28 Temmuz 2016 Perşembe

Orhan Gazi'nin yaptırdığı cami gün yüzüne çıkıyor

Bursa'nın İznik ilçesinde Orhan Gazi'nin yaptırdığı caminin gün yüzüne çıkarılması için yürütülen kazılarda son cemaat yeri bulundu.

Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin desteği ile yürütülen kazı çalışmalarına İznik Müze Müdürlüğü başkanlık ediyor. Karabük Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bülent Nuri Kılavuz'nun danışmanlığında yapılan kazılar Kırgızlar Türbesi karşısındaki zeytin bahçesinde sürüyor. Uzmanlar, önceki günlerde caminin son cemaat yerinin ortaya çıkartıldığını söyledi. 5 metre eninde ve 25 metre uzunluğundaki son cemaat kısmının zemini 28x28 metre ebadında pişmiş kırmızı tuğla karolardan oluşuyor.

Orhan Gazi'nin İznik'i kuşattığı sırada 1325 yılında yaptırdığı anlaşılan Osmanlı'nın en erken yan mekanlı camiinin iki cephesinde misafirlerin kalması için bölümler mevcut. Bu yapılara 'tabhane', yan mekanlıya da 'zaviyeli' deniliyor. Caminin en önemli özelliği ise çinileri. Yapı, o dönem 2 metre yüksekliğe kadar altıgen yapıdaki çinilerle süslü ve buradaki çiniler Osmanlı Devleti'nin en erken tarihli İznik çinileri olarak biliniyor. Kazılar sırasında toprak altından çok sayıda çini parçaları da çıktı.

26 Temmuz 2016 Salı

'Bu destansı duruş sinemaya aktarılacaktır'

Yönetmen Mesut Uçakan, "Bu olay, bütün dünyaya örnek olacaktır. Bu destansı duruş sinemaya güzel bir şekilde aktarılacaktır. Çekilecek filmler halktaki bilinçlenmeyi çok daha büyütecektir." dedi.

Fethullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimine karşı Taksim Meydanı'nda, "demokrasi nöbeti" tutanlar arasında yönetmenler Mesut Uçakan ve İsmail Güneş de bulunuyor.

Darbe kalkışması nedeniyle toplumun birçok kesiminden isim meydanlarda nöbet tutuyor, Taksim Meydanı'nda nöbet tutan yönetmenler İsmail Güneş ve Mesut Uçakan darbe girişimi hakkında, AA muhabirine konuştu.

İsmail Güneş, darbelerle ilgili "Gülün Bittiği Yer" adında filmi olduğunu, kendisinin de darbe zamanlarında doğduğunu söyledi.

Güneş, zorla gelmiş her darbe teşebbüsüne "ama"sız karşı durulması gerektiğini belirterek, şöyle konuştu:

"Ama' demek çok aşağılıkça, çok edepsizce bir şey. 'Bu bir oyundur, senaryodur' diye yazdıklarında ben de onlara dedim ki, 'Ben 30 yıldır yönetmenlik yapıyorum. Benim gördüklerim ne oyuna benziyor, ne tiyatroya benziyor ne de senaryoya benziyor.' Bana, 'kafanı keseceğiz, seni piyasadan sileceğiz' diye mesaj attılar, kimini tanıyorum, kimini tanımıyorum. Darbeyi birinci elden hissedenler sanatçılardır. Bir sanatçı darbeye karşı çıkmıyorsa onda bir sorun vardır. Darbe geldiğinde önce fikri, düşünceyi yok eder, bir robot insan arzu eder. Sanatçının birinci şıkkıdır darbeye karşı olmak. Eğer bir sanatçı darbeye karşı çıkmıyorsa ahlaksızdır, çünkü sanat, ahlakla yapılan bir iştir."

"Darbe kalkışmasını planlayanların asıl korkması gereken millettir"

Son olarak TRT'de yayınlanan Sevda Kuşun Kanadında dizisinin yapımcılığını üstlenen yönetmen Mesut Uçakan ise sadece Türkiye'yi değil, tüm dünyayı şaşırtacak bir durumla karşı karşıya olunduğunu belirtti.

Uçakan, "Bir kez daha içimizdeki hainleri kullanan dış mihraklar bir kalkışmaya girişti. Buna şaşılacak şekilde halk karşı koydu. Bu halk artık bilinçlendi, bu halk teknolojiden de yararlanarak kendi organize olabiliyor. 'Bu halk ciddi manada içten çürüdü, yozlaştı' denilirken böyle olmadığı büyük bir vatan aşkı, temelde Allah aşkı içerisinde olduğu, şehitlik aşkı içerisinde olduğu bu vesileyle görülmüş oldu." diye konuştu.

Milleti "sürü" olarak görenlerin, artık bu milleti hesaba katarak adım atmaları gerektiğini vurgulayan Uçakan, sözlerini şöyle tamamladı:

"Bu darbe kalkışmasını planlayanların asıl korkması gereken millettir. Bu darbe kalkışmasına tiyatro, senaryo diyenler de bu işi maniple etmek isteyenlerdir. Halka ateş eden, halkı bombalayan bir zihniyetten çıkar ancak bu senaryo, tiyatro sözleri. Sayın Cumhurbaşkanımızı kastederek bu yorumu yapanlar bilmeli ki, onu bütün millet tanıyor, ondaki merhameti biliyor, ona güveniyor ve ondan dolayı zaten sokaklara dökülüyor. Sokaklara dökülen sadece AK Partililer değil, herkes var. Bu halkın kahramanlığı, asırlar boyu görülmemiş olaylardan biridir. Bu olay, bütün dünyaya örnek olacaktır. Bu destansı duruş sinemaya güzel bir şekilde aktarılacaktır ve aktarılması da lazım. Çekilecek filmler halktaki bilinçlenmeyi çok daha büyütecektir."

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Sanatçı Perihan Savaş'tan 'birlik ve beraberlik' çağrısı

Sinema ve tiyatro oyuncusu Perihan Savaş, FETÖ'nün darbe girişimini kınayarak, "Zaman birlik ve beraberlik zamanı. Birlik ve beraberlik içinde olursak hepimiz kazanırız." dedi.

Sinema ve tiyatro oyuncusu Perihan Savaş, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimini kınayarak, "Zaman birlik ve beraberlik zamanı. Birlik ve beraberlik içinde olursak hepimiz kazanırız." dedi.

Savaş, darbe girişimini oğlunun ve kızının yolladığı mesajlardan öğrendiğini, televizyonu açınca Boğaziçi Köprüsü'nde askerleri görünce, ilk olarak bomba ihbarı olduğunu düşündüğünü anlattı.

1980 darbesine tanık olduğunu aktaran Savaş, şunları söyledi:

"Ben 1980 dönemini yaşadığım için bir anda aklıma darbe olabileceği geldi. Nasıl kötü oldum, oğlum dışarıdaydı. Aradım, 'Oğlum hemen bulunduğunuz yerden çıkın.' dedim. Onlar da Fatih taraflarındaydı. 22 yaşındaki oğlum, 'Anne darbe olmuş, askerler var, askerler halka ateş açar mı?' diye sordu. 'Yok, böyle bir şey olmaz.' dedim. 5 dakika sonra oğlum aradı, 'Anne askerler halka ateş açıyorlar' deyince o anda üzüntüden dudağım patladı."

Perihan Savaş, oğluyla güvenli bir yere ulaşana kadar telefonda konuştuğunu ifade ederek, 15 Temmuz'da yaşananları "korkunç bir gece" olarak tanımladı.

"Asker kılığına girmiş teröristler"

Yaşananların 80 darbesinden kötü olduğunu dile getiren Savaş, şöyle devam etti:

"1980 döneminde halk sokağa çıkmamıştı. Halk artık bazı şeylere 'dur' diyor, dur demesi de lazım. Biz 'demokrasi' istiyoruz, darbe istemiyoruz. Darbeden çok çekmişiz zaten onun için her zaman demokrasiye gönül veren insanlarız. Ben bir sanatçı olarak aynı şekilde ülkemde huzur, barış, refah istiyorum. Oradakilere asker bile diyemiyorum, terörist diyorum. Asker kılığına girmiş teröristler. 'Laik Türkiye Cumhuriyeti için darbeye hayır' diyelim."

Savaş, tiyatrocu arkadaşlarıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda darbeye karşı tepki gösterdiğini dile getirerek, darbe girişimi sırasında sanatçıların içinde birtakım duygular yaşadığını, olayın şokuyla hemen tepki veremeyenler olabileceğini vurguladı.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Kazasız Kul Olmaz

İstanbul Gelişim Sanat tarafından 81 ilde sahnelenmeyi hedefleyen 'Kazasız kul olmaz' adlı oyun seyircilerin beğenisine sunuldu. Dünyada ilk defa yapılan uygulamada, seyirciler özel koltuklarda oyunu izliyor. Oyun başlamadan yapılan anons ile seyircilerde kemerlerini bağlamaları isteniyor.

İstanbul Gelişim Sanat 'Kazasız kul olmaz' adlı oyunu 81 ilde sahnelemek üzere seyircilerin beğenisine sunuldu. Dünyada bir ilke imza atan İstanbul Gelişim Sanat, iş ve trafik kazaları ayrıca ilk yardıma dikkat çekiyor. Yazan yöneten Zahrettin Çelik sanat danışmanlığını Şevket Çoruh Vatan Şaşmaz, Proje danışmanlığını Ali Yücel Güler Oktay Gündoğdu, yaptığı 81 il kapsamlı ''kazasız kul olmaz'' adlı oyun seyircilerin beğenisine sunuldu. Proje, Uluslararası Radyocular Birliği tarafından yılın alkışı hak edenler ödülüne layık görüldü. Konusu, ülkemizde kanayan yarası haline gelen iş ve trafik kazalarının akabinde ilkyardımın önemine vurgu yapmaktadır.

Seyirciler Emniyet Kemeri Taktı

Dünyada bir ilke imza attılar; Koltuklarda özel olarak emniyet kemeri tasarlandı.anons geldikten sonra seyirciler emniyet kemerlerini takıyor ve kemer takılmadan oyun başlamıyor. konukların çocuklarıyla ilk defa böyle yararlı bir etkinlikte bulunmalarından çok memnun olduklarını bu tarz projelerin çoğalmasını ifade ettiler

Oyunun yazarından…

Kazasız kul olmaz oyununu yazan ve yöneten Zahrettin Çelik, oyun hakkında şöyle dedi:

“Kendi imkanlarımızla Kavşaklar tali yoları, şantiyelerde gözlemler araştırmalar yaparak hem skeç haline getiriyoruz hem de bu verileri çeşitli kurum ve kuruluşlara paylaşıyoruz.Keşkeler olmaması için kazasız kul olmaz oyununu 2009'da kaleme aldık. Bilindiği üzere istatistikler ve kaza oranlarına baktığımızda iş ve trafik kazaları pek iç açıcı değil. Ülkemizde yılda 8 bin kişi sadece trafikte hayatını kaybediyor. Dünyada 3. Avrupa'da ise 1. Sıradayız Dünya genelinde 1.6 milyon insan yaşamını yitirmektedir bu kayıplar sosyoekomik ve sosyokültürel tahribi sizin takdirinize bırakıyoruz. Kaza oranları çok yüksek. Hal böyle iken bizde bu hassas konuları sahne sanatlarına taşıyarak bilinçli, duyarlı birey ve toplum modeli oluşturma amacındayız. Oyunumuzu yurdun her tarafında halka sunacağız oyunun içinde tek bir mesaj değil birçok konuya değinmek istedik. Eğitsel niteliği taşıyan bu oyun 7' den 70'e seyirciyle buluşturmayı hedefliyoruz” dedi..

Hedefimiz ve Misyon

İlk yardımın önemini hatırlatmak, İş ve trafik kazalarının minimuma getirmek, işveren ve personelerin oyundaki hatalarını görmelerini sağlamak, konuya duyarlı kurum ve kuruluşlara örnek göstermek, toplum olarak sağlık personellerine karşı hoşgörülü olmayı hatırlatmak, projemiz köy okullarının giyim, kırtasiye, gıda gibi konularda katkıda bulunmaktadır..

İstanbul gelişim tiyatrosunun misyonu, kadına şiddet, iş kazaları, trafik kazaları ilk yardım, köy okulları gibi konuları dramatize ederek toplumu bu yönde farkındalık oluşturma çabasındadır.

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Festivalde 5 kişi boynuz darbesiyle yaralandı

İspanya'da düzenlenen San Fermin Festivali'nde 5 kişi boynuz darbesiyle yaralanarak hastaneye kaldırıldı.

İspanya'nın kuzeyindeki Pamplona kentinde devam eden San Fermin Festivali'nde ikincisi yapılan koşu sırasında 5 kişi boğaların boynuz darbesiyle yaralandı.

Kent merkezindeki 850 metrelik yolda yapılan koşu yerel saat ile 08.00'da (TSİ 09.00) başlayıp, 5 dakika 44 saniye sürdü. İnsanların boğalarla beraber koştuğu "Encierro" olarak adlandırılan etkinliğin son yıllardaki en uzun ve en tehlikeli koşu olduğu ifade edildi.

Akşam matador karşısına çıkarılacak 6 boğanın, 6 öküz eşliğinde ahırdan çıkarılıp arenaya kadar yaptığı koşu sırasında gruptan ayrılan 3 boğa tehlikeye yol açtı. Boğalardan biri tek başına yaklaşık 300 metre ters istikamette koşunca heyecanlı anlar yaşandı.

Koşu sonunda Pamplona Hastanesi'nden yapılan açıklamada, kol, bacak ya da kalçasından boynuz darbesi alan 5 kişi ile düşme sonucu yaşadığı travma nedeniyle 4 kişinin hastaneye kaldırıldığı bildirildi.

1924 yılından bu yana tutulan istatistiklere göre, boynuz darbesi sonucu 15 kişinin hayatını kaybettiği "encierro"larda çok sayıda kişi yaralanıyor.

