde anlaşılabilecek bir durumdur bu. Tanpınar için âşık olunacak güzel kadın “bize ait değerler” dediği bazı aidiyetleri temsil eder. Bu değerler içinde Türkçeyi güzel konuşması, klasik Türk musikisinden anlaması, İstanbullu olması, Boğaziçi'nde yaşaması, köklü bir aileden gelmesi, tasavvufi kültüre yakınlığı başta gelir. Bu nitelikleri taşımayan kadınlara âşık olmaz Tanpınar'ın erkekleri, güzelseler eğer, sadece fiziksel olarak etkilenirler.“Tanpınar'ın romanlarında (Sabiha-Cemal hariç) platonik aşk yoktur.” yargınıza Selim İleri'den itiraz tonunda bir karşılık geldi. Neler söylemek istersiniz?Bu bir yargı değil Tanpınar romanlarının olgusudur. Evet, Tanpınar'ın romanlarında Sabiha-Cemal dışında platonik aşk yoktur. Yazarın bu konudaki önemli düşüncelerinden biri de budur. Tanpınar, ancak uzviyetler birbirini tanıdıktan sonra devam edebilen duygunun aşk olabileceğini söyler. Sanırım Selim İleri'nin itirazı tam olarak bu noktada değildi. Bu konuyu bir sohbet sırasında konuştuk da kendisiyle. Selim İleri'nin kitaba dikkatini çok değerli buluyorum, ancak Selim Bey'le Tanpınar üzerine de bir görüş ayrılığımız var. Ona göre Tanpınar aslında Mümtaz gibi değil, Mümtaz'ın temsil ettiği sevme ve yaşama modeline bir karşıt örnek olarak ortaya koyduğu yardımcısı Mehmet gibi olmak, aşkını onun gibi “doludizgin yaşamak” istemiştir. Bilirsiniz, sadece aşkı değil, gündelik hayatın en küçük sahnesini bile tablolara, edebiyat eserlerine, heykellere uzanan pek çok atıfla birlikte idrak eden soyutlamacı, benzetmeci Mümtaz'a karşılık, Mehmet hayata ve sevdiği kadına yalınkat bakan sade, yüzeysel biridir. Zihnini dolduran imgelerle değil, bedeninin ihtiyaçlarıyla yaşar. Tanpınar'ın romanları da kendisi için yazdıkları da ortadadır. Günlüğünde çizdiği yazar portresi (tabii bize gösterdiği kadarıyla) ve kurguladığı erkek karakterlerin romansal gerçekliği Selim İleri gibi düşünmemi engelliyor. Verili olanın çok ötesine geçen bu yorumu ‘aşırı' buluyorum. Söylediğim gibi, benim bu kitapta ileri sürdüğüm her görüş Tanpınar'ın metinlerinden alınmış cümlelere dayandırılır. Başka bir kaynağa atıf yapmaya ihtiyaç duyulmayacak kadar metnin içinden çıkarılmış olgulardır hepsi. Aslına bakılırsa ben bile yorum yapmadım. Sadece belirli bir düşünce etrafında Tanpınar'ın kaleminden çıkmış metinleri bir araya getirdim ve bu düşüncemi somutlaştırdım, hepsi bu. Bu nedenle Selim İleri'nin de Tanpınar'ın aslında Mehmet gibi erkekleri idealize ettiğine ve Mümtaz'ın da Mehmet gibi yaşamak istediğine dair yazarın metinlerinden bir şeyler göstermesini beklerim. Selim İleri bu sonuca yazarlık sezgisinin gücüyle varmış ise, şahsi bir yorum olarak kalır.Bugüne değin sosyal ve siyasal yaklaşımlarla (Doğu-Batı çatışması, toplumsal değinmeler) değerlendirilmiş ve adeta bir fetiş konumuna yükselmiş Tanpınar için Opheus'un Şarkısı yeni, yepyeni bakış geliştiriyor. Bu yaklaşımınızı geliştirirken andığım dört romanın kurgusunu adeta çoğaltılan bir şablon düzeyine indirgiyorsunuz. Öyle ki bazı romanlarda daha öncekilerde kullanılan cümlelerin tekrarıyla karşılaştığınızı söylüyorsunuz. Bu durum, esaslı meselelerin büyük yazarı Tanpınar imgesine, algısına zarar verebilir mi?Tanpınar'a “yepyeni bir bakış” getirdiğimi söylemeniz beni sevindirir, ama bu bakış dediğiniz gibi “esaslı meselelerin büyük yazarı” imgesine hiç de zarar verecek bir durum değildir. Tam tersine, çok daha güçlendiriyor bu imgeyi bence. Tanpınar'ın gücü ve büyüklüğü, aslında hep aynı romanı yazdığı halde, bizi her defasında bambaşka bir dünyaya açabilmesidir. Malzemesini ve düşüncelerini hem tekrarlıyor, hem de yeniliyor Tanpınar. Bütün büyük edebiyatçıların yaptığı da budur. Sözünü ettiğim tekrarlar ise sadece bu konuya odaklanmış bir eleştirel bakışın görebileceği ayrıntılardır. Kitabı basılmadan önce okuyan muteber Tanpınar araştırmacılarından Prof. Dr. Orhan Okay, işaret ettiğim tekrarlara şaşırdığını, bunların bir kısmını daha önce fark etmediğini söylemişti. Yani bu konuda yazar için endişelenmemize gerek yok.Tanpınar'ın entelektüel birikiminin kadına ve aşka yansımadığını; bu meselelere daha çok geleneğin, tevarüs edilmiş bir kültürün içinden baktığını söyleyebilir miyiz? Bakın bu çok ilginç, kitabı okuyanlar içinde Tanpınar'ı amiyane tabirle ‘maço' bulduğunu söyleyenler de oldu, kadına karşı toplumdaki yaygın ‘erkek bakışı' temsil ettiğini söyleyenler de. Sanırım bu ‘okur'la ilgili bu durum. Tanpınar'ın kadına bakış açısı ne ‘maço'dur ne de geleneksel. Kitapta ayrıntılarıyla gösterdiğim gibi, tamamen “poetik” bir yaklaşımdır onunki. Evet, Tanpınar romanlarında kadını toplumsal hayatın bir parçası olarak ele almaz. Kadını kendi sorunları, sorumlukları içinde birey olarak işlemez. Belki sadece Sahnenin Dışındakiler'de Sabiha ile biraz bu konuları yoklar, ama orada da temel izlek, “uğruna bir ömrün adandığı sevilen kadın”dır. Tanpınar'ın romanlarında ön plandaki kadınların varlık sebebi sadece “sevilen kadın” olmalarıdır. Onlar, hayata estet gözlerle bakan erkeklerin “rüya kadınlar”ıdır. Nitelikli, güzel ve sessizdirler. Bu kadınları kendileri olarak değil, âşık erkeklerin gözünden tanırız, yani dönüştürülmüş olarak. Bunun da nedeni Tanpınar'ın kadın-aşk ve sanat eseri arasında kurduğu etkileşim zinciridir.Tanpınar çalışmaları özellikle Orpheus'un Şarkısı vesilesiyle bundan böyle tek renklilikten sıyrılıp çeşitlenebilir mi, akademi dünyasında böyle bir arayış gözlemliyor musunuz?Tanpınar üzerine çalışmalar kendine ait bir kulvar açacak kadar arttı ve ciddi bir literatüre dönüştü. Benim kitabımdan öncekilerin tek renkli olduğunu söylemem haksızlık olur. İçlerinde yazara yeni, taze bakışlar getiren çalışmalar da var, tamamen öncekileri tekrar edenler de. Hakkındaki makaleler ve kitaplar, sayı olarak fazla görülse bile üzerinde daha çok çalışılması, metinlerinin daha fazla kurcalanması gereken bir yazardır Tanpınar. Bütün büyük yazarlar gibi yeni yorumlara açıktır. Kitabımın girişinde de söylediğim gibi ben sadece kişisel açıdan, bir okur olarak Tanpınar'da ilgimi çeken, yazmaktan zevk alacağım konuların üzerine gidiyorum, devam da edecek bu.