7 Temmuz 2016 Perşembe

Keçeden Şarlo ve Edith Piaf

Sanatçı Hava Oral'ın dünyasındaki renkli yansımalarında oluşan ‘Gölgedeki Yüzler' isimli sergi 12 Temmuz'da Galeri Eksen Balat'ta açılıyor.

Sanatçı için önem taşıyan, Charlie Chaplin ve Edith Piaf gibi önemli sanatçıların karakter analizlerinden oluşan heykellerde yer alıyor. Oral eserlerini şöyle tanımlıyor: “Nasıl yaşamın içerisinde her şey varsa, bir parçası her parçası gibiyse; nasıl uğraşlarım ondan farklı olsun ki? Sevgiler, korkular, ayrılıklar, kavuşmalar, üzüntüler, sevinçler onlar da bu parçamın bir parçası... Gölgedeki yüzlerim; aslında bir kayıp şehrin gölgedeki yüzleri... Bir melodi duyduğunuzda canlanan anılar, bir fotoğraf ile değişen duygular gibi... Evet bu sergide, yaşamın ortasından alınmış kaygıları, saflığı, çaresizliği, çabaları, özlemleri, ümitleri kapsayan her bir parçam, yaşamımdan bir kesit. Ruhu ve duygusu olan tüm canlılara minnettarım … Her bir yüz, Gölgelerde kalmıştı. Gün ışığına çıkardığım her biri.”

5 Temmuz 2016 Salı

‘Survivor' izlemenin psikolojisi

Televizyon ekranlarında boy gösteren yarışma programları yoğun ilgi görmekte. İnsanlar bu programlarla ilgili muhabbet ediyor, günlük yaşantısını zaman zaman bunlara göre yapıyor. Yarışma programlarının çok fazla izlenmesinin psikolojik sosyal ve patolojik sebeplerinin neler olabileceği konusunda psikiyatrist Dr. Sevda Bıkmaz görüşlerini paylaştı.

Televizyonun gerçeklikten uzaklaşmak için bir araç olduğunu belirten Bıkmaz şunları söylüyor: “Televizyon günümüzde yerini yavaş yavaş sosyal medyaya bıraksa da hâlâ gündelik eğlence hayatımızın en önemli parçası. Evet eğlence çünkü televizyonda en çok izlenen programlara baktığımızda yarışmalar ve dizileri birinci sırada görüyoruz. Öte yandan toplum olarak televizyonun başında çok fazla zaman geçiriyoruz. Belki de televizyonu fazla ciddiye alıyoruz. Televizyona “aptal kutusu” demek de, onu çok ciddiye almak da yanlış. Televizyon en çok insanların zaman geçirmelerine bir yandan da günlük hayatın gerçeklerinden uzaklaşıp eğlenmelerine aracılık ediyor. Tabii TV başında geçirilen zamanın kalitesi de kişinin beklentilerine göre değişiyor.”

Kutuplaşmayı izlemek insanların hoşuna gidiyor

Psikiyatrist Dr. Sevda Bıkmaz, ‘reality show'ların en fazla izlenen programlar olduğuna dikkat çekiyor ve bu tarz programların fazla izlenme sebeplerinin neler olabileceğini şöyle açıklıyor: “Survivor'da yarışmacıların psikolojik, fiziki ve fizyolojik eşikleri sınanıyor, zorlanıyor. Örneğin yarışmacılar yemek gibi temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için kazanmak zorundalar. Bu manipülasyonlar sebebiyle normal davranış paternlerinin dışına çıkabiliyorlar. Modern yaşamın kuralları yerini doğa kurallarına bıraktığı için daha ilkel-çiğ bir davranış biçimi ortaya çıkıyor. Benliğimiz (ego) ve modern yaşamın kuralları-yasaları (süperego) yerine doyum arayan istekler ve doyurulmamış arzuların doyum beklentisi (id) kumandayı eline alıyor zaman zaman. Öfke, saldırganlık ve kaygı gibi duygular açığa çıkıveriyor. Seyircileri de en çok bu “insanlık hali” cezbediyor. Birilerinin zorlandığını görmek, bu zorlu koşullar altında ortaya çıkan davranış kalıplarını izlemek, insanların temel ihtiyaçları karşılanmadığında neler yapabileceğine seyircilik etmek insanların ilgisini çekiyor. Yarışmacıların kazanmak için hangi yollara başvurduğunu ve bu uğurda kutuplaşmalarını görmek merak uyandırıyor.”

Başarısızlığı kendimize

atfedemiyoruz

İnsani eğilimlerimizin yarışma programlarını seyretmekteki etkisine değinen Bıkmaz, “İnsan olarak başarıyı, iyiyi, güzeli kendimize; başarısızlığı, kötüyü, çirkini dışsal faktörlere atfetme eğilimimiz var. Seyirci de yarışmacılarla özdeşim kurarak örneğin, hırs, başarı, dayanıklılık gibi beklenti ve niteliklerini doyuruyor. Tuttuğu yarışmacının başarısından besleniyor. Veya tam tersine bencillik, kin, zayıflık gibi olumsuz özellikleri temsil eden bir karakterle arasına mesafe koymuş oluyor. Seyirci ekran karşısında güvenli bir şekilde; ben değil o başarısız, o zayıf, o bencil deme fırsatı buluyor. Ya da o yapamadı ben yapardım, o bilemedi ben biliyorum diyebiliyorlar. Yani seyirci bir nevi sosyal karşılaştırma yaparak kendisini iyi hissediyor.” diyor.

Aynı sosyal karşılaştırmanın evlilik programları için de geçerli olduğunu vurgulayan Bıkmaz, bu programların hedef kitlesi farklı olsa da ekran önüne çıkan sıradan insanların davranışlarının, karakterlerinin, hikâyelerinin, dış görünüşlerinin seyircinin odak noktası olduğunu söylüyor. “İnsanların gerçekte evlenip evlenmeyeceklerinden çok yarışmacıların skandalları, uygunsuz davranışları, karşılıklı tutum ve tavırları, yalanları, kurnazlıkları, maddi varlıkları seyircinin ilgisini çekiyor.” diye ekliyor.

Olumsuz davranışlar olumlu davranışlardan daha çok ilgimizi cezbediyor

Psikiyatrist Dr. Sevda Bıkmaz, olumsuz davranışların ilgimizi çekmesini şöyle açıklıyor: “Merak duygusu ekran başında daha çok zaman geçirilmesine sebep oluyor, acaba ne olacak, bu lafa nasıl cevap verilecek, başarabilecek mi, bu sefer kim kazanacak gibi soruların cevabını merak ediyoruz ve program yapımcıları da bunun farkındalar. Sokakta bir kavga görsek hemen dönüp bakarız oysa olumlu davranışlar bu kadar dikkatimizi çekmez. Zihnimiz olağan dışı olumsuz uyaranlara karşı daha duyarlı. Ekranlarda yarışmacıların, konukların birbiriyle tartışmaları, kavga etmeleri, falanca gelin adayının filanca talibine laf sokması daha çok ilgimizi çekiyor.”

Sosyal ilişkiler televizyon programları üzerinden kuruluyor

Bütün programlar için geçerli olan bir başka durumun da programların sadece izlenmesi değil daha sonradan üzerinde konuşulması olduğunu söyleyen Bıkmaz, komşu ziyaretlerinde, işyerlerinde, okullarda, ekranda Semih'in ne yaptığının, Nagihan'ın karakterinin, o hafta kimin elendiğinin günün sohbet konusu olduğunu söylüyor. “Demek ki sadece izlemiyoruz aynı zamanda televizyon üzerinden sosyal bir ilişki de kuruyoruz.” diyor.

Bunun temelde bir sorun olmadığını belirten Bıkmaz, televizyon izlemenin kişinin işlevselliğini bozacak boyuta vardığında gerçek bir sorun olacağını vurguluyor ve son olarak şunları ekliyor: “Örneğin, kişi ailesi, arkadaşlarıyla zaman geçirmek yerine televizyon izlemeyi tercih ediyor, sorumluluklarını erteliyor, eğitiminden, işinden gücünden geri kalıyorsa; zihnini ve zamanını ağırlıklı olarak bu programlarla ilgili konular meşgul ediyorsa -tüm bağımlılıklar gibi- bu bir sorundur. Bu koşulların dışında hangi televizyon programlarının izleneceği elbette bireysel bir tercihtir. Dediğim gibi televizyon ne aptal kutusu ne de ideal bir iletişim aracıdır.”

2 Temmuz 2016 Cumartesi

5. Roma Türk Film Festivali başladı

Bu yıl 5'incisi düzenlenen Roma Türk Film Festivali, İstanbul Atatürk Havalimanı'nda gerçekleşen terör saldırısı sebebiyle sade bir tören ve “Annemin Yarası” filminin gösterimiyle açılış yaptı.

Bu yıl 5'incisi düzenlenen Roma Türk Film Festivali, İstanbul Atatürk Havalimanı'nda önceki gün gerçekleşen terör saldırısı sebebiyle sade bir tören ve “Annemin Yarası” filminin gösterimiyle açılış yaptı.

Roma'da ilki 2011 yılında yapılan ve o günden bugüne gelenekselleşen Roma Türk Film Festivali'nin 5'incisi, Roma'nın ünlü Villa Borghese bahçeleri içindeki Casa Del Cinema salonlarının ev sahipliğinde, Başbakanlık Tanıtma Fonu'nun desteği, Kültür ve Turizm Bakanlığının katkıları ve Türkiye'nin Roma Büyükelçiliği işbirliğiyle hayata geçti.

İstanbul Atatürk Havalimanı'nda önceki gün meydana gelen terör saldırısı sebebiyle festival, öncekilerin aksine bu yıl çok daha sade bir törenle kapılarını Romalı sinemaseverlere açtı. Oyuncu Melike Yalova'nın Casa del Cinema'nın açık hava sinemasında sunuculuğunu yaptığı tören, İstanbul'daki terör saldırılarında yaşamını yitirenler için 1 dakikalık saygı duruşu ile başlarken, onursal başkan Ferzan Özpetek, Türkiye'nin Roma Büyükelçisi Aydın Adnan Sezgin ve Casa Del Cinema Direktörü Giorgio Cosetti kısa birer açılış konuşması yaptı.

Özpetek, terör saldırısından dolayı bu yılki festivali hiç yapmamayı da düşündüklerini ama sonunda daha sade bir şekilde gerçekleştirme kararı aldıklarını belirterek, bu yılki festivalde öncekilerin aksine gösterilen filmlerin oyuncularının aralarında bulunmadığını söyledi.

Büyükelçi Sezgin de barbarlara karşı en iyi yanıtın kültür ve sanatla verilebileceğini anlatarak, terör saldırısından sonra kendilerine büyük destek veren İtalyanlara teşekkür etti.

Konuşmaların ardından 18 yaşına geldiğinde kayıp ailesini bulmak için yetimhaneden ayrılan Salih'in umudun peşindeki hikayesini konu alan, başrollerinde Meryem Uzerli, Ozan Güven, Bora Akkaş ve Belçim Bilgin'in bulunduğu “Annemin Yarası” filmi gösterildi.

İlginin yüksek olduğu festivalin açılış gecesine, Roma Türk Film Festivali Onursal Başkanı Ferzan Özpetek, Festival Başkanı Serap Engin, Türkiye'nin Roma Büyükelçisi Aydın Adnan Sezgin, Azerbaycan'ın Roma Büyükelçisi Mammad Ahmadzada, festivalde gösterilecek Venedik Jüri Özel Ödüllü Abluka filminin yönetmeni Emin Alper, oyuncu Deniz Çakır, Annemin Yarası filminin yapımcısı Zümrüt Arol Bekçe ve çok sayıda sinemasever katıldı.

"Bu, Türk ve İtalyan halklarını birbirlerine yaklaştıran bir etkinlik"

Türkiye'nin Roma Büyükelçisi Aydın Adnan Sezgin de bu yılki festivali İstanbul'daki olaydan ötürü çok buruk bir şekilde açtıklarını dile getirerek, “Bu festival bir gelenek haline geldi ve Türkiye-İtalya kültürel ilişkileri zemininde çok önemli bir yer edindi. Bunun aynı zamanda bir şölen, bayram havası vardı. Tabi o bayramı kutlayamıyoruz. Ama bu önemli kültürel faaliyetle 2 gün önce İstanbul'da gerçekleştirilen barbarlığa bu yönde bir cevap vermiş olacağız. Bu, Türk ve İtalyan halklarını birbirlerine yaklaştıran bir etkinlik. İtalyan halkı da son olaydan sonra Türkiye ile çok kuvvetli bir dayanışma sergiledi.” diye konuştu.

30 Haziran 2016 Perşembe

Sinema seyircisi arttı

Türkiye genelinde sinema seyirci sayısı geçen yıl, bir önceki yıla göre yüzde 3,2 artarak 57 milyon 148 bin 11 kişi oldu.

Türkiye genelinde sinema seyirci sayısı geçen yıl, bir önceki yıla göre yüzde 3,2 artarak 57 milyon 148 bin 11 kişi oldu.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), "Sinema ve Tiyatro İstatistikleri 2015"i yayımladı.

Buna göre, Türkiye genelinde sinema salonu sayısı 2015 yılında, 2014 yılına göre yüzde 8,6 artarak 2 bin 356 oldu. Bu dönemde sinema salonlarındaki koltuk sayısı yüzde 7,7 artarak seyirci kapasitesi 297 bin 610'a ulaştı.

Sinema seyirci sayısı söz konusu dönemde yüzde 3,2 artarak 57 milyon 148 bin 11 kişiyi buldu. Yerli film seyirci sayısı yüzde 2,2 artarak 31 milyon 661 bin 600 kişi olurken, yabancı film seyirci sayısı yüzde 4,5 artarak 25 milyon 486 bin 411 kişiye çıktı.

Aynı dönemde gösterilen film sayısı yüzde 18,4 artarak 49 bin 151'e yükseldi. Gösterilen yerli film sayısı ise yüzde 26,4 artarak 21 bin 494 olurken, yabancı film sayısı yüzde 12,8 artarak 27 bin 657 olarak gerçekleşti.

Sinema salonu bulunan il sayısı 2015 yılında 74 olarak kaydedildi. Sinema salonu bulunmayan iller Ardahan, Bayburt, Gümüşhane, Hakkari, Iğdır, Sinop ve Şırnak olarak kayıtlara geçti.

Tiyatro salon sayısı arttı

Tiyatro salon sayısı 2014-2015 sezonunda, 2013-2014 sezonuna göre yüzde 17,7 artarken, tiyatro salonu koltuk sayısı yüzde 2,9 azaldı. Buna göre, 2014-2015 sezonunda tiyatro salon sayısı 719 olurken, tiyatro salonu koltuk sayısı 258 bin 932'i buldu.

Sezonlar itibarıyla karşılaştırıldığında 2014-2015 sezonunda, 2013-2014 sezonuna göre tiyatro salonlarında oynanan eser sayısı yüzde 2,8 artarak 6 bin 825'e ulaştı. Tiyatro salonlarında oynanan yerli/telif eser sayısı geçen sezona göre yüzde 3,4 artarken, oynanan yabancı/çeviri eser sayısı yüzde 0,6 azaldı.

28 Haziran 2016 Salı

Mustafa Ceceli'den Ramazan konseri

Bursa'da ‘Şehr-i Ramazan' programı kapsamında Merinos Park'ta sahne alan sanatçı Mustafa Ceceli, hayranlarına unutulmaz bir gece yaşattı.

Son yılların en başarılı seslerinden olan ünlü sanatçı Mustafa Ceceli, Bursalılarla buluştu. Ceceli, en güzel şarkılarını hayranları ile birlikte seslendirdi. Programında ilahilere de yer veren Ceceli, hayranlarına unutulmaz bir gece yaşattı. Gecenin sonunda Kültür AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Rıfat Bakan, günün anısına ünlü sanatçıya çiçek verdi. YUNUS ÖRS Bursa

25 Haziran 2016 Cumartesi

Aşkın her hali bu filmde

Son ayların gündemi en çok meşgul eden konularından 'vize sorunu' beyazperdede. Ekim ayında başlayacak çekimlerin 4 haftada tamamlanması planlanıyor. Filmin yapımcılarından Serhat Öztürk, çekimler boyunca temel mottolarının 'Gözümün ucundasın, elimi uzatsam tutar mısın?' söylemi olacağını söyledi.

Son ayların önemli konusu “vize sorunu”nu bir aşk hikayesi üzerinden sinemaya uyarlayan filmin yapımcıları Serhat Öztürk ve Deniz Şafak “Akasya Mevsimi” filmi hakkında konuştu. Filmin cast çalışmaları ve çekimlerin başlayacağı tarih hakkında bilgi veren Öztürk, 'Çekimlere Ekim ayının ikinci haftası Antalya'nın Kaşilçesinde start vermeyi planlıyoruz. Toplamda 4 hafta kadar sürecek çekimlerde iki ülke arasında mekik dokuyacağız. Yunanistan'ınMeis adasında final yapacak sahneler için uzun bir hazırlık dönemi geçirdik.' şeklinde konuştu.

'SÜRPRİZİ KAÇMASIN'

Filmin oyuncu kadrosu hakkında bilgi vermekten kaçınan Öztürk, 'Türk sinemasının önemli isimlerinin yanında genç yıldızlara da yer verdik. Ancak sürprizi bozmamak adına bu isimleri daha sonra açıklamayı doğru buluyorum' dedi.

'ULUSLARARASI PLATFORMDA BAZI SORUNLAR ÇIKABİLİYOR'

Filmin bazı sahnelerinin Yunanistan'ın Meis adasında çekileceğini hatırlatan yapımcılardan Deniz Şafak,'Gündem hepinizin malumu. Böyle işlerde iki ülke arasında izinler ve diğer prosedürler noktasında bazı sorunlar yaşanabiliyor. Ufak tefek pürüzler her zaman çıkabiliyor. Ancak senaryoya ve ekibe inancımız tam. Dolayısıyla bu pürüzleri çekim tarihe kadar aşacağımızı ümit ediyoruz.' açıklamasında bulundu.

KAŞ

NASIL ÇIKTI BU "AKASYA MEVSİMİ"? İSİM KULAĞA HOŞ GELİYOR. BİRAZ AÇAR MISINIZ?

Bu soruyu yanıtlayabilmem için karakterlerimizden kısaca bahsetmem lazım. Filmde, Antalya'nın "Kaş" ilçesinde yaşayan "Rüzgar" adında bir gencimiz var. Bu genç, biraz delidolu, başına buyruk, kontrolü zor bir karakter. Annesinin de dediği gibi "Adı gibi Rüzgar". Çok genç yaşlarda babasını kaybeden Rüzgar, annesi ile yaşamaktadır.

Öte yandan Meis Adası'nda yaşayan bir Yunan kızımız var. Adı "Akasya" kızımız, gülüşüyle yürekleri yakan, utangaç, içine kapanık bir karakter. Kızımız da annesiz kalmış, Rüzgar'ın tam tersi babasıyla büyümüş.

"Akasya Mevsimi" isim olarak, kızımız ile gencimiz sınır tanımayan aşkına atıfta bulunan tam da "Akasya ağacı"nın çiçek açtığı döneme denk gelen bir zamanda geçiyor.

MEİS ADASI

RÜZGAR VE AKASYA FİLMDE NASIL BİR AŞK YAŞAYACAK?

Filmde Rüzgar'ın Akasya'ya ulaşabilmesi biraz zahmet gerektirecek. Zor olan her zaman kıymetlidir. Sadece diyeceğim bu kadar gerisini filmde hep birlikte göreceğiz.

NEDEN ALMANYA, İSVİÇRE GİBİ TÜRKLERİN YOĞUN YAŞADIĞI ÜLKELERDEN DEĞİL BU "AKASYA"?

Ben Kaş'a ilk gittiğimde Kaş'ın karşısında bulunan Meis Adası'nı çıplak göz ile görebildim. Bu adanın hangi ada olduğunu sorduğumda Yunanistan'ın "Meis Adası" olduğunu söylediler. Çok şaşırmıştım. Meis Adası'na da geçtiğimde aslında birbirimizden hiç de yabancı olmadığımızı fark ettim. Camii, Ege'mizdeki güzel Rum evleri, bana hiç yabancı gelmedi. Ulaşımı bu kadar kolayken, geçmişte iç içe yaşadığımız dönemin izlerini taşıyorken, buraya gelmek için vize almam bana saçma geldi. Bu yüzden, örneklemeyi uzaklarda aramaya gerek duymadık ve hemen burnumuzun dibine bakmaya karar verdik.

FİLMDEN GİŞEDE NASIL BİR BEKLENTİNİZ VAR?

Öncelikle bu filmi her ne kadar zor şartlarda da çekecek olsak, gişe kaygılı bir film yapmayacağız. Buradaki amaç, insanların yaşadığı ve hep içinden haykırdığı "Oraya neden ben de gidemiyorum" düşüncesine tercüman olmak ve bu sorunu aşk temalı bir film üzerinden anlatmak.

23 Haziran 2016 Perşembe

Hak-İş'ten ‘emek' temalı kısa film projesi

Hak-İş tarafından “Kısa Film Uzun İş” sloganıyla 2012 yılında başlatılan ve bu yıl beşincisi gerçekleştirilecek olan “emek” temalı uluslararası kısa film yarışmasının tanıtımı yapıldı.

Festivale 115 ülkeden 2 bin 800 yönetmen 3 bin 346 film ile katılım sağlayacak. Festivalle ilgili konuşan Hak-İş Konfederasyonu Genel Başkanı Mahmut Aslan, festivali ulusal ve uluslararası alanda yürüten iki ayrı ekipleri bulunduğunu belirtti. Aslan, 115 ülkeden 2 bin 800 yönetmenin 3 bin 346 film başvurusu yaptığını belirterek, başvuruların sürdüğünü vurguladı. Festivale Amerika'dan 321, Hindistan'dan 241, İran'dan 231, İngiltere ve Fransa'dan 150'şer, İspanya'dan 121, İtalya'dan 129, Türkiye'den 89, Rusya'dan 84, Brezilya'dan 85, Kanada'dan 83, Almanya'dan 82 ve diğer ülkelerden toplam bin 581 film başvurusu yapıldı. Kısa Film Yarışması kapsamında, birinci olan filme 10 bin, ikinciye 5 bin, üçüncüye ise 2 bin 500 lira ödül verilecek.

21 Haziran 2016 Salı

Osmanlı eserleri yok oluyor

Osmanlı'nın mimari inşalarının bulunduğu Makedonya'daki birçok tarihi eserin harabeye dönüşmesi konusunda Kalkandelen Müftüsü Prof. Dr. Kani Nesimi hassasiyet gösterdi. Makedonya'daki Türk-Osmanlı eserlerinin bakımsızlıktan yok olmaya yüz tuttuğunu söyleyerek, Müslümanlara ve tarihi eserlere ilgi gösterilmesini beklediklerini dile getirdi.

Makedonya'nın Kalkandelen Müftüsü Prof. Dr. Kani Nesimi, bölgelerindeki tarihi ve dini öneme sahip Osmanlı miraslarının hızla yok olmaya başladığını söyledi. Nesimi, Türkiye ile Makedonya'nın işbirliği yaparak bu eserlerin yaşaması adına gerekli çalışmaları sağlamalarını istedi. İstanbul Eyüp Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Balkan İftarları' etkinlikleri çerçevesinde Kalkandelen'de ünlü Harabati Tekkesi'nde Zaman muhabirinin sorularını yanıtlayan Nesimi, Balkanlar'daki Osmanlı eserlerinin korunması ve onarımı konusunda Türkiye'nin ciddi yardımları bulunduğunun altını çizerken yine de birçok olumsuzluk yaşandığını ve geçen süreçte eserlerin yok olmaya devam ettiğini aktardı.

‘MÜSLÜMANCA YAŞAMAK ZORDUR'

Müslümanların gündelik hayatlarında inançlarından dolayı bazı bölgelerde ciddi sorun yaşadıklarına dikkat çeken Nesimi, Müslümanların yoğun olduğu Üsküp ve Gostivar'da sorun olmadığını ancak Manastır, İştip ve Ustrumca'da sıkıntı yaşandığını anlattı. Makedonya devletinin bu bölgelerdeki Müslümanlarla ilgilenmesini isteyerek şunları söyledi: “Bölgelerdeki kardeşlerimizin ekonomik anlamda ve eğitim konusunda gelişimleri diğerlerine göre daha zayıf. Müslümanların inanç, eğitim ve ekonomik açıdan yer yer engellendiğine tanık oluyoruz. Devlet bu tutumlara izin vermemeli. Ayrıca yeni camilere geçilmesi ve eskilerin restore edilmesi ile ilgili sorun yaşıyoruz. Makedonya bizim de devletimiz.”

‘FATİH'İN KÖPRÜSÜ GÖLGELENDİ'

Nesimi, Makedonya'nın bazı bölgelerinde Osmanlı köprülerini gölgelemek için heykellere ve camilere yönelik kilise ile minarelere karşı haç dikildiğini belirtti. Makedonya Müslümanlarının değerlerine ve tarihine saygı gösterilmesi gerektiğini vurgulayarak Fatih Sultan Mehmet'in 1451'de Üsküp'te Vardar Nehri'nin üzerinde yaptırdığı tarihi köprünün çevresine birçok heykel konulduğunu söyledi. Nesimi, “Makedonya'da kimi yöneticiler komünizm zihniyeti ile hareket ediyor. Genelde kiliselerin desteği ile hükümet olan bir parti var. Anlayışı ise buradaki insanları Ortodokslaştırmak. Bu nedenle birçok yerde kilise ve haç görüyoruz. Camileri de inşa etmeye müsaade etmiyorlar. Pirlepe'de 2000'de yakılan caminin onarımına tüm başvurulara rağmen izin çıkmadı. Mücadelemiz de karşılık bulmuyor. Türkiye'nin güçlü siyasetle çözüme katkı sağlamasını bekliyoruz.”

‘BEKTAŞİLER BİZİM İNSANIMIZDIR'

Makedonlarda Helenizm korkusu bulunduğuna değinen Nesimi, “Burada Helenizm diye korku ve endişe yok. Helenizm, politika malzemesi edilen bir şey. Biz bunu burada görmüyor ve hissetmiyoruz. Bektaşi topluluğu bizim insanımızdır. Müslüman olarak dinen ve milleten birlikte yaşamak zorundayız.” dedi.

TÜRKİYE'DEN İLGİ BÜYÜK!

Türkiye'nin bölgeye ilgisini överek ciddi destek gördüklerini belirten Nesimi, “TİKA ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce birçok çalışma yapılıyor. Makedonya'nın bazı noktalarında çürümeye yüz tutmuş camilerle kimi yapıların restorasyonu konusunda Türkiye'nin ciddi gayreti var. Bu bizi heyecanlandırıyor. Kalkandelen'deki Alaca Camii'nden tutun da Üsküp, Tetova, Gostivar, Manastır'da çok yoğun onarım gerçekleşiyor. Harabati Tekkesi ile ilgili de restorasyon bekleniyor. Ancak tekkenin İslam Birliği'ne tam olarak geçmesi için resmi süreç uzadı ve henüz tamamlanmadı.” ifadelerini kullandı.

9 Haziran 2016 Perşembe

Avusturya'da sığınmacılar için sanatsal eylem

Avusturya'nın başkenti Viyana'da iki insan hakları aktivisti, sığınmacılara destek olmak ve hükümetin sığınmacı karşıtı politikalarını protesto etmek için "açık piyano" adını verdikleri eylem yaptı.