22 Aralık 2014 Pazartesi

Nedim Saban: Sanattan çok korkuyorlar

Aziz Nesin, Zübük’ü 1960’lı yıllarda yazdı. Oyun 2016’da geçiyor, semt ise Beylikeğrisi. Beylikdüzü neden eğri oldu?Tarih 2016 buçuk aslında. Buçuğu da var. Bugünü değil, geleceği anlatıyoruz. Sahneye bir seçim sandığı koyduk, her karakterin o sandıkla iç hesaplaşmasını izleyiciye yansıtıyoruz. Zübük’ten nefret edip aslında Zübük’le olan hikâyelerini geri dönüşlerle anlatıyor karakterler. Oyunda Zübük’ten ziyade, etrafındaki insanların nasıl Zübükleştiği var. Neden Beylikeğrisi? Çünkü herkeste bir eğrilik var.22 yıldan bu yana ilk kez Aziz Nesin’in bir oyununu sahneye uyarladınız. Neden Zübük’ten başladınız?Evet hiç oynamadık, Aziz Nesin’in 100. doğum yılı nedeniyle bir şeyler yapmalıyım diye düşünürken Zübük filmini gördüm. 1980’de çekilen ve başrolünde Kemal Sunal’ın oynadığı film. Çok eğlenceli bir film tabii, kesinlikle bunu sahneye uyarlamalıyım, dedim.Kemal Sunal’ın oynadığı siyasetçi karakteri mi sizi etkiledi?Evet ama film ile oyun arasında şöyle bir fark var. Filmdeki Zübük çalıyor, oyunumuzdaki Zübük ise kimsenin cebine el atmıyor. İnsanlar ona zorla rüşvet veriyor, zorla giydiriyorlar. Yani başımıza bir Zübük çıkarıyorlar.Zübük deyince pek çok insanın aklına aşağı yukarı aynı tip geliyor değil mi?Aslında böyle bir adam var; Vahit Bozatlı. CHP’den Adalet Partisi’ne geçiyor ve o geçtiği için hükümet düşüyor. Aziz Nesin burada inanılmaz bir önerme yapmış. Din, milliyetçilik, vatan sevgisi gibi duygular iktidar uğruna sömürülüyor. Bu futbolda da var. Böyle ortamlarda Zübük türüyor. Biz de türemesine göz yumuyoruz, işimize geliyor çünkü.Zübük’ün TDK’da bir anlamı var sanıyorduk, oysa Aziz Nesin’in uydurduğu bir kelimeymiş. Uyduruk bir kelimenin içinin bu kadar dolu olmasını nasıl açıklarsınız?Tamamen uyduruk bir kelime değil zübük. Dünya tiyatrosunda Kral Übü diye bir efsane vardır. Avangard tiyatronun kurucusu olarak bilinen Fransız oyun yazarı Alfred Jarry’nin yazdığı bir oyundur. Jarry, Kral Übü’yü savaş sonrasında yazıyor ve o yıllarda çok oynanıyor. Bana göre Aziz Nesin, Zübük kelimesini Übü’den türetti. İlginç olan Zübük’ün artık bir kavram olması. Anadolu’da Don Kişot gibi bir efsane.Siz Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasasına baştan beri karşısınız, ayrıca ödeneği kesilen tiyatrolar arasındasınız. Ne kadar para ödeniyordu size?22 yıl biz bu ödeneği aldık, iki yıldır kesildi. 70 bin TL civarında para veriliyordu. Biz bakanlığa önerilerde bulunduk. ‘Salon verin, vergiden bizi muaf tutun’ vs. diye. Şu da denilebilirdi: “Ben sana 70 bin TL vermiyorum, ama 20 oyununu satın alıyorum, git bunu Anadolu’da oyna.” Ama görüyoruz ki, burada inanılmaz derece kin üzerine kurulu politika var. Bazı meslektaşlarımızın da buna alet olmasına üzülüyorum.Kimlerden bahsediyorsunuz?Bazı tiyatrolar bu ödeneği alıyor, tabii ki alacaklar ama bizim cezalandırılmamıza tavır koymalılar. Yapamıyorlar, ‘Konuşursak gelecek sene bize de vermezler’ diye düşünüyorlar. Bizi birbirimize kırdırdılar. Mesela geçen sene ödenek alamayan 10 tiyatroyduk. Bakanlığı mahkemeye verdik. Dediler ki: ‘Mahkemeye verenlere vermeyeceğiz’. Dolayısıyla bu yıl, mahkemelik olanlara vermediler. Bu ne demektir, ‘sen beni mahkemeye vermezsen sana ödenek veririz’.Sizden neden kesildiğini düşünüyorsunuz?Ben özellikle ilk beş gün Gezi’ye destek verdim. Buradan başladı olay. Bir de müthiş bir yolsuzluk var. Ayakkabı kutuları vs. konuşulurken tiyatrodaki 100 bin TL’nin önemi yok belki ama bir tiyatroya 6 farklı isim altında para veriyorlar. Paravan şirketler aracılığıyla. Sadece kendilerini destekliyorlar diye, bir gıda şirketi ödenek alıyor.22 senedir bu ödeneği aldınız. Biraz da yeni tiyatroların, genç oyuncuların desteklenmesi anlaşılabilir bir durum değil mi? Bakanlık genellikle buna vurgu yapıyor.Yapılabilir, onlara da verilebilir. Ama bana göre gençleri de desteklemiyor. Mesela Yiğit Sertdemir gibi genç bir tiyatrocu var. Hem mekânını ayakta tutuyor hem de Türk tiyatrosuna yılda üç oyun kazandırıyor. Kimse onu desteklemiyor. Ayrıca biz 22 yıldır tiyatro yapıyoruz diye kumbaramız dolu değil. Her sene borçlanarak, zor koşullarda oyun çıkarıyoruz. Bazen de oyunlar tutmuyor. Sen 22 sene tiyatro yaptın, senin dünyalığın var gibi bir mantık olabilir mi?Son bir yıldır ülkemizde yaşanan kaos ortamını, kutuplaşmayı, herkesin birbirine düşman olmasını, gazetecilerin gözaltına alınmasını oyuncu olarak nasıl görüyorsunuz?Herkesin üzerinde büyük bir baskı var. Sanattan çok korkuyorlar. Ekrem Dumanlı’ya yapılan suçlama çok komik. Maalesef tarih bize acı çektikçe sanat yapmayı öğretti. Sanat muhaliftir. Sanatçının düzene uyması diye bir şey söz konusu olamaz. Muhafazakâr kesimden de bundan sonra daha çok sanatçı çıkacak.Sanat ve sanatçı neden muhalif olmak zorunda?Sanatçı muhalif olmak zorunda değil, gerçekçi olmak zorunda. Şöyle söyleyeyim; bir tez var, bir de antitez. Eğer siz bu ikisini sahnede göstermezseniz bir çatışma olmaz. Şöyle bir oyun olabilir mi: Sabah kalktım, dişimi fırçaladım, otobüse bindim, eve geldim, yattım. Böyle bir oyunu ya da filmi kim seyreder?