Protesto kapsamında, insan hakları aktivisti Udo Felizeter ve Nico Schwendinger, her gün yüzlerce insanın geçtiği Museumsquartier Meydanı'na piyano getirdi.

Nijeryalı mülteci Marcus Omofuma anısına dikilen heykelin etrafında gerçekleştirilen eylemde, piyano yoldan geçenlerin kullanımına sunuldu.

Sığınmacılara destek olmak ve hükümetin sığınmacı karşıtı politikalarını protesto etmek için yapılan eylemde, yoldan geçen ve piyano çalmayı bilenler çevredekilere açık hava konseri verdi. Piyano konserleri, çevredekiler tarafından ilgiyle izlendi.

"Gelenler çok küçük bir yüzdeyi oluşturuyor"

Eylemi organize eden Felizeter, AA muhabirine yaptığı açıklamada, mülteciler için "açık piyano" adını verdikleri projeyi hayata geçirdiklerini belirterek, "Piyanomuz cadde ortasında herkese açık, herkes tarafından ulaşılabilir ve herkes hem çalabilir hem de dinleyebilir. Biz piyanoyu herkesin sevdiğini düşünüyoruz. Müzik, küresel bir dil olduğu için mülteciler ve dünya arasında bir ilişki kurmak istedik. Müzik herkesi birleştirebilir." dedi.

Sınırlardaki kontrollere, sıkılaştırılan sığınmacı yasalarına ve sınır dışı etmelere karşı olduklarını kaydeden Felizeter, "Sert sığınmacı politikalarına karşıyız. Sınırların kapatılması doğru değil. Herkes insandır. İhtiyacı olan herkesin sınırlardan geçmesine izin verilmelidir. Hep birlikte yaşayabiliriz. Avrupa ülkeleri, isterlerse birlikte topluca bu sorunu çözebilir. Gelenler çok küçük bir yüzdeyi oluşturuyor ve bunun yönetilebilir olduğunu düşünüyoruz." diye konuştu.

7 Haziran 2016 Salı

Daha zeki olmanın 10 yolu

Zekânızı nasıl ilerletebilirsiniz? IQ düzeyinizde dört yılda 21 puan şaşırtıcı bir şekilde artış veya 18 puanlık bir düşüş olabilir. Bu sizin elinizde. Yani zekânızı ilerletebilir veya geriletebilirsiniz!

Yani, 110 puandan 130 puana yükselen kişi "ortalama" insandan "üstün yetenekli" insan sınıfına geçiyor! Tersi ise aptallaşıyorsunuz!..

Newsweek'te yer alan ve Rita Urgan tarafından çevirililerek Cumhuriyet'in Bilim Teknik ekinde yayımlanan (02.03.2012) yazı şöyle: İşte yapacaklarınız!

1-Dostlarınızla sözcük oyunları oynayın

Araştırmalar bulmaca çözmenin Alzheimer ve bunama riskini azalttığını ortaya koyuyor.

2- Zerdeçal yiyin

Hint mutfağının gözde baharatlarından biri olan zerdeçalın köklerinde bunama riskini azaltabilen kurkumin adlı bir madde bulunur.

3- Tekvando kurslarına katılın Ya da dans edin, tenis oynayın

Kalp atışını hızlandıran ve büyük ölçüde eşgüdüm gerektiren bir etkinlik bulmaya çalışın.

4- Farklı kaynaklardan haberler alın

Yeni fikirlere açık olun.

5- Akıllı cep telefonlarınızı atın

Sürekli e-postalarınızı kontrol etmek dikkatin dağılmasına ve üretkenliğin azalmasına neden olur.

6- Bol bol kestirin Şekerleme yapın ve geceleri erkenden yatın

Harvard Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma beynin uykuya daldıktan sonra da anıları işlemden geçirdiğini ortaya koydu.

7- TED sitesi uygulamasını indirin

Teknoloji, eğlence, tasarım derneğinin yıllık toplantılarına katılan dünyanın en büyük beyinleri bu toplantılarda beyin haritasının çıkartılması ve doğum öncesi zekâ gibi konuları masaya yatırırlar.

8- Bir yazın festivaline katılın

Gitmek isteyip bir türlü gidemediğiniz yerlerde her yıl mutlaka bir yazın festivali yapılır. Biletinizi alın ve yolculuk sırasında Tom Stoppard ya da Jennifer Egan gibi yazarlardan bir iki şey öğrenin.

9- Bir "anı sarayı" inşa edin

Anımsamak istediğiniz şeyi canlı bir imgeyle bağdaştırın. Sabrınız anı sarayı yapmaya yetmeyebilir, ama Joshua Foer'in "Einstein ile Ayda Yürüyüş:

10- Yeni bir dil öğrenin

İkinci bir dili öğrenmek prefrontal korteksi devinime geçirerek karar verme yetisi ve duygular üzerinde bir etki yaratır.

Kaynak: SABAH

4 Haziran 2016 Cumartesi

Nazım Hikmet ölümünün 53'üncü yılında anıldı

Şair Nazım Hikmet, ölümünün 53'üncü yılında Rusya'nın başkenti Moskova'daki mezarı başında düzenlenen törenle anıldı.

Şair Nazım Hikmet, ölümünün 53'üncü yılında Rusya'nın başkenti Moskova'daki mezarı başında düzenlenen törenle anıldı.

Novodeviçye Mezarlığı'nda düzenlenen törene, Moskova'da yaşayan çok sayıda Türk'ün yanı sıra Rus davetliler de katıldı. Anma törenine Türkiye'den gelenler arasında, Kardeş Türküler grubu üyeleri, sanatçı Zülfü Livaneli ve gazeteci Nebil Özgentürk yer aldı.

Konuşmalarla başlayan tören, Nazım Hikmet'in mezarı başında beyaz güvercin uçurulmasıyla sona erdi. Törene katılanlar Nazım Hikmet'in mezarına karanfil bıraktı.

Moskova'daki anma etkinlikleri, akşam düzenlenecek konserle devam edecek.

2 Haziran 2016 Perşembe

En uzun resim sergisiyle rekor kırdılar

Osmaniye'de Türkiye ve 12 ülkeden çocuk ve gençlerin yaptığı 130 bin 289 resimle, 60 kilometre 889 metre uzunluğunda sergi açılarak, Dünya Çocuk Rekorları kapsamındaki "En büyük açık hava sergisi rekoru" kırıldı.

Osmaniye'nin Kadirli ilçesinde, görsel sanatlar ve teknoloji tasarım öğretmenleri tarafından hazırlanan "Rekora Gidiyoruz Projesi" kapsamında, Türkiye ve 12 ülkeden çocuk ve gençlerin yaptığı 130 bin 289 resimle, 60 kilometre 889 metre uzunluğunda sergi açılarak, Dünya Çocuk Rekorları kapsamındaki "En büyük açık hava sergisi rekoru" kırıldı.

Kadirli Öğretmenevi yanında, Kaymakamlık, Belediye ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından düzenlenen etkinlikte, 4 kıta, 13 ülke ve 323 okuldan 0-18 yaş arası 40 bin çocuk ve gencin yaptığı 130 bin 289 resimle sergi açıldı.

Dünya Çocuk Rekorları Rekor Tescil ve Hakem Heyeti Başkanı Prof. Dr. Orhan Kural ve rekor danışmanı Aydın Türkgücü'nün de hazır bulunduğu serginin uzunluğu, 60 kilometre 889 metre olarak ölçüldü.

Son ölçümü yaparak rekoru tescilleyen Kural, Kaymakam Muhittin Pamuk, İlçe Milli Eğitim Müdürü Sami Cömert ve Ticaret Odası Başkanı Hasan Kastal'a da belgeyi imzalattı.

Orhan Kural, yaptığı konuşmada, Dünya Çocuk Rekorları kapsamında, "En büyük açık hava sergisi rekorunun" kırıldığını söyledi.

Türkiye'nin yanı sıra 12 ülkeden 40 bin çocuğun resim gönderdiğini belirten Proje koordinatörü ve görsel sanatlar öğretmeni Mustafa Önem, şöyle konuştu:

"Rekor denememize Türkiye, ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, İsveç, Avusturya, Senegal, Fransa, Belarus, Nijerya, KKTC ve Libya'dan sergimize resim geldi. Eserler 60 görsel sanatlar ve teknoloji tasarım öğretmenlerinin yoğun çalışmalarıyla sergilemeye hazır hale getirildi. Dünya Çocuk Rekorları kapsamında gerçekleştirdiğimiz rekorumuzla çok mutluyuz."

31 Mayıs 2016 Salı

'Orhun Anıtlarındaki üslup Ahlat'ta da görülüyor'

Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Arslan, Orhun Anıtlarındaki üslubun Ahlat'taki eserlerde de görüldüğünü söyledi.

Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Celil Arslan, Orhun Anıtlarındaki üslubun Ahlat'taki eserlerde de görüldüğünü belirterek, "Biz Orhun Anıtları'ndaki mantığı İslami bir üslupla Ahlat'ta görüyoruz. Mezar taşları ve kümbetler bunun en güzel örnekleridir. Buradaki eserler bizim kültürümüzün Anadolu'daki dönüm noktası, kesintisizliğini ve sürekliliğini göstermesi açısından çok değerli" dedi.

Uluslararası 38'inci Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu için Edirne'ye gelen ve Ahlat üzerine çalışmaları bulunan Doç. Dr. Arslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Ahlat'ın Türk kültürü şehir anlayışını ortaya koyması ve Ortaçağ İslam dünyasının ilim ve kültür merkezlerinden biri olması nedeniyle çok önemli olduğunu söyledi.

Doç. Dr. Arslan, Ahlat'ın şehir profilinin kazı çalışmalarında ortaya konması gerektiğinin altını çizerek, "Parlak bir maziye sahip, yüksek seviyede birçok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmış olan Ahlat şehri, bugün de birçok eser ve kitabeyi barındırdığından önemini kaybetmeyen tarihi şehirlerimizdendir. Şehri çevreleyen surun tespiti, sur içinde kalan yapı türleri, kazıları başlatılıp tamamlanamayan bölgelerde bulunması muhtemel eserlerin ortaya çıkarılması gerekir. Daha doğrusu Ortaçağ Ahlat şehrinin ortaya konması gerekir. Şehir anlayışımızın derinliklerini Ortaçağ Ahlat şehir dokusunu ortaya koymamızla daha net göreceğiz" diye konuştu.

Arslan, Ortaçağ Ahlat şehrinde yetişen sanatkar, taş ustaları ve mimarların İslam dünyasına önemli katkılar yaptığını, Anadolu'nun birçok yapılarında Ahlat sanatının görüldüğünü, Ahlat çini fırınlarının İslam dünyasının önemli çini üretim merkezlerinden biri olduğunu ifade etti.

Ahlat için sadece belli bir dönemden söz edilemediğini kaydeden Arslan, mezar taşlarına bakıldığında Ahlatşahlar, Eyyübiler, Safeviler ve son olarak Osmanlılar'a ait mezar taşlarını görüldüğünü söyledi.

Türk kültüründeki sürekliliği ve kesintisizliği göstermesi açısından önemli olan Ahlat mezar taşlarının, Orhun Anıtlarının İslami döneme aktarılmış örnekleri olduğunu belirten Arslan, "Biz Orhun Anıtlarındaki mantığı İslami bir üslupla Ahlat'ta görüyoruz. Mezar taşları ve kümbetler bunun en güzel örnekleridir. Buradaki eserler bizim kültürümüzün Anadolu'daki dönüm noktası, kesintisizliğini ve sürekliliğini göstermesi açısından çok değerli" görüşünü dile getirdi.

Değerlerimize sahip çıkmamız gerektiğini vurgulayan Doç. Dr. Arslan, sözlerini şöyle tamamladı:

"Birkaç hususun üzerinde durmak gerekir. Kamuoyunu bu konuda bilgilendirmemiz lazım. Sadece Kültür Bakanlığı bütçesiyle değil, tarihine duyarlı sponsorlar bulmamız gerekir. İnsanımızın zengin tarihimiz hakkında daha hassas olması ve bu yapıların sorumluluğunu kendisinde hisseden vatandaşlar olmamız gerekir."

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Sinemamızın kavruk tenli oyuncuları

Afrikalı oyuncular irili ufaklı rollerle sık sık karşımıza çıkıyor. Bazen bir güvenlik görevlisi olarak, bazen bir göçmen, mahallenin manavı. Replikleri de yok, afişlerde isimleri de. Sayıları her geçen gün artan oyuncular sinemamıza farklı bir renk katıyor.

Afrikalı oyuncular irili ufaklı rollerle sık sık karşımıza çıkıyor. Bazen bir güvenlik görevlisi olarak, bazen bir göçmen, mahallenin manavı. Replikleri de yok, afişlerde isimler, de. Sayıları her geçen gün artan oyuncular sinemamıza farklı bir renk katıyor.

Sinemamız Anadolu coğrafyasında yaşayan kimlikleri, renkleri farklı farklı hikâyelerle beyazperdeye yansıttı. Sinemanın doğum süreci ve sonrasında büyük emekleri geçen azınlıklar; klişeler, karton tiplemeler üzerinden de olsa anlatıldı. Onlar gibi belirli kalıpların arasına sıkışmış, kalıplaşmış modellerin dışına çıkamayan bir öteki grup daha var: Afrikalı oyuncular.

Yeşilçam'da birçok yapımda görmek mümkün onları: Süt Kardeşler'de evin dadısı, Keloğlan Aramızda'da mahallenin muhabbeti tatlı manavı, Yumurcak'ın minik çitlembiki-dadısı, Turist Ömer'in maceradan maceraya atıldığı Turist Ömer Yamyamlar Arasında'da Beyaz Panter'in adamları... Dadı gibi kimi zaman ailenin bir parçası oldular, kimi zaman manav gibi mahalle sakini, insanların derisini yüzen bir kabile üyesi, kötü adam. Ermeniler cimri, Yahudiler paragöz, Rumlar düşmandır gibi diğer azınlıklara yakıştırılan yaftalamalara maruz kalmadılar. Türkiye toplumunda sayıları az olduğu için sosyal hayatlarına dair ayrıntılar işlenmedi. Onlar gibi ana hikâyeyi destekler şekilde konumlandırıldılar, afişlerde isimlerine yer verilmedi. Rol aldığı yapımların ortak özelliği, hemen hepsinin komedi filmi olması. Halkın siyahilere olan sempatisinden faydalanılarak farklılıklar üzerinden bir mizah oluşturuldu. Diğer azınlıklarda olduğu gibi tiplere şekil verilirken geleneksel oyunlardan faydalanıldı. Mesela Kemal Sunal, Adile Naşit, Şener Şen'li bol yıldızlı kadrosuyla dikkat çeken Süt Kardeşler'de gördüğümüz dadı, ortaoyunundaki zennelere göz kulak olan, her türlü ihtiyaçlarına koşturan Kayarto tiplemesi.

‘Yeşilçam'da Afrikalı oyuncular' akademik çalışmaya müsait geniş bir konu. Oyunculuk geçmişleri, çalışma şartları vb. kaynaklara sahip olmadığımız için ancak ön plana çıkan filmler üzerinden okumalar yapabiliyoruz. Yakın zamanda beyazperdede boy gösteren Afrikalı oyuncular üzerinden yeni şeyler anlamak mümkün.

Oyuncuların çoğu kaçak

Son dönemde siyahi oyuncuların rol aldığı filmleri düşününce akla ilk gelen filmler: Nijeryalı bir göçmenin hikâyesine yer verilen Kırık Midyeler, insan kaçakçılığının acı yüzünü yansıtan 40… G.O.R.A.'da uzay mekiğindeki Afrikalılar gibi birçok filmde irili ufaklı rollerde görünüyorlar. Serisi çekilen Sağ Salim'in ikinci halkasının başrolünde üç Afrikalı, müzisyen Ragga Oktay'ın çektiği Mc Dandik'te 500 siyahi figüran rol aldı.

Türkiye'de ajanslara kayıtlı kaç Afrikalı oyuncu olduğunu bilmiyoruz. Oyunculuk ajansları fotoğraflarını internet sitelerine koymazken, sayı ve isim vermekten itina ile kaçınıyorlar. Akla gelen ilk ve en mantıklı neden, Afrikalı oyuncuların kaçak yollarla çalıştırılması. Oturma izinleri olmadığı için risk almak istemiyorlar. Filmlerde boy gösteren oyuncular üzerinden tahmini bir rakam söylenebilir. Emre Şahin'in yönettiği 40 (2011) filminde ajanslardan 30 siyahi oyuncu rol bulabilmişti. Ragga Oktay beyazperdedeki ilk göz ağrısı Mc Dandik adlı filminde 500 figüran oynattı. Ancak 20'sinin oturma izni olmadığı gerekçesiyle o dönemde mahkemelik oldu, beraat etti. İki yılda oyuncu sayısının 30'dan 480'e çıkması mümkün olmadığına göre işin içinde bir iş var.

Dizilerde veyahut sinema filmlerinde rol alan Afrikalı oyuncuların çoğu bir umutla Türkiye'nin yolunu tutmuş, işportacılık yaparak hayata tutunmaya çalışan isimler. Neredeyse hiçbirinin oyunculuk eğitimi yok. Hobi olarak yapıyorlar bu işi. Figüran olarak aldıkları ücret 75-150 TL arasında değişiyor. Çoğu güç bela Türkçe konuşuyor ama bu, filmde veya dizide rol almaları için bir sebep oluşturuyor. Zaten çoğuna diyalog bile yazılmıyor. Repliği olanlar ise ne kadar kırık Türkçe konuşurlarsa o kadar iyi. Bu şekilde daha samimi, eğlenceli görünüyorlar. Kimi yapımcılar sokaklarda karşılaştıkları Afrikalıları filmlerinde oynatırken, kimi yurtdışındaki ajanslardan profesyonel oyuncular getirtiyor. Tercihler hikâyedeki temsile göre değişiyor.

26 Mayıs 2016 Perşembe

Sevda Kuşun Kanadında

Sevda Kuşun Kanadında, statükonun üretmiş olduğu oryantalist formel/kurumsal yapı marifetiyle gerginliklerin zamanla kanlı çatışmalara dönüştüğü zaman dilimini ele alması bakımından birinci dereceden bizim hikâyemiz... Sevdası kuşun kanadında kalmış o günün gençleri, şimdilerde dökülmüş ak saçlarıyla torunlarına dokunaklı anılarını paylaşmakla meşguller.

Satır aralarında düşünsel hikâyemizin bulunduğu bir TRT dizisi Sevda Kuşun Kanadında. Modern tasallutun paradoksundan kurtulmaya çabalayan ve çoğu kez taklitten kurtulamamanın dramatik hikâyesi.

Hikâye dediysek, fantastik bir hikâye değil. Acıların bile konuşulamadığı, oldukça realist ve oldukça çatışmacı bir dönemden bahsediyoruz. Başından beri Cumhuriyet döneminde, simgeler ve tercihler üzerinden gelişen bir çatışma hep var oldu. Aydınlarla millet ve ikisini militer yöntemle gütmeye müheyya yönetici elitist bir yapı arasında gerilim yüklü psikolojik bir harp yürütüldü. İdeolojileriyle görünür kılınmayan ama simgeler ve tercihler üzerinden gelişen bir çatışma yaşandı ve kan döküldü.

Tartışmaların, eleştirilerin fitili ilkin Batı'da ateşlendi. O ateş bizim coğrafyaya da sıçradı ve canımızı yaktı.

Batı dünyasında tartışmalar ve eleştiriler, daha çok Antonio Gramsci'nin Hapishane Defterleri ile Aydınlar ve Toplum, Julien Benda'nın Aydınların İhaneti, J. Paul Sartre'ın Aydınlar Üzerine, A.W. Gouldner'in Entelektüelin Geleceği, Michel Foucault'nun Entelektüelin Siyasi İşlevi, Edward Said'in Entelektüel, Zygmunt Bauman'ın Yasa Koyucular ve Yorumcular, Noam Chomsky'nin Modern Çağda Entelektüellerin Rolü, Karl Marx'ın Das Kapital, Engels, Hegel gibi isim ve eserleri etrafında oluştu.

Bizde, 1928 -harf devrimi ile- sonrası aydın, bizatihi dönemin siyasal pergeline göre değer buldu. Bu nedenle aydın, entelektüel, bilim adamı, akademisyen, sanatçı sıfatıyla anılanlar, çoğunlukla birinci elden yerli kaynakları okuyamaz, Osmanlıca bilmez ve kendisini Batılı-Oryantalist merkezlerin tercümeleri ile tanır. Bununla taraf olur, hakikati keşfettiğini zanneder. Bu biricik üst düzey egoyla kendine benzemeyeni dışlar, ötekileştirir, boğmaya, nihayetinde yok etmeye çabalar.

Cemil Meriç bu durumu Jurnal'de şöyle ifade etmişti: “Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı… İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlarından mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendine düşman insanlar haline geldik. Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz. Din ölüm yatağında. İnsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı… Bu millet on senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı.” İşte Sevda Kuşun Kanadında, statükonun üretmiş olduğu bu oryantalist formel/kurumsal yapı marifetiyle gerginliklerin zamanla kanlı çatışmalara dönüştüğü zaman dilimini ele alması bakımından birinci dereceden bizim hikâyemiz.

Geçmişte kanlı çatışmaların stratejisini kuranlar, gençliğin kanının dökülmesiyle kendine meşru alan açmaya çalıştı. Bu hâl, halk ile aydın arasındaki mesafeyi her geçen gün çoğalttı. Halkın sivil tercihlerine yönelik yapılan darbelerde Türkiye aydını, ya darbecilerden yana olmak ya da sesiz kalmak gibi trajik bir pozisyonda yer aldı. Aydın kimliğinden jakobenizme kayış… Bu durum, jakobenik kayış aydınını; Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanında, -içinde deha taşıdığına inanan- meşhur karakteri Raskolnikov'a yaklaştırdı. İnsanları önce sıradan ve sıra dışı olarak ayırma, sonra sıradan insanları edilgen, güdülmesi gereken ve cahil olarak kategorize etme…

Oysa 68 Kuşağı'nın çocuklarıydılar. Çocuktular, ufacıktılar. Top oynadıklarında acıkırlardı. Acıktıklarında evde dağ gibi oturan annelerinin yanına koşar, domates yahut biber salçalı şimdiki uşakların sos dediği karışımdan harika fakir kebabı tandır ekmeğiyle karınlarını doyururlardı. Ayaklarında siyah lastik ayakkabılar, ceplerinde küçük çakılar, dudaklarında uzun hava ıslıkları, ellerinde plastik toplarıyla sokağın özgür havasına, çift kale maça koşan çocuklardılar. Fakir ama gururlu, mahcup ama vakurlu, yamalı pantolonlarıyla geleceklerine dair umutlu, yaşadıkları hal ile mutluydular.

Sonra boy attılar. Her yıl biraz daha siyah beyaz filmlerle büyüdüler. Halk sinemasında gazozlarını yudumlarken oldukça mutluydular. Kaçamak gittikleri sinema çıkışı babalarından yedikleri Osmanlı tokadına suratını düşürmeyecek kadar saygılı, bir o kadar efendiydiler. Buna rağmen, arkadaşlarıyla paylaştıkları anın hazzını hiçbir şeye değişmediler. Ellerinde romanları, gazete ekleri, zihinde hayalleri, İspanyol paça pantolonları, boğazlı kazakları, parkeleri, saygıyı hak eden aşkları… Ütopyalarında huzur dolu ülkeleri…

Yaşları ilerledikçe sevdaları da büyüdü.

Çayları kaçaktı!

Sevdaları kaçaktı!

Müzikleri kaçaktı!

Sigaraları kaçaktı!

Ama yürekleri yerliydi.

Onları kaçağa mahkûm edenler, hayatlarını çalmaya taliptiler.

Üniversitede ne yaptıysa okudukları kitaplar, kanlarına girerek yaptı. Daha çok memleket meselelerini konuşur oldular. Vatanı daha yaşanır hale sokmanın kavgasına tutuştular. Kahredici ince hastalıklarını fark edenler, ellerinden kalemi alıp silahı tutuşturdular. Sağdakiler ve soldakiler ayırımına mahkûm gençler, Truman Doktrini'nin ve Marshall'in dolarlarına kurban seçilmişlerdi. Yurdum insanı yakışıklı fidanlarını, nazenin kızlarını toprağının bağrına Ekim Devrimi'nin sonbahar yaprağı gibi saldı. Radyolardan acılı saunda dönüşmüş Muharrem Ertaş türküleri…

Çarmıhlar, zincirler, sopalar, çelik dolaplar, elektrik şokları ile desteklenen engizisyon işkenceleri geride kalanları hizaya sokuyordu.

Zindan duvarları şahitti.

Tarih şahitti.

Vallahi Allah görüyordu. Dünya yıkılıyor, kıyamet kopuyordu. Oligarşik elit, dökülen kanlarla şartları olgunlaştırıyordu. Gençlerin uğruna can verdikleri vatan, sessiz çığlıklara bürünmüştü. Bu cehennem girdabından sağ çıkanlar, sonrasında her günlerini bedel ödeyerek yaşadılar. O günden bugüne, toprağa canlarından can düşürenler için her dakikası binlerce yıla bedel yıllar sel gibi akıp geçmişti.

Unutulan şuydu:

Modernizm, millet kavramının karşısına ulus-devleti yerleştirmiş, milleti halklara bölerek, ırksal ayrım ve sınıf farkları üzerine sistemini kurgulamıştı. Ve dolayımıyla her sempati ve antipatiklik; dini değerlere, etnik değerlere göndermeler üzerinden yapılmıştı. Aydınsa Batı düşünüşünün dinsel, ırksal ayrım ve sınıf farkları üzerinden yükseldiğini çok sonraları tartışacaktı.

Sevdası kuşun kanadında kalmış o günün gençleri, şimdilerde dökülmüş ak saçlarıyla torunlarına dokunaklı anılarını paylaşmakla meşguller. Hikâyenin sonunda şu dizeler hep vardır:

Vatanım milletim insanlar kardeşlerim

Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna

Adın kurtuluştur ama söylememeliyim

Can kuşum umudum canım sevgilim.

Teşekkürler, Ahmet Tezcan, Mesut Uçakan, Ahmet Nesim Şahin. Teşekkürler TRT.

24 Mayıs 2016 Salı

Beethoven'nın 9. Senfoni'si Süreyya Operası'nda

Avrupa'da her seslendirilişinde büyük bir yankı uyandıran Ludwig van Beethoven'nın 9. Senfoni'si, İstanbul Devlet Opera ve Balesi Korosu ve Orkestrası tarafından Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera Sahnesi'nde seslendirildi.

Klasik müzik eserlerinin içinde gerek müzikal, gerek içerdiği hümanist mesajlar ile insanlığa armağan edilmiş bir başyapıt olarak kabul edilen 9. Senfoni için müzikseverler salonu erken saatlerde doldurdu. Dört bölümden oluşan senfonide, Murat Kodallı orkestra yönetmeni, Arda Agoşyan koro şefi, Evren Ekşi soprano, Özge Belen mezzosoprano, Hüseyin Likos tenor, Zafer Erdaş bas olarak sahne aldı.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Sevda Kuşun Kanadında'nın set ekibine büyük ilgi

TRT'nin iddialı olan 'Sevda Kuşun Kanadında' adlı yeni dizisi çekimleri devam etmekte. Set çalışanlarının sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflar dizinin hayranları tarafından yoğun ilgi görüyor.

Trt 1 ekranlarında yayınlanan, başrollerini Deniz Baysal, Murat Ünalmış, Yavuz Bingöl, İlker Kızmaz, Müge Boz, Ufuk Bayraktar gibi isimlerin paylaştığı dizi Sevda Kuşun Kanadında'nın oyuncular kadar set ekibinin sosyal medyada paylaştığı resimlerde büyük beğeni topluyor.