20 Aralık 2014 Cumartesi

Satırların altını çizmeye övgü

Okuduğu kitapta sevdiği bir cümlenin altını çizmek ya da sayfanın kenarına not iliştirmek, onu sahiplenmenin alâmetidir.Kimileri bu eylemi gerçekleştirmeyi, kitaba saygısızlık gibi görse de her okurun kalemle böyle bir imtihanı olmuştur. Kitapla kurduğumuz bu ilişki herkes için biricik bir eylem iken, bunun verdiği hazzı tarif etmenin zorluğu bir yana tavrımız farklıdır. Nazan Bekiroğlu’na kulak verirsek “Onun için çizip dururuz altını okuduğumuz satırların, bizden sonra okuyacaklara bir sesleniş: Bak senin için çizdim altını şu satırların. Bak! Ancak bu çiziş farklı bir yolculuğun da başlangıcıdır aynı zamanda. Çünkü altı çizilmiş her satır böylece kendi bütünlüğünden çıkmış ve bir daha geri dönse de farklı bir yükle yüklenmiştir artık. Kendi ruhumuza dair yeni bir okuma, dahası yeni bir yazma.” Basılı kitabın yerini e-kitabın aldığı bir çağda, kitapla daha yakın bir ilişki kurduğumuzun işareti olan bu iz bırakma eylemi, görsel bir şölene dönüştü. Amerikalı grafik tasarımcı Erik Schmitt’in kurduğu yeni site (www.thepagesproject.com) altı çizilmiş satırların, kenarına notlar bırakılmış kitap sayfalarının fotoğraflarına yer veriyor. “Her sayfa iki hikâye anlatır.” sözünü kendine düstur edinen site, elimize aldığımız kitabın cümlelerinin altını çizme ve ona notlar iliştirme özgürlüğüne bir övgü niteliğinde. Dünyanın dört bir yanından okurların kendi sayfalarını da ekleyebildiği site, kitap kurtlarını mutlu eden bir alana dönmüş durumda.Son birkaç yılda basılı kitabın yerini alan e-kitabın yaygınlaşması, kitabın ölümü kaygısını güçlendirse de öte taraftan eline kitabı almadan okuma eylemini gerçekleştiremeyen mutlu bir azınlık var. Bunlardan biri olan sitenin kurucusu Schmitt’in hikâyesi ise 2007’de dedesinin kütüphanesinin kendisine miras kalmasıyla başlar. Koleksiyonu incelerken her kitabın pek çok sayfasında notların ve altı çizilmiş onlarca satırın olduğunu fark eder. Daha sonra kitaplarda önemli gördüğü yerlerin fotoğraflarını çeker. Artık günümüzde pek rastlamadığımız kurşun kalemle, mavi, siyah ve kırmızı mürekkeple yazılmış notların, altı çizilmiş satırların yer aldığı bu sayfaları fotoğraflayarak bir sitede toplamaya karar verir. Her sayfa bir hikâye Schmitt’in bir sonraki işi ise, yaşadığı yerdeki kütüphanelere ve diğer aile bireylerinin renkli kitap sayfalarını siteye yüklemek olur. Projenin teknolojinin basılı kitabın yerini alıp, onu ortadan kaldırdığı düşüncesinden doğmadığını söyleyen Schmitt, “Çağımıza özgü bu teknolojik gelişmeyi kabullenmeyi bilmeliyiz.” diyor. Schmitt’in 2007’de dünyanın online kitap satış devi Amazon’un hayatımıza sunduğu e-kitap okuma cihazlarının tasarım ekibinde olduğunu söyleyelim. Tasarımı ve sayfa yükleme kolaylığıyla gayet şık bir alan sunan site, bir kitap sayfasının nasıl halden hale büründüğünün ve içinde okurunun sahip olduğu saklı bir hikâyeyi barındırdığını gösteriyor.Her yazarın da bir okur olduğu gerçeğini düşündüğümüzde onların da birtakım okuma ritüelleri var. Büyük yazarların okudukları kitaplarla kurduğu ilişkiyi her okur merak etmiştir. Zaman zaman çekmecelerden çıkarak yayımlanan bu sayfalar heyecan verici bir haberdir okur için. Schmitt’in sitesi özellikle sıradan okurların kitapla olan ilişkisine odaklanması adına önem taşıyor. Fakat her yazarın bu konuda ayrı bir tutumu var. İnci Aral şöyle anlatır: “Kitaba not almaya çalışırım. Arka sayfalardaki boş yapraklara kitapla ilgili düşüncelerimi, bazen renkli not kâğıtları üzerine yazarak, yapıştırırım. Genellikle çok sevdiğim kitapları eskiden çok fazla çizerdim, şimdi ise kıyamıyorum, hatta onların yerine yenilerini aldım.” Cemil Kavukçu ise kitabın altını çizmektense deftere alıntılar yapmayı tercih ediyor. Schmitt’in projesinin bir benzerini Türkiye’de de birilerinin hayata geçirmesi heyecan verecektir. “Her sayfa iki hikâye anlatır.” diyen Schmitt sözlerinde haklı zira Nazan Bekiroğlu’ndan ödünçle; “Kim kendi hikâyesinden aynı sözcüklerle farklı ve yeni bir hikâye çıkarılmasına itiraz edebilir ki?”

19 Aralık 2014 Cuma

Orta Dünya efsanesinin sonu

Peter Jackson, 2001’de adım attığı Orta Dünya yolculuğuna 13 yıl sonra nokta koyuyor. Yüzüklerin Efendisi’nden sonra gelen üç filmlik Hobbit serisi, Beş Ordunun Savaşı filmiyle sona eriyor. İlk iki filmde hikâyeyi geliştirmeye çalışan Hobbit serisi, görkemli bir savaş ile seyircisine veda ediyor.Doğrusu, yıllar sonra Orta Dünya’ya dönme fikri ilk başta hiç de fena değildi. Hatta, Hobbit serisini yöneteceği açıklanan Meksika sinemasının ‘altın çocuk’larından Guillermo del Toro’nun bakış açısıyla Orta Dünya’da gezinme fikri iyiden iyiye heyecan vericiydi. Daha sonra Peter Jackson, yapımcılıkla yetinmeyip yönetmen koltuğuna da oturunca “Olsun, yabancı değil!” diyerek teselli olmuştuk. Ve iki yıl önce bu zamanlar Yüzüklerin Efendisi serisinden dokuz yıl sonra bir kez daha Orta Dünya’ya adım attık.Fakat bir sorun vardı. Evet, Orta Dünya bıraktığımız gibiydi. Yine var olmayan dillerle konuşan garip yaratıklarla dolu, ihtişamlı, epik, maceralı ve sürükleyiciydi. Ama bir o kadar da tanıdık. Hobbit: Beklenmedik Yolculuk’un (2012) işi ağırdan alan, futbol tabiriyle söylersek ‘top çeviren’ yapısı biraz hayal kırıklığına yol açmıştı. Üç kitaplık Yüzüklerin Efendisi’ne üç film çeken Peter Jackson, tek kitaplık Hobbit’ten yağ çıkarırcasına üç film çıkarmaya çalıştığı için bu kaçınılmazdı. İkinci film, Simaug’un Çorak Toprakları, kendi sahasında beklemeyi bırakıp topu kanatlara yaymaya başlamıştı ama birkaç cılız denemeyi saymazsak yine beklediğimiz atakları göremiyorduk. O gün tahmin etmiştik, herhalde Jackson, bütün hücum varyasyonlarını Beş Ordunun Savaşı’na saklıyor. Öyle ya, isimlerden anlamalıydık; ilki bir yol filmi, ikincisi arada derede bir ‘araf’ filmi, üçüncüsü savaş filmi!Hobbit: Beş Ordunun Savaşı’nda Bilbo Baggins, Thorin Meşekalkan ve Cüceler Bölüğü’nün maceraları destansı bir sona ulaşıyor. Erebor Cüceleri, ‘vaat edilmiş topraklar’a ve onun zenginliğine sonunda kavuşur. Ancak Ejderha Smaug, Göl Kasabası’nı yerle bir ederken onlar sadece izler. Hatta yardımlarına gelen cüceler Elfler ile savaşırken bile seyirci kalırlar. Çünkü Erebor’un hazineleri Thorin’in başını döndürmüş ve onu iyice paranoyaklaştırmıştır. Gandalf’ın uyarılarına da kulak asmayan Thorin ve Elfler için, bir an önce kendilerine gelip birlikte mücadele etmekten başka seçenek kalmamıştır.DÖN BABA DÖNELİM!Yönetmen Peter Jackson’ın ilk iki Hobbit filmiyle bizi baş başa bıraktığı ‘kandırılmışlık’ hissinden son filmde bir nebze sıyrılmak mümkün. Üç filmlik serinin bütün aksiyon ve savaş sahnelerini sonuncuya saklamak, ticari bir tercih olsa da seyirciye haksızlık sayılabilir. Aslında esas mesele, tek filmde anlatılabilecek bir hikâyenin ticari kaygılarla üç filme yayılması. Beş Ordunun Savaşı’nda da aynı zafiyetin izlerini görüyoruz. Uzayıp giden savaş sahneleri ve aralara yerleştirilen, bizim yerli dizilerin yakın plan duygusal sahnelerini hatırlatan ‘parçalar’ filmi uzatma girişiminden başka bir şey değil. Gözlerin içine kadar girilen bu yakın çekimler, duygusal yoğunluktan ziyade Hint filmlerindeki gibi bir duygu karmaşasına yol açarken filmin ritmini de ciddi ölçüde zedeliyor. Olur olmaz yerde devreye giren ağır çekimler de cabası.Diğer taraftan, Hobbit serisinin en etkileyici sahnelerinin bu filmde olduğunu teslim etmeliyiz. Ejderha Simaug’un Göl Kasabası’nı yerle bir etmesi ve ihtişamlı vedası, Gandalf’in kurtarıldığı bölüm ve Azog ile Thorin’in buzlar üzerindeki mücadelesi... Hikâyenin ilk iki bölümde tüketilmesi, son bölümün hikâyesiz bir olay ve savaş filmi olmasına yol açıyor. Hatta birazcık Thorin haricinde filmde doğru düzgün bir karakter ve herhangi bir dramatik çatışma olduğunu söylemek de zor. Bu konudaki boşluklar seyircinin müktesebatına havale edilmiş ya da hepten göz ardı edilmiş. Görsel ve teknik açıdan iyi olsa da filmde CGI efektlerinin aşırı kullanımı göze batıyor. Kostüm tasarımı, sanat yönetimi, makyaj, renk ve ışık kullanımında, yani teknik anlamda yine kusursuza yakın bir iş çıkaran Peter Jackson’ın işin felsefi kısmını, hikâye ve karakter derinliğini ihmal etmesi, filmin belli bir seviyeyi aşmasına engel oluyor.