Sosyal medya hesaplarından cast ekibinin paylaştığı görüntüler dizinin başarısında nasıl bir emek ve özveri verildiğini gözler önüne seriyor.

Gelen son haberlere göre 4 bölümü yayınlanan diziye yeni katılan isimler de mevcut. O Ses Türkiye yarışmasıyla ünlenen ve son olarak Adını Kalbime Yazdım dizisinde rol alan Erkam Aydar da Sevda Kuşun Kanatları'nda dizisi kadrosunda. Son olarak Yaz'ın Öyküsü dizisinde rol alan Tolga Ortancıl, Benim İçin Üzülme dizisinde rol alan Timur Ölkebaş, Emanet dizisinde rol alan Ercan Özdal, Seddülbahir 32 Saat dizisinde rol alan Şakir Güler ve Alper Köymen dizinin kadrosunda yeralıyorlar

SEVDA KUŞUN KANADINDA DİZİSİ KONUSU NEDİR?

70'li senelerde geçen ve bir imkânsız denilen aşk hikayesini anlatacak. Dizinin arka fonunda ise dönemin siyaseti anlatılacak. Sevda Kuşun Kanadında dizisi çekimleri tüm hızıyla sürüyor. Dizinin TRT 1'de hangi gün ve ne zaman yayınlanacağı ise henüz belli olmadı.

17 Mayıs 2016 Salı

'Metrodaki Kemancı' İstanbul'da konser verdi

"Metrodaki Kemancı" olarak tanınan Grammy ödüllü keman virtüözü Joshua Bell, İstanbullu hayranlarıyla buluştu.

"Metrodaki Kemancı" olarak tanınan Grammy ödüllü keman virtüözü Joshua Bell, hayranlarıyla buluştu.

Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde konser veren ABD'li sanatçı, yoğun ilgi gösteren hayranlarına teşekkür ederek, "Tekrar burada, İstanbul'da olmak çok güzel." dedi.

73 Organizasyon ve Piu Entertainment iş birliğiyle sahne alan Bell, konsere Antonio Stradivarius imzalı, 4 milyon dolar değerindeki 303 yıllık kemanıyla çıktı.

Tomaso Antonio Vitali'nin "Chaconne (şakon) keman ve piyano için sol minör", Ludvig van Beethoven'ın "Keman ve piyano için sonat No. 9 La Majör, Op. 47", Gabriel Faure'nin "Keman ve Piyano için Sonat No. 1 La Majör, Op. 13" eserlerini yorumlayan sanatçı, 2 saat sahnede kaldı.

Konser sonunda uzun süre ayakta alkışlanan sanatçıya piyanoda Sam Haywood eşlik etti.

Metro istasyonunda 45 dakika keman çaldı kimse tanımadı

Washington Post gazetesince 2007'de yapılan sosyal deneyle dikkatleri üzerine çeken Bell, bir metro istasyonunda 45 dakika boyunca Bach eserleri çalmış, bu süre içinde önünden geçen ve çoğu işe yetişme telaşında olan binden fazla kişi Joshua Bell'i tanıyamamıştı.

Ünlü sanatçı, yarın da Congresium Ankara'da hayranlarıyla buluşacak.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Jamala Eurovision'da finale kaldı

Eurovision Şarkı Yarışmasında, Ukrayna'yı temsil eden Kırımlı Tatar sanatçı Jamala, cumartesi günü yapılacak büyük finale adını yazdırdı.

İsveç'in başkenti Stockholm'de düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması'nın ikinci yarı finalinde Ukrayna'yı "1944" adlı şarkıyla temsil eden Kırımlı Tatar sanatçı Jamala, finale kalan sanatçılar arasında yer aldı.

Final sonrası basın toplantısına katılan Jamala, finale kaldığı için mutlu olduğunu belirtirken, şarkının büyük annesi ile Kırım Tatarları'nın yaşadığı trajediyi anlattığını kaydetti.

13 Mayıs 2016 Cuma

Bursa'da 2 bin yıllık köprü bulundu

Bursa'nın Orhangazi ilçesinde bir tarih araştırmacısı tarafından bulunan ve en az 2 bin yıllık olduğu tahmin edilen köprünün turizme kazandırılması için çalışma başlatılacak.

Bursa'nın Orhangazi ilçesinde bir tarih araştırmacısı tarafından bulunan ve en az 2 bin yıllık olduğu tahmin edilen köprünün turizme kazandırılması için çalışma başlatılacak.

Alınan bilgiye göre, Gemlik ilçesinden tarih araştırmacısı Naci Pehlivan, bazı yaşlı vatandaşların Orhangazi'ye bağlı Karsak Mahallesi civarında yerini bilmedikleri tarihi bir köprüden bahsetmeleri üzerine araştırma yaptı. Pehlivan'ın uzun süren araştırmaları sonucu Karsak yakınında yerini tespit ettiği köprünün en az 2 bin yıllık olduğu tahmin ediliyor.

Orhangazi Belediye Başkanı Neşet Çağlayan ve Gemlik Belediye Başkanı Refik Yılmaz, durumdan haberdar olmalarının ardından Pehlivan ile köprüyü inceledi.

Çağlayan, gazetecilere yaptığı açıklamada, antik köprünün görkemiyle adeta zamana meydan okuduğunu belirtti.

Bu yapının turizme kazandırılması için ilgili kurumların yetkilileriyle temasa geçeceklerini aktaran Çağlayan, köprünün tarihi dokusunun bozulmadan ortaya çıkartılmasının bölge tarihi ve turizmi bakımından önemli olduğunu ifade etti.

10 Mayıs 2016 Salı

17.2 milyon dolara alıcı buldu

İtalyan heykeltraş Cattelan'ın diz çökmüş Hitler heykeli, ABD'nin New York kentinde düzenlenen açık artırmada 17 milyon 189 bin dolara alıcı buldu.

Christie's Müzayede Evi'nin Rockefeller Plaza'daki New York ofisinde gerçekleştirilen "Savaş Sonrası Dönem ve Çağdaş Sanat" konulu açık artırmada 78 milyon dolarlık eser satışı gerçekleştirildi.

Küratörlüğünü Savaş Sonrası Dönem ve Çağdaş Sanat Başkan Yardımcısı Loic Gouzer'in yaptığı "Başarısızlığa Mahkum'' adlı açık artırmada, İtalyan heykeltraş Maurizio Cattelan'ın insan saçı, balmumu ve polyester reçine malzemesi kullanarak 2001 yılında yaptığı, küçük çocuk boyutlarında takım elbiseli diz çökmüş Hitler heykeli 17.2 milyon dolara alıcı buldu. Esere 10-15 milyon dolar aralığında fiyat konmuştu.

Hiciv tarzda heykelleriyle tanınan Cattelan, bu fiyatla kendi müzayede rekorunu kırarken, sanatçının daha önceki rekoru 7.9 milyon dolar olarak gerçekleşmişti.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Bir İstanbul Efsanesi belgeselinin Almanya galası yapıldı

Fotoğraf sanatçısı Ara Güler'in gözünden İstanbul'u anlatan “Ara Güler-Bir İstanbul Efsanesi” belgeselinin Almanya galası yapıldı.

''Ara Güler - Bir İstanbul Efsanesi'' belgeselinin Almanya galası Essen'de yapıldı.

Ruhr Kitap Fuarı kapsamında Grillo Tiyatrosu'nda gerçekleştirilen galaya Ara Güler, belgeselin yönetmeni Osman Okkan, Türkiye'nin Essen Başkonsolosu Mustafa Kemal Basa ve çok sayıda davetli katıldı.

Yönetmen Okkan, Ara Güler'in Essen'de kendileriyle beraber olmasından dolayı duyduğu mutluluğu belirterek, ''Bugün 4 saat diyalize girdi çıktı ve oradan aramıza katıldı.'' dedi.

Filmin tamamlanmasının 3 yılı bulduğunu anlatan Okkan, ''Ara Güler'i ben çektim ama oda bana çektirdi'' ifadesini kullandı.

"Picasso beni etkilemiştir"

Ara Güler de ''Benim için fotoğraf yaşamdan koparılan karar anının görsel kaydıdır.'' diye konuştu.

Kendisinin foto muhabiri ve gazeteci olduğunu dile getiren Güler, 20 yıl Alman Stern dergisinin muhabirliğini yaptığını ve o dönemde Almanya'ya sık geldiğini anlattı.

Almanya'nın Essen kenti çevresinde geçmiş yıllarda büyük bir grev yapıldığını ve gazeteci Mehmet Barlas ile buraya gelerek 1,5 ay kaldığını anlatan Güler, o nedenle Almanya'nın pek de yabancısı olmadığını kaydetti.

Ara Güler kendisini hangi sanatçının etkilediğinin sorulması üzerine de ''Picasso beni etkilemiştir. Ancak ben onların hepsini tanıyorum onlar benim arkadaşlarımdı. Telefon eder yanlarına giderdim. Dali de öyleydi.'' dedi.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Nadide tespihler müzayedede satılacak

Osmanlı'dan bugüne ustaların yılan ağacı, mamut, fil, balina dişi, koç boynuzu ve doğal taş gibi malzemeleri kullanarak yaptığı nadide tespihler, İstanbul'da düzenlenecek müzayedede satışa sunulacak.

Pera Mezat Müzayedecilik Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Gacıroğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sadece tespih üzerine yapılacak müzayedede 254 parçanın satışa sunulacağını söyledi.

Gacıroğlu, müzayedede Abdullah Öner, Nakkaş Ahmet Geloğlu, Bedri Aslantaş, Eymen Gürtan, Feyzullah Kalaycı, Gürkan Sunay, Günay Ocakbaşı, Hüseyin Çelik, Lokman Karadağ, Mustafa Karabacak (Asker), Şevket Canpolat, Vural Acar, Volkan Acar, Zekai Şenyurt gibi ustaların kehribar, fil dişi, yılan ağacı, granadil ağacı, pelesenk, mors dişi, bağa, oltu taşı, azobe ağacı, balina dişi, koç boynuzu, su aygırı dişi, mamut dişi, bufalo boynuzu ve doğal taşlardan yaptıkları tespihlerin koleksiyonerlerin ilgisine sunulacağını anlattı.

Fil dişi üzerine Esma-ül Hüsna'nın (Allah'ın 99 ismi) işlendiği tespih ile ünlü ustaların kemikler üzerine işledikleri tespihlerin müzayedenin en dikkat çeken ürünleri arasında yer aldığını vurgulayan Gacıroğlu, "Türkiye'de ilk defa sadece tespih üzerine bir müzayede düzenleniyoruz." dedi.

Böcek fosilli tespih

Tespih koleksiyonculuğunun tarihinin eskilere dayandığına değinen Gacıroğlu, "Osmanlı padişahlarından günümüze kadar birçok devlet büyüğü hem kullanmak hem de koleksiyon amaçlı tespihler toplamışlardır. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın da iyi bir tespih koleksiyoneri olduğunu biliyoruz." diye konuştu.

3 Mayıs 2016 Salı

Eskişehir'de 'nostalji defilesi' yapıldı

Eskişehir'de, Osmangazi Kültür Dernekleri Federasyonu tarafından, Osmanlı döneminde giyilen bazı kıyafetlerin örneklerinin sergilendiği "nostalji defilesi" yapıldı.

Eskişehir'de, Osmangazi Kültür Dernekleri Federasyonu tarafından, Osmanlı döneminde giyilen bazı kıyafetlerin örneklerinin sergilendiği "nostalji defilesi" yapıldı.

Merkez Odunpazarı ilçesindeki Beylerbeyi Konağı Kültür Merkezi'nde düzenlenen etkinliğe, çok sayıda davetli katıldı.

Beylerbeyi Konağı Kültür Merkezi'nde Osmanlı dönemine ait çok sayıda kıyafet, savaş aleti ve menkıbe bulunduğunu belirten Çapa, şöyle konuştu:

"Bin yıllık tarihimizi altın sayfalara yazdıran o şanlı ecdadımızın, 3 kıta ve 7 denizde 623 yıl adaletle hükümranlık süren Osmanlı Devleti'nin torunlarıyız. Zaman zaman ecdadımızı bu binada çeşitli etkinlikler düzenleyerek anıyoruz. Bugün de çeşitli şehirlerden gelen misafirlerimize, Hayme Ana, Hürrem Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman'ın kıyafetleriyle çekimler yaparak geçmişin güzelliklerini geleceğe aktaran bir köprü olduk. Etkinliklerimiz yaz mevsimi boyunca devam edecek."

Etkinlik sonrası ziyaretçilere ayran ve geleneksel Türk yemekleri ikram edildi.

30 Nisan 2016 Cumartesi

Halaydan tangoya 14 danslı kutlama

Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) ve UNESCO ortağı sivil toplum kuruluşu olarak kabul edilen Uluslararası Dans Komitesi tarafından belirlenen '29 Nisan Dünya Dans Günü', Avcılar'da 14 ayrı dans gösterisi ile kutlandı.

Avcılar Belediyesi kültür sanat etkinlikleri kapsamında düzenlenen 'Dünya Dans Günü' etkinliğine ev sahipliği yapan Barış Manço Kültür Merkezi hınca hınç doldu. İzleyicilerin oturacak yer bulamadığı salonda, ücretsiz olarak dans kurslarına devam eden kursiyerler becerilerini sergiledi. 'Nefes' isimli Semah ile başlayan etkinlikte, 'Roman Dansı', 'Halay', 'Modern Dans', 'Sirtaki', 'Kafkas Oyunu', 'Son Tango', 'Sarı Zeybek', 'Balkan Dansı', 'Oryantal', 'Hip Hop', 'Horon' ve 'Bachata' sergilendi. Belediye Başkanı Handan Toprak Benli, bir toplumu tanımak isteyenlerin halk oyunlarını ve kıyafetlerini incelediğini, Mustafa Kemal Atatürk'ün izinden gittiklerini, asırlardan bu yana bu topraklarda oynanan oyunlarla kadın ve erkeklerin yan yana, omuz omuza durduğunu söyledi. 'Dünya Dans Günü' kutlaması, dansçılar ve izleyicilerin bir ağızdan söylediği '10'uncu Yıl Marşı' ile sona erdi.