18 Aralık 2014 Perşembe

Avrupa ülkeleri, e-kitapta vergiyi düşürüyor

E-kitaplara uygulanan vergi, dünyanın pek çok yerinde farklı oranlarda seyrediyor. Avrupa Birliği Komisyonu, bu farklılıkları göz önünde bulundurarak geçtiğimiz ekim ayında yeni bir taslak hazırladı. Üye ülkeler bu konuda mutabakata varamayınca, her ülke vergilendirmeyi kendi belirlemeye başladı.E-kitaplardaki vergi oranı, Ocak 2015 ile yeni bir zemine kavuşuyor. Avrupa Komisyonu, geçtiğimiz ekim ayında dijital teknolojideki vergi oranlarında yeni bir düzenlemeye gideceğini duyursa da yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamadı. Avrupa Birliği’ne üye kimi ülkeler, teknoloji endüstrisini çekmek için vergi oranlarında indirime giderek haksız bir rekabet sağlarken, e-kitaptaki vergi indirimine mesafeli duruyor. Avrupa Birliği ülkelerinde geçerli olmak üzere ortak bir e-kitap vergilendirilmesiyle ilgili toplantıdan, birliğe üye ülkeleri memnun edecek bir karar çıkmamasının ardından, ülkeler e-kitap konusunda kendi vergilendirmelerini uygulamaya başladı.Birliğe üye ülkelerden İtalya e-kitaptaki % 22 olan vergiyi % 4’e, Malta ise % 18 oranındaki vergiyi % 5’e düşürerek her iki ülke de vergiyi basılı kitapla aynı seviyeye indirmiş oldu. Bu yeni vergi oranları Ocak 2015 itibarıyla geçerli olacak. İtalya ve Malta’nın bu kararından sonra birliğe üye diğer bazı ülkelerin de indirime geçmesi bekleniyor. Avrupa’nın pek çok ülkesinde e-kitaplardaki vergi oranı yüzde 3,5 ile yüzde 7 arasında değişirken, basılı kitaplar vergiden muaf tutuluyor.Okurun ülkesine göre vergi oranıE-kitapların vergilendirilmesindeki bir başka önemli gelişme ise satın alınan kitabın o ülkenin e-kitaptaki vergi oranına göre fiyatlandırılacağı. Bir başka deyişle e-kitap satışı yapan sitelerin yayın yaptığı ülkelerden öte, okurun kitabı satın aldığı yerin vergilendirmesi söz konusu olacak. Bu gelişme Amazon, Kobo ve Nook gibi e-kitap firmalarının uyguladıkları indirimlerle merkezi konumuna dönüşen Fransa ve Lüksemburg gibi ülkelerin bu haksız kazancına karşı bir önlem olarak görülüyor. Zira İngiltere ve Almanya gibi ülkeler bu durumdan rahatsızdı. Özellikle Fransa’nın bu düşük vergi politikasından dolayı Avrupa Adalet Divanı’yla başı dertte.Satın alınan e-kitabın okurun bulunduğu ülkeye göre vergilendirilmesi e-kitap endüstrisinde büyük bir gelişme olarak görülüyor. Bunun yanı sıra dünyanın gelişen 8. büyük yayıncılık endüstrisine sahip Güney Kore, vergi konusunda yayıncılar için model bir ülke. Güney Kore’de standart vergi oranı yüzde 10 iken, basılı ve e-kitap ise vergiden muaf tutulmakta. Avrupa Birliği Komisyonu, birliğe üye ülkelerdeki farklılıkları gidermek ve e-kitaptaki vergi oranında standart bir indirim yapma çabası şimdilik olumsuz neticelenmiş durumda. Fakat her iki gelişme göz önünde bulundurulduğunda Uluslararası Yayıncılar Birliği’nden Jens Bammel’in “Basılı kitap ve e-kitaptaki vergi oranlarının azaltılması okumayı ve kitap alım gücünü artıracak.” sözlerini haklı çıkarıyor.Türkiye’de e-kitap vergisiTürkiye’yi Avrupa Birliği üyeleriyle kıyasladığımızda arada büyük farklılıklar söz konusu. Ülkedeki pek çok yayıncının dile getirdiği yüksek vergilendirmeler, dijital alanda üretime bir engel olarak sunulurken, çeşitli adımlar da atılmadı değil. Geçtiğimiz yılın aralık ayında Bakanlar Kurulu kararına göre, elektronik kitap ve benzeri yayınların elektronik ortamda satışında uygulanacak KDV oranı, 1 Aralık’ta yüzde 18’den 8’e düşürülmüştü. Bu indirimle birlikte basılı kitap ile e-kitabın vergi oranı eşitlenmiş oldu. Son bir yıl içerisinde yayımlanan e-kitaplara ve bunların çeşitliliğine baktığımızda bu indirimin çok da olumlu karşılanmadığı görülüyor. E-kitap sektörünün önümüzdeki yıllarda daha da hareketleneceğini göz önünde bulundurursak, hem Avrupa Birliği ülkelerinde hem de Türkiye’de e-kitaplara uygulanan vergi konusunda ciddi tartışmaların yaşanacağını söylemek mümkün.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Filozof Platon da Didem’i severdi

Geçen hafta Ege Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’nın ev sahipliğinde edebiyatımızın önemli şairlerinden Didem Madak için bir anma sempozyumu düzenlendi.Etkinlik için, bir sanatçı odağında düzenlenen, son yılların en nitelikli buluşmalarından biriydi denebilir. İki gün boyunca sevilen şairi bir an olsun yalnız bırakmayan okurları, akademisyenler, edebiyatçılar, ailesi ve dostları şairin hem yaşamına hem de şiirine dair derinlikli, içten, hakikatli konuşmalar yaptı. Belleklerden uzun süre silinmeyecek sempozyumda şairin değerli dostları Müjde Bilir ve Zeynep Köylü’nün konuşmaları duygusal anların yaşanmasına neden olurken okurların şairin şiirleriyle kurduğu bağı derinleştiren hassasiyetleri zenginleştirdiler de.Şairin çok boyutlu, renkli, güçlü kişiliği ve şiirleri iki gün boyunca gerçekleştirilen panellerde disiplinlerarası bir bakışla etraflıca değerlendirildi. Genç akademisyenlerin tazelik kokan heyecanları denebilir ki sempozyuma damgasını vurdu. Esra Yalazan, Riitta Cankoçak ve Neşe Yaşın’ın neredeyse kendileri şiire yaklaşan sunumları; Zeynep Direk, Necmiye Alpay, Nazmi Ağıl, Asuman Susam, Mahmut Temizyürek, Osman Konuk, Şükran Yücel ve Orhan Kahyaoğlu’nun dikkat çekici bildirileri, Didem Madak şiirine özenli yaklaşma çabaları okurların belleklerinde şairin şiirlerinin yanındaki yerlerini çoktan aldı.Sempozyumun unutulmayacak anlarından biri Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı ve Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Solmaz Zelyüt’ün açılış konuşmasıydı. ‘Platon Didem’i Severdi’ başlıklı konuşma felsefenin şiirle bağını etkileyici bir dille kurarken Didem Madak’ın şiirlerinden yola çıkarak şiir ortamının uzun süredir unuttuğu felsefe şiir iç içeliğini, yakınlığını bize anımsatmış da oldu.İki günün sonunda gerçekleşen kapanış oturumu şiirden umudu kesmemenin insandan umudu kesmemek olduğunu bize bir kez daha duyurdu. Didem Madak’ın yayıncısı Semih Sökmen’in konuşması merkezine yalnızca şairini almamıştı. Sökmen, şiir yayıncılığı, akademi-edebiyat dünyası sac ayağında sempozyuma baktığında gördüklerinden duyduğu memnuniyeti aktardı. Prof. Dr. Dilek Direnç’in kavramsal çerçevesini kanon ve kanon-dışılıkla ilişkilendirdiği akademik konuşmasını Eski Edebiyat kürsüsü ve aynı zamanda Kadın Çalışmaları öğretim üyesi Doç. Dr. Şerife Yalçınkaya’nın sunumu takip etti. Yakın bir zamanda kaybettiğimiz değerli kültür insanı, şair, akademisyen Prof. Talât Halman’ı da bir şiiriyle anan Yalçınkaya özellikle akademik çabadaki yerliliğin gücünü göstermesi gerektiğine, bu sempozyumun bu anlamda da önem taşıdığına vurgu yaptı.Şiir ve şair insanları ortak bir paydada hâlâ buluşturabiliyordu. İşte gelecekten umudu kesmemek için şiir vardı, şair vardı. Şiirin ve şairin hası varsa o kıymeti bilebilen okurlar da vardı. Şiirin öldüğünü hükmedenler bir kez daha düşünmeli. Hiç kimselere ve hiçbir şeye borcu olmayan şiirlerin şairi yaşıyor işte. Hep yaşayacak. Ümitvar olmak için iyi bir neden size: Şiir ve Didem Madak....

16 Aralık 2014 Salı

Savaş Çevik’in 40 yıllık hüsn-i hat yolculuğu

Hattat Savaş Çevik’in hüsn-i hat sergisi “Denge”, yarın Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde açılıyor. Bir ay açık kalacak sergide, son dönemin hat üstatlarından Çevik’in 40 yıllık sanat hayatından eserler yer alıyor.Serginin küratörü Mehmet Lütfi Şen’in ifadesiyle, “Hat sanatımızın geldiği yerde ‘Kur’an İstanbul’da yazıldı’ dedirten zirve bir gelenek vardır. Bu sanat her devirde büyük sanatçıların geleneğe yeni zirve eserler eklemesiyle bütün bir dünyada üst düzey bir saygı ve hayranlık uyandırmaya devam ediyor. Bugün önemli olan bu kadim geleneği kavramak, ona yeni imkânlar kazandırarak geleceğe kaynaklık edecek eserler yaratmaktır.” İşte Çevik’in Denge sergisi, geleceğin sanatçılarına kılavuzluk edecek eserler içeriyor ve sanatçının levhaları bu kadim sanatının geldiği yeri gösteriyor. Hamit Aytaç, Kemal Batanay ve Ali Alparslan’dan dersler alan ve modern çalışmalarıyla öne çıkan Emin Barın’ın uzun yıllar asistanlığını yapan sanatçı, 1976 yılında başladığı sanat yolculuğunda 1000’i aşkın eser ortaya çıkardı. 1986’da İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nin (IRCICA)düzenlediği Uluslararası Hâmit Aytaç Hat Yarışması’nda birinci oldu. Ayrıca hat ve grafik konularında yurtiçi ve yurtdışında otuz kadar değişik ödülü, Türkiye’de ve diğer ülkelerdeki çeşitli koleksiyonlarda, levha, hilye, tuğra, câmi yazısı, ferman vb. formlarda çeşitli eserleri bulunuyor. Bugüne kadar 22 kişisel sergi açan Çevik’in son sergisi, 12 Ocak 2015’e kadar görülebilir.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Asâsız Musa kıssası

Oscar’lı yönetmen Ridley Scott, Exodus: Tanrılar ve Krallar filminde bir peygamber kıssasından ziyade, halkının özgürlük mücadelesine öncülük eden bir liderin aksiyonla yoğrulmuş yol hikâyesini anlatıyor.Geçtiğimiz nisan ayında gösterime giren Nuh: Büyük Tufan vesilesiyle andığımız Cecil B. DeMille’in ruhu, bu kez daha güçlü bir şekilde geri geldi. Oscar’lı yönetmen Ridley Scott’ın Exodus: Tanrılar ve Krallar filmi, epik sinemanın ‘ağababası’ DeMille’in, Kitab-ı Mukaddes’ten uyarladığı 1956 yapımı On Emir filmini referans alıyor.Exodus: Tanrılar ve Krallar, bir peygamber kıssasından ziyade, halkının özgürlük mücadelesine öncülük eden bir liderin/kahramanın hikâyesini anlatıyor. Filmde, esas çatışma ‘kardeş gibi’ büyüyen Musa ile Ramses arasında geçiyor. Ramses, firavun olunca Musa’yı danışmanı ve komutanı yapar. Ancak Ramses, Musa’nın aslında bir İbrani olduğunu öğrendiğinde onu sürgüne yollar. Bu sürgün, Musa’nın içsel yolculuğunu başlatacak ve yıllar sonra bir peygamber ve İbranilerin lideri olarak Firavun’un karşısına çıkaracaktır.Hz. Musa’nın kavmini Mısır’dan çıkarmasını konu alan Exodus: Tanrılar ve Krallar, Eski Ahit’teki ilgili bölümü esas alıyor. ‘Mısır’dan çıkış’ anlamındaki exodus kıssasına ek olarak film olayların öncesine gidiyor ve Firavun’un sarayında iki ‘kardeş’ olarak büyüyen Musa ile Ramses’in dostluğuna da değiniyor. Filme geçmeden önce şunu hatırlamakta fayda var: Ridley Scott, Tevrat ve İncil’de anlatılan Hz. Musa kıssasını esas alıyor; dolayısı ile Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Musa ile filmde temsil edilen ‘Moses’ ve onun yaşadıkları zaman zaman örtüşse de temel meselelerde (tevhid inancı, peygamberlik özellikleri ve olaylar silsilesi) gibi ciddi farklılıklar var.KİMLİĞİNDEN KAÇAMAZSINDinî literatürün alanına giren bu zorunlu açıklamadan sonra Exodus’un sinemasal ayağına geçecek olursak, yönetmen Ridley Scott, On Emir filmini esas alsa da özellikle ilk yarıda Gladyatör (2000) etkisi var. Hititler ile yapılan savaş sahnelerinde ustalığını konuşturuyor Scott. Görüntü yönetiminin Firavun’un başkentinde, Hz. Musa’nın yolculuğunda, özellikle de vahiy sahnelerinde farklı renk paletleri tercih etmesi filmin tonunu belirliyor. Filmin esas sorunu ise senaryodaki karakter gelişimi ve drama çatışmasının eksikliği. Daha doğrusu, kâğıt üzerinde olan bu unsurların perdeye zayıf bir şekilde yansıtılması. Ramses ile Hz. Musa arasındaki çatışma nispeten hedefini bulurken, Hz. Musa’nın sürgünde yaşadığı içsel yolculuk perdede çiğ duruyor.Senaryonun karakter gelişimindeki özensizliği John Turturro, Sigourney Weaver, Ben Kingsley, Hiam Abbass, Gülşifteh Farahani gibi kaliteli oyuncuları silik bir figür haline getiriyor. Christian Bale ile Joel Edgerton’un oyunculukları iyi olsa da akılda kalıcı bir performans ortaya koyamıyorlar. Ridley Scott, Cecil B. DeMille’den farklı bir yol izleyerek Hz. Musa’nın mucizelerini aklileştirme yoluna gidiyor. Kızıldeniz’in ikiye yarılması, bilinen şekliyle peygamberin asâsını yere vurmasıyla değil, doğal bir gel-git hadisesiyle izah ediliyor. Ayrıca meşhur ‘Asâ-yı Musa’ da filmde, hiçbir düğümü çözmeyen sıradan bir aksesuar olarak kalıyor. Tıpkı Nuh: Büyük Tufan’da olduğu gibi Exodus’ta da ‘zalim, gaddar ve intikamcı Tanrı tasavvuru’ devreye giriyor. Daha çok Tevrat kaynaklı bu tasavvur, bir de Tanrı’yı çocuk suretinde perdeye yansıtma tercihiyle birleşince dindar seyirci için iyice rahatsız edici bir hal alıyor.Sözün özü; Exodus: Tanrılar ve Krallar, halkına öncülük eden bir lider/kahramanın aksiyonla yoğrulmuş yol hikâyesi olarak izlendiğinde ‘seyirlik’ bir film. Onun haricindeki sinemasal ya da dinî birtakım beklentiler için ise düşük profilli. Savaş sahneleri haricinde titizliğini biraz kaybetmiş olduğunu düşündüren usta yönetmen Ridley Scott, kapanış jeneriğindeki “Kardeşim Tony Scott’a” ithafı ile -filmden bağımsız olarak- sinemaseverlerin kalbine garip bir hüzün bırakıyor.