28 Nisan 2016 Perşembe

Dönem dizi'lerinin aranan yüzü

TRT'nin 29 Nisan Cuma gününden itibaren başlayacak, yeni TV dizisi "Sevda Kuşun Kanadında"nın galası, oyuncuların da katılımıyla Ankara'da, TRT Arı Stüdyoları'nda gerçekleştirildi.

Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nun (TRT) 29 Nisan Cuma gününden itibaren başlayacak, yeni TV dizisi "Sevda Kuşun Kanadında"nın galası, oyuncuların da katılımıyla Ankara'da, TRT Arı Stüdyoları'nda gerçekleştirildi.

Son dönemde oynadığı diziler ve sinema filmlerinde adından sıkça söz ettiren ve bu sayede bir çok odül kazanan Ufuk Bayraktar'ı yine bu dönem dizisinde izliyici ekranda görecek

İnançlarının getirdiği barış mesajı ışığında sağduyulu duruşlarından taviz vermeyen bir grup gencin öyküsünün, imkansız bir aşk hikayesiyle harmanlanarak anlatıldığı "Sevda Kuşun Kanadında" dizisi, yansıttığı 1968-1972 arasındaki yıllarla bir dönem dizisi olma özelliğini taşıyor.

Senaristliğini Ahmet Tezcan'ın, yönetmenliğini Mesut Uçakan'ın, yapımcılığını Ahmet Nesim Şahin'in üstlendiği dizide, başrolleri, Ufuk Bayraktar, Murat Ünalmış, Deniz Baysal,, Müge Boz, İlker Kızmaz ve Yavuz Bingöl gibi isimler paylaşıyor.

Galaya dizi oyuncuları ve kamera arkası ekibin yanı sıra TRT Genel Müdürü Şenol Göka ve çok sayıda davetli katıldı.

26 Nisan 2016 Salı

Amerika bunu çok iyi kullanıyor'

Tiyatro ve sinema oyuncusu Uzunyılmaz, "Sinema çok güçlü bir silahtır ve Amerika bunu çok iyi kullanıyor. Batı da bunu bizim üzerimizde kullanıyor. Sinemayı bu açıdan değerlendirmemiz lazım." dedi.

Aslen tiyatro oyuncusu olduğunu söyleyen Mustafa Uzunyılmaz, oyunculuğa 1970'lerde Kenter Tiyatrosu'nda başladığını, Zeki Alasya, Metin Akpınar ile Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda 11 yıl oynadığını, son 18 yıldır da çeşitli sinema filmlerinde rol aldığını anlattı.

Kendisini oyuncu yerine aktör olarak tanımladığını ifade eden Uzunyılmaz, oyuncu tanımının yapılan işi "itibarsızlaştırdığı, basitleştirdiği ve bayağılaştırdığı" düşüncesini paylaştı.

Mesleklerinin asla bencilliği kabul etmediğini belirten Uzunyılmaz, "Çünkü biz bir ekip işi yapıyoruz. Hayatın ta kendisi, hayatın içindedir bizim işimiz." dedi.

"İran sineması kendi özünden yola çıktığı için başarılı"

Türk sinemasının içinde bulunduğu durumun kötü olduğu düşüncesini savunan Uzunyılmaz, yerli filmlerin yurtdışından ödül almasının Türk sinemasının iyi olduğu anlamına gelmediği yorumunu yaptı.

Uzunyılmaz, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bunun en güzel örneğini İran sinemasında görebiliriz. İran sineması bir tane Oscar aldı ama sanıyorum 4 ya da 5 filmleri de Oscar'da yarıştı. Cannes'da yer alan bir sürü filmleri var ama haketmiş oldukları ödül. Bunu asla unutmamak lazım. Nedeni de şu, İran sineması kendi özündeki, kendi bağındaki kültürel değerlerle yola çıktı. Hiçbir zaman başkalarını taklit etmedi. Kendileri gibi oldular. O yüzden çok başarılılar. Neden biz filmlerimizi gönderiyoruz da Oscar'da yarışmıyor? Yarışmaz çünkü biz değiliz. Kendi zenginliğimizi, kültürümüzü, hayatımızı perdeye aktarmamız lazım."

"Ülkemi uyuşturucu baronu gibi gösteren filmde oynamadım"

Uzunyılmaz, kendisine de farklı rol teklifleri geldiğine değinerek, şu anısını paylaştı:

"Bana İngiltere'den teklif geldi. Dosya Türkçeye çevrilmiş bir halde geldi. Senaryoda, benim ülkem uyuşturucu tacirliğinde baron ülke olarak lanse ediliyordu. Bu başka bir arkadaşımıza gelse oynardı. Ben 3 yıl bu dosyayı beklettim, hiç açık vermedim. En sonunda 'Benim ülkemde böyle bir şey yok ya da ben başka bir ülkede yaşıyorum herhalde' dedim. Onlara, 'İngiltere güneş batmayan ülke olarak adlandırılıyor değil mi? O kadar çok sömürgeniz var ki ve hala devam ediyor. Önce siz kendi özünüzdeki eleştirel filmlerinizi yapın, beni de davet edin. Ben de gelip oynayayım. Ülkemi ben eleştiririm ama asla siz eleştiremezsiniz' dedim."

"Sinema çok güçlü bir silahtır"

"Sinema çok güçlü bir silahtır ve Amerika bunu çok iyi kullanıyor. Batı da bunu bizim üzerimizde kullanıyor. Sinemayı bu açıdan değerlendirmemiz lazım." şeklinde konuşan Uzunyılmaz, Türk sinemasının gelişmesi için sinema sektöründeki zihnin değişmesi gerektiğine vurgu yaptı.

23 Nisan 2016 Cumartesi

Horasan'ın parlayan incileri

Yaklaşık 40 yıldır savaşlarla boğuşan Afganistan'da, Herat ve Mezar-ı Şerif kentleri, günlük şehir yaşantısı ve tarihi yapılarıyla savaştan uzak bir görüntü sergiliyor.

Afganistan'ın, Herat ve Mezar-ı Şerif kentleri, günlük yaşantısı ve tarihi yapılarıyla, bölgede yaklaşık 40 yıldır devam eden savaşlardan uzak bir görüntü sergiliyor.

"Asya'nın kalbi" diye anılan, bir zamanlar İslam dünyasının önemli ilim ve kültür merkezlerinden olan Afganistan, son 40 yılda yaşadığı işgal ve iç savaşlar nedeniyle dünyanın en fakir ülkeleri arasında yer alıyor. Binlerce yıllık geçmişine rağmen, olumsuzlukları bir türlü üzerinden atamayan ülkenin büyük çoğunluğunda, işgal ve savaşların izleri her alanda görülebiliyor.

Ülkenin batısında bulunan Herat ile kuzeyindeki Mezar-ı Şerif kentleri ise tüm olumsuz şartlara rağmen sahip olduğu tarihi yapılarla turist çekmeyi başarıyor.

Horasan'ın incilerinden Herat

İslam medeniyetinin Orta Asya'daki en önemli merkezlerinden olan Afganistan'ın Herat kenti, sayısız tarihi ve kültürel mirasa ev sahipliği yapıyor. Coğrafi konumu, iklimi ve sahip olduğu kültürel zenginlikleri nedeniyle tarih boyunca "Horasan'ın incisi" olarak anılan tarihi kent, Afganistan'ın ticaret, kültür ve turizm kenti olarak öne çıkıyor.

Herat Kalesi (İskender Kalesi)

Vilayetin simgelerinden Herat Kalesi, ülkenin en dikkat çekici yapıları arasında yer alıyor. Vilayetin batısındaki bir tepeye kurulu kale, en çok turist çeken yapıların başında geliyor.

Makedonya Kralı Büyük İskender'in milattan önce 330'da bölgeyi ele geçirmesinin ardından inşa edilen ve yaklaşık 2000 yıl boyunca birçok hükümdarlık tarafından karargah olarak kullanılan kale, bu nedenle İskender Kalesi olarak da adlandırılıyor.

Kuzeydeki inci Mezar-ı Şerif

Ülkenin kuzeyindeki Belh Vilayeti'nin yönetim merkezi olan Mezar-ı Şerif, adını Hazreti Ali'nin mezarının burada bulunmasına yönelik inançtan alıyor.

Afganistan'ın 4. büyük şehri olan kent, mavi çinileriyle dikkat çeken Mezar-ı Şerif Camisi'yle ön plana çıkıyor. Ülkenin en çok turist çeken yapılarının başında gelen Mezar-ı Şerif, kentin de kalbinin attığı nokta durumunda bulunuyor.

Avlusuna bile ayakkabısız girilen caminin içinde, Hazreti Ali'ye ait olduğuna inanılan bir türbe bulunuyor. Bu nedenle yoğun ilginin bulunduğu türbeye gelenler, burada dua edip, Kur'an-ı Kerim okuyor.

Cuma Camisi

Herat'ın en önemli yapıları arasında gösterilen Cuma Camisi farklı mimari yapısıyla dikkati çekiyor. 11. yüzyılda inşa edilen ve kent merkezinden yer alan camiye geniş bir bulvar üzerinden ulaşılabiliyor.

21 Nisan 2016 Perşembe

Sultan Abdülaziz'in resimleri Paris'te sergilenecek

Uluslararası Kültür ve Sanat Derneği tarafından düzenlenen, "Eskizlerden Tablolara Sultan Abdülaziz Resim Sergisi", Fransa'nın başkenti Paris'te sanatseverlerle buluşacak.

Uluslararası Kültür ve Sanat Derneği (UKSD) tarafından düzenlenen, "Eskizlerden Tablolara Sultan Abdülaziz Resim Sergisi", Fransa'nın başkenti Paris'te sanatseverlerle buluşacak.

UKSD tarafından yapılan açıklamaya göre, Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz'in eskizleri ve bu eskizler temel alınarak oluşturulan yağlıboya tabloları, Frederic-Moisan Galerisi'nde sergilenecek.

Başbakanlık Tanıtma Fonu'nun katkıları ve Yunus Emre Enstitüsü'nün destekleriyle düzenlenen sergi, Türkiye Cumhuriyeti Paris Büyükelçisi Hakkı Akil'in katılımıyla, 26 Nisan'da açılacak.

Son sergi Londra'da

Sultan Abdülaziz'in, saray ressamı S. Chlebowski'ye hediye ettiği desen defterinde yer alan çizimler, ilk olarak 2013'te, İstanbul Dolmabahçe Sanat Galerisi'nde sergilendi. Padişahın pek bilinmeyen bir özelliğini gündeme getiren bu sergi, Sultan Abdülaziz'in resmi ziyarette bulunduğu 3 Avrupa şehrinde sergilenmek üzere yola çıktı.

5 Mart 2016 Cumartesi

Semender'in vedası

Gazeteci, yazar ve şair Ahmet Oktay dün hayatını kaybetti. 83 yaşında hayata veda eden Oktay, Necatigil Şiir Armağanı'nın yanı sıra Yeditepe Şiir Armağanı, Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şairi, Altın Portakal Şiir Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Hizmet Ödülü gibi birçok ödülün sahibiydi.

Türk şiiri dün Ahmet Oktay'ı kaybetti. 83 yaşında hayata veda eden şairin cenazesi, bugün Erenköy Galip Paşa Camii'nde öğle vakti kılınacak namazın ardından Karacaahmet Mezarlığı'nda toprağa verilecek.

Gazeteci, yazar ve şair Ahmet Oktay, birçok ödülün sahibiydi. Şiire başladığı yıllar eserlerinde Ahmed Arif etkisi görülen Oktay, 1960'lardan sonra toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni'ye yöneldi. Destansı bir söyleyişle yazdığı şiirlerinde zengin kelime dağarcığı ile kendine has bir çizgi benimsedi.

Asıl adı Ahmet Oktay Börtecene olan şair, eserlerinde soyadını hiç kullanmadı. 1933 yılında Ankara'da doğan Oktay, yazmaya ortaokul sıralarında başladı. İlk şiiri, 1949-1950 yılları arasında Gerçek dergisinde yayımlandı. Lise öğrenimini tamamlamayan yazar, erken yaşta çalışmaya başladı.

MAVİ HAREKETİ YILLARI

Ahmet Oktay, 1950'li yıllardaki Mavi Hareketi'nin öncü isimlerindendi. Hareketin aynı adlı yayın organı Mavi dergisinde yazıları ve şiirleriyle etkin bir rol oynadı. Gazeteciliğe başlaması ise 27 Mayıs sonrasına denk düşer. Oktay, 1961 yılında Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda parlamento muhabiri olarak profesyonel gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde ve TRT Haber Merkezi'nde muhabirlik, haber müdürlüğü yaptıktan sonra 1982'de TRT'den emekli oldu. Bir süre daha Milliyet Gazetesi'nde çalışmaya devam eden Ahmet Oktay, 1993 yılında görevinden ayrılarak kendini tümüyle yazıya verdi.

Şiir kitaplarından özellikle Yol Üstündeki Semender (1987) Behçet Necatigil Şiir Ödülü almasının da ötesinde içerdiği şiir isimleriyle de önem kazanmıştır. Her bir şiirinde intihar etmiş bir şairi şiire dönüştürmüş ve o şairin üslubuyla kendi dilini ustalıkla birleştirmiştir. Türkiye'de birçok şiirsever, bu şiir kitabı nedeniyle gizli kalmış Türk ve yabancı şairleri farklı yanlarıyla öğrenebilmiştir.