12 Aralık 2014 Cuma

Orhan Pamuk: Türkiye, düşünce özgürlüğü ve insan hakları ödevini yapmadı

Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, edebiyatımıza unutulmayacak bir roman kahramanı kazandırdı: Mevlut Karataş. Pamuk, 6 yıl aradan sonra yayımlanan yeni romanı ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ta bozacı Mevlut’un hikâyesi üzerinden Türkiye’nin, özelde İstanbul’un 40 yıllık siyasî ve sosyal değişimini anlatıyor. Romanda bütün toplumsal kesim ve görüşler kendisine yer buluyor. Yazar onları anlatırken eşit mesafede duruyor ve yargılamak yerine anlamayı tercih ediyor. Orhan Pamuk, Mevlut’u o kadar benimsemiş ki, “Kitabımı sevmesinler ama Mevlut’u sevsinler.” diyor.Bugüne dek çoğunlukla İstanbul’daki yüksek orta sınıf ailelerin hikâyelerini yazmıştınız ama bu kez yoksul kesimden insanları anlatıyorsunuz. Hep uzaktan baktığınız insanlara temas ettiniz. Bu temasın zorluklarını yaşadınız mı?Ben Nişantaşılı Orhan olarak bu insanlara uzağım ama bütün bu hayatı dışarıdan da olsa gördüm. Beş yaşımdayken, yoğurtçu kapıya gelirdi, bozacı hep etrafta olurdu. Ya da gecekondu mahallesi denen, tamamen Mars’tan gelen insanlar gibi davranılan kişiler de vardı. Onlar benim hayatımın dışındaydı. Türkiye zenginleşti, değişti, dünya demokratikleşti ve bizlerin bakış açısı da değişti. Romancılık yalnızca kendini anlatma hüneri değil, kendi gibi olmayanları da kendini anlatır gibi içeriden anlatma hüneridir. Bu zor bir iş. Bu yüzden de belki bu kadar uzun sürdü.Peki, 62 yıldır bu şehirde yaşayan biri olarak, İstanbul’un bu hızlı değişimi sizi ürkütüyor mu?Ürkütüyor ama birazcık Mevlut’un yaşadığı telaşı da yaşıyorum. Yani en sonunda, insan görüyor ki, binalar ve kuşaklar var. Ben doğduğumda, ahşap konaklarla doluydu Nişantaşı ya da çürüyen ahşap konaklarla… O ahşap konaklar o insanlarla birlikte gittiler. Bir şehirde uzun süre yaşarsanız, binalar kuşaklara ait oluyor. O kuşaklar çekip giderken o binalar da gidiyor. En sonunda Mevlut dışarıdan olduğunu hissetmeye başlıyor. O yüksek kulelere ait olamadığını, oraya gelen yeni insanlardan olmadığını...Bir şehre ait hissetmeme korkusu… Ait hissettiğiniz zamanlara özlem duyuyor musunuz?Böyle bir özlem duyup bu özlemi kendime yasaklıyor olabilirim. 62 yıldır İstanbul’dayım. Bu son 15 yılda İstanbul’un geçirdiği değişim ilk 47 yıldakinden daha çok. İlk 47 yıl boyunca değişse de biz de Batı’daki gibi zenginleşsek diye düşündükten sonra, ilk 47 yıldaki İstanbul’a özlem değil, onun rahatlığına bir heves duyuyorum. Bir de şimdi İstanbul o kadar hızlı değişiyor ki, bilmediğim mahalleler, gitmediğim yerler... Yahu burası neresi, Asya tarafı mı, Avrupa’da mı?İlk kez gittiğiniz yerler oldu mu? Sultanbeyli, Bağcılar?Sultanbeyli’ye gittim, romanıma koymadım. 1 Mayıs Mahallesi’ne, Gazi Mahallesi’ne gittim. Ve romanda en çok bahsedilen semtler olan, Mecidiyeköy arkalarında bir sürü küçük tepeler vardır. Okmeydanı’na doğru, oralarda gezdim. Çok yakın olan gazetecilik mahallesinde oturan arkadaşım vardı, gecekondu mahallesine oradan da geçit vardı, merdivenle inilen. Zaten biliyordum ama romancı gibi bakmıyordum. Ama oralar hakkında da görsel tecrübem var. Şimdi konuşurken aklıma geldi, 1970 yılında Kâğıthane’deki Cizlavet ayakkabı fabrikasının gecekondusuna, onlara destek olarak, okuldaki abilerimizle greve de gitmiştim. Bir kahraman icat edeyim, o yerlerde yaşasın ve ona göre oralar İstanbul’un merkezi olsun. Bu düşünce bende o zamanlar tabii ki yoktu. Zaten okuduğunuz her türlü gazete, kitap, haberde, şehre eklenen bu yeni nüfusa, şehri bozan dışardaki insanlar gibi davranılıyor.Mevlut, Konya’dan 12 yaşında geldi ve hâlâ var olma mücadelesi veriyor. Mevlut’un şahsında azgın yağmaya karşı kanaati mi öne çıkarıyorsunuz?Mevlut, 40 yıl süren bu savaşta amcaoğulları gibi zengin olamıyor ama sonunda da çok da fakir değil. Fakat onda daha derin bir insanlık, bir maneviyat var. Öte yandan da herkese Mevlut gibi olun, örnek insan gibi anlatmadım. O bakımdan, Mevlut sevilecek bir insan ama örnek insan değil. Zaten örnek insan da yazmak istemezdim. O çok kolay: En kahraman, en akıllı, en nişancı… Ama asıl güzel olan gerçek insanı anlatmak. Mevlut bence gerçek bir insan.Köpek korkusundan da iyi bir insan olmaya çalışarak kurtuluyor. Buradan Mevlut’a değer verdiğinizi anlıyoruz...Evet, benim kitabım satmasın, okunmasın ama Mevlut sevilsin isterim. Bundan önceki romanlarımda orta sınıf karakterleri kendime daha yakın bulduğum için, sevmediğim yanlarımı da koydum. Mevlut ise ortalama vatandaşın maddi şartlarıyla yaşadı ama asla ortalama bir insan değildi. Bir ikincisi, Batı’da da Türkiye’de de olan önyargı şudur: orta sınıf karakterlerin bireyliği, hayatının ayrıntıları saygındır ve anlatmak zordur; çok yukarı zenginler ve fakir fukara da, ya sevimli ya da kötü olabilirler. Burada ise birey olan ekonomik olarak en aşağı sınıftaki Mevlut’tur.Mevlut, Çarşamba’da bir medreseye gidiyor, o nereden çıktı?Onun bir yaşanmışlığı var. 1973’te ben teknik üniversiteyi bıraktım. Eniştem Şevket Rado, Türkiye’nin en iyi hat koleksiyonuna sahipti. Şimdi Sabancı Müzesi’nde sergileniyor. Kafamın karıştığını, mimarlık okumayı bıraktığımı, eski şeylere merak saldığımı görünce, ‘sana biraz Osmanlıca öğretelim’ dedi. Teyzemin aracılığıyla Vezneciler’de ünlü bir hattatın derslerini almaya başladım. Oraya İstanbul Üniversitesi’nden muhafazakâr öğrenciler de gelirdi, ayakkabılarımızı çıkararak içeri girerdik. Bir ders iki ders, sonra onlar benden sıkıldı, ben onlardan... Ve aslında hattat olmak istemediğimi de anladım ama kamışlar yonttuk, mürekkebe bandık, hocamız gelince saygılı davrandık…Orada bir cümle vardı, Risale-i Nur’lardan…Evet, ben romancı Orhan’ım artık, biraz da çalışayım di mi dersime (gülüyor)! Romacılık budur ama biraz oradan, biraz buradan, biraz da onların bir yere oturtulması.Otoriter bir Türk olduğumu Amerika’da öğrendimTürkiye’de eğitim sıkça tartışılan konulardan biri. Şimdi de Osmanlıca, dinî eğitim konuşuluyor. Fakat bir türlü asıl meseleye gelinemiyor. Okulla sorunlar yaşamış biri olarak Türkiye’deki eğitimin temel sorunu nedir sizce?Eğitim sisteminin en önemli, en sert özelliği otoriterlik. Öğretmenin öğrenciyle arkadaş olamaması. Otoriteye dayanan ezber kültürü, ezber alışkanlığı. Bir de şu var. Ben de Mevlut’un gittiği gibi bir ilkokula, Ankara’da gittim. Bir sınıfta 45 kişi, bir sırada 3 kişi otururduk. Aynen kitaptaki gibi, aşağı kattaki pis kokulu mutfaktan iri yarı bir arkadaşımız UNESCO sütlü güğümü getirirdi, sınıfın sobasının üstüne lannnk diye koyar, balık yağlarını tak tak tak diye önümüze atardı. Tıpkı benim hayatımda olduğu gibi. Eğitim sistemimiz de, bütün genel sistemimiz gibi, otoriterdir, serttir ve ezbere yani ‘biliyorsun-bilmiyorsun’a dayanır. Ben böyle olduğumu 54 yaşında, Columbia Üniversitesi’nde öğretmen olduğum zaman anladım. Sınıfta ‘öyle değil, böyle!’ derken, arkadaşlarım dedi ki, ‘Bak oğlum derste profesörün işi gerçeği söylemek değil, onlara düşünmeyi öğretmek, onların seninle tartışmaları önemli.’ Ben de bir otoriter Türk olduğumu, bir anlamda Amerika’da, profesörlük yapmaya başlayınca öğrendim.Eziliyordum, kendimi dışarı zor attımToplumda çok sertlik var ve bu uzun süredir devam ediyor. Türkiye bunu nasıl aşacak?Aşmak istiyor muyuz bir defa. Bir örnek vereyim, ben sol sempatileri olan bir insanım, 1970’lerde ortaya çıkan şairler, sol içindeki en parlak ya da en yetenekliler değil, en keskin laf edenler olurdu. Bilmem anlatabiliyor muyum? Düşmana en kötü şeylerle saldıranlar öne çıkar. Her şeyi anlamak lazım diyenler biraz arkada kalır. Bu Türkiye’deki bir özellik değil, her yerde böyle bir şey var. Ama sekter, fanatik iki âlem çatışıyor. Biliyorsunuz, bir ara az daha bu iki âlemin ortasına düşüp eziliyordum da zor attım kendimi dışarı. Şimdi biraz dışarda olduğum için de memnunum. Bu sorunun tam cevabını bilmiyorum ama bir zamanlar cevabım şuydu: Toplum zenginleşirse, insanlar biraz rahat hayat şartlarına kavuşursa fanatizm azalır. Ama benim anahtarlarımın da yeterli olmadığını söyleyebilirim. Ben de anlayamıyorum, bu kadar sertliğe gerek var mı? Teselli olarak sokaktaki insanda bu kadar sertlik yok diyorum.Türkiye, düşünce özgürlüğü ve insan hakları ödevini yapmadıSiz AB politikalarına destek verdiniz, çaba gösterdiniz... Peki, bugün neredeyiz? O defter kapandı mı?Kapanmadıysa bile o defter arkalara gitti. İki taraf da bunun suçlusu. Türkiye azınlıklara saygıyı yavaş yavaş geliştiriyor ama düşünce özgürlüğü ve insan hakları ödevini yapmadı. Hem Kıbrıs sorunu, hem de Kürt sorununu çözememiş, insan hakları ya da düşünce özgürlüğü de ha şöyle ha böyle birini AB’ye almazlar kolay kolay. ‘Teşvik olsun diye bunları alalım diyelim, onlar da bizi dinleyerek düzeltsinler’ en iyi yoldu. Bu yolda gidiyorduk ve bazı reformlar yapılıyordu. Ama Türkiye’nin ve AB’nin muhafazakârları sayesinde o yolda gitmeye bile izin verilmedi. Şimdi gidiyor gibi yapıyoruz. Ama unutmayın, AB de kendi Euro sorunlarıyla bölündü. Orada da AB’ye tepkiler var. Şimdilik konu arkalara itilmiş durumda.Edebiyatın ele aldığı insan yelpazesi zenginleşiyorMevlut, bugünkü cumhurbaşkanına 1994’te İstanbul belediye başkanı olması için oy vermiş. Mevlut’un dindarlığında masum bir taraf da var. Peki, bu yirmi yılda romanda tasvir ettiğiniz dindarlık anlayışı ve algısı nasıl değişti?Bir defa 20 yılda Türkiye’nin muhafazakârları daha görünür oldu. Ben ta başlarda, siyasi açıdan da olsa o âlemi, en azından siyasi kısmını anlamak gerektiğini hissettim. Türkiye’de muhafazakâr kesim güçlendi, ortaya çıktı. Ve bütün ülke de o kesimi de anlamak istedi. Ama şunu da söyleyebilirim, bu ülkenin Batılılaşmış orta sınıf enteli de anlaşılmıyordu. Oğuz Atay hakkında zamanında bir yazı yazmıştım, Türkiye’de Atay’ın yaptığı ilk iş, Batılılaşmış sevimli aydını insan gibi görmektir. O bile yapılmıyordu. Aynı şekilde muhafazakârlığa daha dar, daha kalıplarla bakılıyordu ama yavaş yavaş toplumun çeşitli tarafları birbirini tanıyor. Edebiyatın ele aldığı insan yelpazesi de zenginleşiyor. Zenginleşmek zorunda. Bunları karikatür yapmadan, bütün iyiliği-kötülüğüyle, toplumun bütün insanlarına gösterebildiğimiz kadar romancı olarak başarılı olacağız.

11 Aralık 2014 Perşembe

Ajandaya sığmayan aile

Türkiye’nin önemli markalarında Ece Ajandaları, 2009 yılında 100. yıl sergisi açmıştı. Milli Reasürans’ta dün açılan sergi ise, kurucu Mehmet Sadık Kağıtçı’dan bugün şirketin başında bulunan oyuncu Orhan Günşiray’ın torunu, 25 yaşındaki Sedef Günşiray’a uzanan ‘geniş bir aile’ hikâyesi anlatıyor.Türkiye’nin önemli markalarından, 1910’da kurulan Ece Ajandaları, 2009 Kasım ayında “Gün Uzar Yüzyıl Olur” başlıklı 100. yıl sergisi açmıştı. Bülent Ecevit’ten Turgut Özal’a, Arif Mardin’den Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na ünlü isimlerin kullandığı ajandaların yer aldığı sergi, markanın Cağaloğlu Ankara Caddesi’ndeki tarihi binasında bir ay açık kaldı. Nişantaşı Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde dün açılan “Bir Defterin Arkasındaki Büyük Aile-Muhtıra’dan Ece Ajandası’na Kağıtçı Ailesi” sergisi ise Ece’yi bugüne taşıyan Kağıtçı ailesinin hikâyesine odaklanıyor. Ece Ajandaları, artık Cağaloğlu’ndaki adresinde değil, çok ortaklı olan tarihî bina üç yıl önce satışa çıktı, Ece de 2013’ün başından bu yana Karaköy’deki beş katlı yeni merkezine taşındı. Şirketin başında ise geçtiğimiz mayıs ayına kadar ailenin üçüncü kuşak yöneticilerden Ali Muhsinzade vardı. 27 Mayıs’ta vefat eden Muhsinzade’nin yerine ünlü oyuncu Orhan Günşiray’ın torunu, Ali Murat Günşiray’ın kızı Sedef Günşiray geçti. Amerika’daki tıp eğitimini yarıda bırakarak 2011’de İstanbul’a dönen 25 yaşındaki genç vâris, son serginin açılmasına öncülük ediyor.Ece, oldukça geniş bir aile. Edebiyatçı Cahit Uçuk da bu ailenin gelini. 2004’te vefat eden Uçuk, Ece’nin kurucusu Mehmet Sadık Kağıtçı’nın kardeşi Mürteza Kağıtçı ile evliydi. Orhan Günşiray ise yine M.Sadık Kağıtçı’nın en büyük kızı Rubabe Kağıtçı Ar’ın torunu. Aslında Ece’nin, ülkemizin diğer önemli markası Maarif Kitaphanesi’yle de akrabalığı ki, o da ayrı bir hikâye. Kitaphane’nin kurucusu Hacı Kasım Efendi’nin büyük oğlu Naci Kasım, bugün de varlığını sürdüren ünlü Saatli Maarif Takvimi’ni çıkarmaya başlar ve o yıllarda kızı Talat Hanım, M.Sadık Kağıtçı ile evlenir. İki ünlü ailenin, bugün dünyanın her yerine dağılmış efradı, yaz tatili için İstanbul’a geldiğinde mutlaka bir akşam yemeğinde buluştuğunu Ali Muhsinzade, 2009’da yaptığımız görüşmede ifade etmişti. Bu gelenek hâlâ devam ediyor mu bilemiyoruz ama sergide o yemeklerden birinde çekilmiş bir kare var. Bülent Erkmen’in küratörlüğünde hazırlanan sergide Kağıtçı ailesinin soyağacı çıkarılmış, kim kimin kardeşi, amcası, halası, teyzesi, torunu hepsini kronolojik olarak öğreniyoruz. Bunun yanı sıra Altan Erbulak, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi isimlerin ajandalarını ve taş baskıları görmek mümkün. Yakup Kadri’nin günlük işlerini planlamak için kullandığı birkaç ajandası vardır. Bu ajandalardan birini çantasında, diğerini evdeki masasında bulundurur. 1959 tarihli ajandasında ise Ruşen Eşref Ünaydın, Abdülhak Şinasi, Hamdullah Suphi, Hasan Âli Yücel, Vedat Tör gibi dönemin önemli isimlerinin telefon numaraları kayıtlı. Sergi, 31 Ocak 2015’e kadar açık kalacak. ‘Muhtıra’ neden ‘Ece’ oldu? Ece Ajandaları, 1932 yılına kadar ‘Muhtıra’ adıyla basılıyor. Her ne kadar muhtıra, hafızamıza ülkemizin darbelerle dolu tarihi nedeniyle kazınsa da kelimenin sözlükteki ilk anlamı ‘herhangi bir şeyi hatırlatmak, uyarmak amacıyla yazılan yazı’ demek. M.Sadık Kağıtçı, bu amaçla markasına verdiği ismi, 1932’de Keriman Halis Türkiye’nin ilk güzellik kraliçesi seçilince değiştiriyor. Çünkü Halis’e kraliçe anlamına gelen Ece lakabını Atatürk takmıştı, Atatürk’e duyduğu sevgisiyle bilinen Kağıtçı, bundan ilhamla ajandanın Muhtıra olan adını Ece yapıyor.

9 Aralık 2014 Salı

Herkes yazarlığı öğrenebilir

Son romanı “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde” ile 2014 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Murat Gülsoy, 11 Aralık’ta ödülüne kavuşacak. Gülsoy ile onuncu yılında genişletilmiş baskısıyla yeniden yayımlanan “Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık” kitabını, yazarlık kurslarını, ‘bilinçli okur’u, popüler edebiyatı ve ödülü konuştuk.‘Yazmaya başlamanın ilk adımı okumaksa ikinci adımı yazmaktır’ diyorsunuz. Çok okumak, yazmak için hep tavsiye edilir ama siz bilinçli ya da disiplinli bir okumayı mı kastediyorsunuz?Yazmak arzusu duyan kişilerin zaten iyi okurlar olduğunu varsayıyorum. “İyi okur” derken de derinlemesine okumaktan söz ediyorum. Önemli olan, okuduğumuz kitapların sayısı değildir, hangi kitapları ne kadar derinlemesine okuduğumuzdur. İnsan yaşamı yeterince uzun değil. Dolayısıyla bu konuda insanın kendini eğitmesi gerekir. Yazmak ve okumak, edebiyatla ya da daha geniş anlamda sanatla uğraşmak insanın kendi üzerinde çalışması demektir. Bir başka önemli nokta da etkilenmektir. Edebiyat ya da sanatın amacı bir etki yaratmaktır. Etkileyebilmek için etkilenebilmek gerekir. Aşk gibi... Sevmeyi bilmeyen, sevilmez de... Bu yüzden sizi etkileyen yazarları bulmanız gerekir öncelikle. Antolojiler, dergiler iyi başlangıç noktalarıdır. Bir antolojide örneğin yüz yazardan seçilmiş metinler vardır. Bunlardan belki otuzundan etkilenirsiniz, belki sadece bir iki tanesinden... İşte “bilinçli okur” olarak yapmamız gereken, o yazarların peşine düşmektir. Onların diğer yapıtlarını okumak, onlar hakkında yazılmış eleştirilere göz atmak, o yazarları dönemleri içinde değerlendirmek ve en önemlisi de “ben neden bu yazardan etkileniyorum?” diye sormak, insanın okuma macerasını geliştiren adımlardır.‘Yazmak öğrenilebilir mi?’ sorusu tartışılır hep. Bu durumda önce bilinçli okumayı mı öğrenmeli?Bir öncelik yok. Okumak ve yazmak... İkisi beraber, yan yana gidecek eylemler. Ben herkesin yazması gerektiğine inanıyorum. Yazmak çok önemli ve üst düzey zihinsel bir etkinliktir. Düşünmek gibi... Nasıl ki herkes düşünsün istiyoruz, yazmayı da aynı şekilde önemsemeli ve öneminin farkına varılmasını sağlamalıyız.Herkes yazsın demişken, yazarlık atölyeleri yeni başladığında bir güvensizlik olduğunu, on yılda atölye katılımcılarının edebiyat dünyasında gösterdiği varlıkla bu algının silindiğini söylüyorsunuz? Kimler var eserleriyle var olan?Çok sayıda yazar yetişti. Birçok kitap yayımladılar, hatta edebiyat ödülleri aldılar. Ancak onların isimlerini ben etik olarak zikretmiyorum. Birincisi sadece kitap yayınlatanlar yazar oldular diye basite indirgemek doğru olmaz. Henüz yazdıklarını yayınlatmamış ama çok iyi yazarlar var atölyemde. İkincisi, yazarlar böyle bir eğitim aldıklarını söylemek istemeyebilirler, buna da saygı göstermek gerekir. Kimileri özgeçmişlerinde yer veriyor atölyeme katıldıklarını ama ben isim saymak istemem.Herkese yazarlığı öğretebiliyor musunuz? Başarı oranı nedir?Evet, sabırla ve arzuyla çalışmaya devam eden herkes yazarlığı öğreniyor. Önemli olan devamlılık. Eğitim, kültürel birikim, yaşam deneyimi, kısacası her şey insanın yazar olma sürecinde etkili... Ama bence en önemlisi yazıyı insanın hayatına dâhil etmesi.‘Kim korkar popüler edebiyattan?’ başlıklı yazınızda pasif okuma ile yetinmeyen yeni bir okuryazar tipinden bahsediyorsunuz. Eleştiren, öneren, paylaşan… Sizce sosyal medyadaki ‘kitap’ paylaşımları bir başka “popülerlik” değil mi?Okurların gönüllü olarak yazdıkları yazılar çok daha sahici oluyor. Sosyal medyanın bu şekilde kullanımı çok önemli. Ben bir yazar olarak, insanların yazdıklarımı okuduklarında ne düşündüklerini çok merak ederim. Sadece eleştirmenlerin görüşünü değil, herkesin ne düşündüğünü merak ederim. Sosyal medya bunu sağlıyor. Ayrıca insanlar sadece okudukları üzerine düşüncelerini paylaşmıyorlar; bu kanalları kullanarak okuma grupları, kulüpleri kuruyorlar, okuduklarını yüz yüze tartışıyorlar. Bunlar “popülerlik” kavramının çok ötesinde bir yere götürüyor bizi. Okurla yazarın ve belki de daha ilginç olanı bir kitabın okurlarının buluşmalarını, fikir alışverişinde bulunmalarını sağlıyor.Son olarak, kurmacanın büyüsünü çözebildiniz mi?Öğrenme süreci asla bitmez. Biz ilerledikçe bizden uzaklaşan bir ufuk çizgisi gibi.En çok emek verdiğim kitap“Gölgeler ve Hayaller Şehrinde” adlı son romanınız 2014 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. ‘Yaratıcı Yazarlık’ üzerine yıllardır kafa yoran bir yazar olarak kurmaca metinlerinizin ödüllendirilmesi nasıl bir duygu?Sadece yaratıcı yazarlık dersleri veriyor olsaydım ve bu ödül verilseydi tuhaf olurdu gerçekten de. 1990’dan beri öykü, roman, deneme, inceleme yazıyorum; yayıncılık yapıyorum. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde benim 7. romanım ve 14. kitabım. Diğer kitaplarımdan farklı olarak 19. yüzyıl sonu ve II. Meşrutiyet’i anlatan özel bir araştırma gerektiren bir roman. Üzerinde uzun zaman çalıştığım, belki de en çok emek verdiğim kitap oldu. Bana Sedat Simavi gibi önemli bir ödül kazandırdığı için çok mutlu oldum.