Ahmet Oktay, Her Yüz Bir Öykü Yazar ile kazandığı 1987 Necatigil Şiir Armağanı'nın yanı sıra Yeditepe Şiir Armağanı (1965), Yol Üstündeki Semender ile 1991 Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şairi, Ağıtlar ve Övgüler ile 2002 Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü, Hayalete Övgü ile 2012 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Hizmet Ödülü almıştır.

‘Yol Üstündeki Semender' şiirinden

(...)

Dün geceydi yandım

“yaşayan sağlam delile

dayanarak yaşasın”

diyen ayetle

Ey Rab

çürük benim delilim

Nereye ait ki

bu hicranlı suret?

Bu gözler

çoktan kesti dünyayla o karanlık

sohbetini.

Satranç ve dil

yeniktir ezelden

Bakıyorum pencereden

sırtımda patiska bir gömlek

ve avcumda

Allahın eli,

yerin en dibine

“Yalnız hüznü vardır

kalbi olanın”*

(...)

‘Şiirimizin öncü isimlerindendi'

Haydar Ergülen: Ahmet Oktay, şiirimizin, eleştirinin ve düşünce hayatımızın öncü isimlerindendi. Ana akımın içinde rahatlıkla yer alabilecek bir şairken, yazılarında ve kitaplarında söz ettiği, öngördüğü alternatif arayışları daha önemli gördü. Bu hiç kuşkusuz yenilikçi ve öncü bir yazar, aydın tavrıdır. Şiirleriyle de gerçekten uzun ve derin izler bırakacak bir şairdir. Başta şiir olmak üzere bazı yapıtlarının öne çıkmış olması, diğer yapıtlarının gölgede kalacağı anlamına gelmiyor. Etkileyici, kapsamlı, yol gösterici bir külliyat bıraktı.

Ömer Erdem: Ahmet Oktay, 1950 sonrası şiirimizin ve edebiyatımızın tam da içinden bütün emeğiyle geçen ender şairlerden birisidir. Mavi ile başlayan edebiyat tanıklığı ve yakınlığı, II. Yeni ve sonrası bütün edebiyat tür ve açılımlarını algılamış, bazen şair, bazen eleştirmen bazen de gazeteci kimliğiyle göz ve yer doldurmuştur. Sadece popüler kültür üzerine yazdığı kitap bile ömürlük çalışmalar arasındadır. Şiirinin ve şairliğinin tam da yerini bulduğunu, kültürel ve tematik yoklayışlarının kendi içinde etkiler ürettiğini söyleyemem. Ne var ki, entelektüel birikim ve bütünlüklü kavrayış bakımından, yazı yazacaklara örnek kişiliklerden birisidir. Evinde son ziyaretimde biraz değil çokça umutsuz hatta terk edilmişlik havası hissetmiştim. Buradaki toplumsallık, bir yazı adamına yönelik horluğun unutulmaz karşılığı oldu zihnimde. Ne diyeyim. Burası böyle bir ülke.

2 Mart 2016 Çarşamba

Mustafa Koç'un doğduğu köşk, sanat araştırmaları enstitüsü oldu

Pakize Tarzi'nin 1949'da Şişli'de kurduğu Türkiye'nin ilk kadın-doğum kliniği, sanat araştırmaları enstitüsü oldu. Bugün açılan Bozlu Art Project Sanat Enstitüsü, ‘Türk resim sanatı kütüphanesi', güncel sanat galerileri ve ressamların atölye malzemelerinin sergilendiği bir mekân olarak tasarlandı. Bahçeli köşk içindeki iki katlı enstitü, Pakize Tarzi'nin oğlunun verdiği bilgiye göre, 21 Ocak'ta hayatını kaybeden Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç'un da doğum yeri.

Şişli'de, hemen Şişli Etfal Hastanesi'nin bir alt sokağında bugün yeni bir sanat merkezi açılıyor. Bozlu Holding'in yönetim binası olarak kullandığı Dr. Şevket Bey Sokak'taki bahçeli köşk, artık Bozlu Art Project Sanat Enstitüsü olarak hizmet verecek. Merkez, kütüphane, güncel sanat sergilerinin açılacağı galeriler ve Mehmet Güleryüz, Neş'e Erdok, Komet, Şevket Dağ, Fahrelnisa Zeyd gibi ressamların, atölye malzemelerinin sergilendiği iki katlı bir mekân olarak tasarlandı.

Bozlu Art Project'in aslında Nişantaşı'nda 2013 Aralık'tan itibaren bir galerisi vardı. Şişli'deki 400 metrekarelik yeni merkezde de sergiler açılacak, bunun yanı sıra sanatçı konuşmaları, konferanslar, arşiv ve belgesel çalışmaları olacak. Merkezin yöneticisi, sanat tarihçisi Oğuz Erten, ‘Bozlu Art Kitaplığı' adı verilen bölümde, şimdilik Türk resmiyle ilgili 10 bin sanat kitabını bir araya getirdiklerini söylüyor. Yapacakları önemli bir iş de, 1870'ten bu yana Türkiye'de yayınlanan sanat eleştirilerini toplamak. Erten, “Hedefimiz resim ve heykel üzerine yayımlanmış tüm makale ve kitapları tek bir kitaplıkta buluşturabilmek. Araştırmalarımızda 60 bine yakın kaynak olduğunu tespit ettik. Sürecin çok meşakkatli ve zaman alan bir yanı var... 1933-49 arasında çıkan Yedigün dergilerini geçen hafta kütüphanemize kattık.” diyor.

Sanat tarihçisi Oğuz Erten

İtalyan mimar Giulio Mongeri'nin, 1923'te ailesi için yaptığı köşk, 1949'da Pakize Tarzi'nin kurduğu Türkiye'nin ilk kadın-doğum kliniği olarak kullanıldı. Köşk, 21 Ocak'ta hayatını kaybeden Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç'un da doğum yeri. Cumhuriyet dönemi I. Ulusal Mimarlık Akımı'nın örneklerinden olan tarihi Mongeri Binası, 2008'de Bozlu Holding'in yönetim yeri oldu.

Dr. Şükrü Bozluolçay

Sağlık ve teknoloji alanında faaliyet gösteren Bozlu Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Şükrü Bozluolçay, aynı zamanda koleksiyoner. Cerrahpaşa'da tıp okurken, Ali Çelebi ve Turgut Atalay gibi ressamlarla tanışan ve resim sevgisi gelişen Bozluolçay'ın koleksiyonunda klasik ve modern Türk resminden 2 bin eser bulunuyor.

Bozlu Art Project'in ilk sergisi, bu koleksiyondan ve Bozlu Art Project sanatçılarından derlenen karma sergiden oluşuyor. Mübin Orhon, Şeref Akdik, Avni Arbaş, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ferruh Başağa, Sabri Berkel, Feyhaman Duran, Cevat Dereli, Turan Erol, Nuri İyem, Zeki Faik İzer, Halil Altındere, Burhan Doğançay, Özdemir Altan, Ergin İnan, Canan Tolon'un yanı sıra genç kuşak sanatçıların da eserleri, dönemlerine göre küçük galerilere dönüştürülen köşkün odalarında sergileniyor.

Ressamların atölye malzemeleri sergileniyor

Bozlu Art Project'in ilgiyle izlenecek bölümlerinden biri, ressamların atölye malzemelerinin sergilendiği oda. Hangi ressamlardan, neler var? Mehmet Güleryüz'ün resim yaparken kullandığı gömlek, Komet'in, ‘güle güle paletim' yazdığı ayaklı palet masası, Utku Varlık'ın atmaya kıyamadığı 30 yıllık bitmiş boya tüpleri, Neşe Erdok'un Akademi'de kullandığı önlüğü, Balkan Naci İslimyeli'nin Safranbolu ev maketlerinden yaptığı fırçalığı, Şevket Dağ'ın boya kutusu, Seyhun Topuz'un çekiçleri, Nur Koçak'ın, Nejad Melih Devrim ve Fahrelnisa Zeyd'in paleti, Adnan Çoker'in 1954'te Paris'e ilk gittiğinde aldığı fırçalarının da bulunduğu fırça ve boya karıştırma kutusu… Bu özel oda, daha sonra bir kitapla taçlandırılacak.

27 Şubat 2016 Cumartesi

Picasso ve Dali'nin ustası geldi

Metafizik sanatın kurucusu Giorgio de Chirico'nun “Dünyanın Gizemi” sergisi, geçtiğimiz çarşamba Pera Müzesi'nde açıldı. Chirico, 1919'da bir dergide yayımlanan yazısında “Geleceğin resminin amacı ne olacaktır?” diye sorup şöyle demişti: “Şiirin, müziğin ve felsefenin amacı neyse o.” Dünyanın Gizemi, ressamın bu sözünü görünür kılıyor.

Giorgio de Chirico, ilginç bir sanatçı. Bir kere, Picasso ve Dali gibi ustalara ilham vermiş sıra dışı bir usta. Bir başka ilginç konu da Chirico'nun ailesinin İtalyan olmakla birlikte, köklerinin Osmanlı topraklarına uzanması. De Chirico'nun büyükbabası Bab-ı Âli'de Rus çarlığı adına resmi tercüman olarak çalışmış. Babası Evaristo, İstanbul'da dünyaya gelmiş, Londra'da öğrenim görmüş bir inşaat mühendisi ve önce Türkiye'de, daha sonra Yunanistan'da demiryolu yapımında çalışmış. Annesi Gemma Cervetto ise büyük ihtimalle İzmir doğumlu…

Giorgio de Chirico, Hektor ile Andromakhe (1970)

Pera Müzesi, hem resim tarihi için büyük önem taşıyan, hem de yaşadığımız topraklarla bağı bulunan, 20. yüzyılın sıra dışı sanatçılarından, metafizik sanatın kurucusu Giorgio de Chirico'yu (1888-1978) ağırlıyor. Roma, Giorgio ve Isa de Chirico Vakfı işbirliğiyle İstanbul'a getirilen sergi, sanatçının yaklaşık 70 resim, 2 litografi serisi ile 10 heykelini bir araya getiriyor ve sanatçının 1909 tarihli erken dönem eserinden 1970'lerin ortalarına, son dönem yapıtlarına dek geniş bir panorama sunuyor. Sanatçı bu sergi vesilesiyle, ölümünden yıllar sonra, babası Evaristo de Chirico'nun doğduğu kent olan İstanbul'u ziyaret ediyor.

Davud'un Eliyle Metafizik İç Mekan

Giorgio de Chirico, 1888'de, Yunanistan'ın Volos şehrinde doğdu. Çocukluğu Yunanistan'da geçti ve Yunan miti, de Chirico'nun estetik bakış açısının en sürekli ve en belirleyici özü oldu. Münih Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenim gören de Chirico, Nietzsche ve Schopenhauer'in felsefelerine ilgi duydu. Metafizik dönem resimleriyle, Rene Magritte, Paul Delvaux, Man Ray, Pierre Roy, Salvador Dali gibi sürrealistler üzerinde etkisi oldu. Serginin küratörü Fabio Benzi, de Chirico'nun sanatsal serüvenini aktarırken, onun 1910'da geliştirdiği ve “metafizik sanat” olarak nitelendirdiği bakış açısına değiniyor ve şunları söylüyor: “Bu bakış açısı, Picasso, Matisse, Kandinsky, Balla ve Malevich'in bakış açılarıyla birlikte, çağdaş sanatın en önemli payandalarını oluşturur.”

Merkurius'un Derin Düşünüşü

De Chirico 1919 yılında bir dergide yayınlanan yazısında “Geleceğin resminin amacı ne olacaktır?” sorusunu sorup şöyle cevaplamıştı: “Şiirin, müziğin ve felsefenin amacı neyse o.” 1 Mayıs'a kadar devam edecek olan Dünyanın Gizemi, ressamın bu sözünü görünür kılıyor. (www.fondazionedechirico.org, www.peramuzesi.org)

Sağdan sola Huma Kabakçı, Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol, Esra Aliçavuşoğlu

Farklı kuşakların koleksiyonerliğe bakışı

Pera Müzesi'nde “Dünyanın Gizemi”yle birlikte açılan bir diğer sergi, merhum Nahit Kabakçı'nın, kızının adını vererek oluşturduğu Huma Kabakçı Koleksiyonu'nda bir seçki sunan “Anı ve Süreklilik: Huma Kabakcı Koleksiyonu'ndan Bir Seçki”. Küratörlüğünü Huma Kabakçı ve Esra Aliçavuşoğlu'nun birlikte yaptığı sergi, farklı kuşakların koleksiyonerliğe bakışına da ışık tutuyor. İki kuşak tarafından sürdürülen, modern ve çağdaş sanat eserlerini içeren nitelikli bir özel koleksiyonu ele alıyor. Türkiye'den ve dünyadan 45 sanatçının 70'e yakın yapıtını bir araya getiren sergide Aliye Berger, Sabri Berkel, Mübin Orhon, Sarkis, Canan Tolon, Fahrelnissa Zeid, Ferruh Başağa, Canan Dağdelen gibi dikkat çekici pek çok isimin yanı sıra Joseph Beuys, Damien Hirst, David Hockney, Max Ernst gibi çağdaş sanatın önde gelen imzaları var.

26 Şubat 2016 Cuma

Sanatta ‘dijital devrim'in tarihçesi

Avrupa'nın önemli sanat merkezlerinden Barbican Centre'ın düzenlediği Digital Revolution (Dijital Devrim) sergisi Londra, Stockholm ve Atina'nın ardından İstanbul'a taşındı. Yuri Suzuki, Pasha Shapiro ve Ernst Weber gibi sanatçıların yeni çalışmalarının yer aldığı sergi, önceki gün Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde açıldı.

Günümüzden yaklaşık bir asır önce Amerikan Patent Dairesi Başkanı Charles H. Duell, “Artık yeni bir şey yok. İcat edilecek her şey icat edildi.” sözünü söylerken şüphesiz ki bugün ulaştığımız teknolojik imkânları tahmin etmiyordu. Sadece son 15 yılda dijital dünyada kat edilen mesafe, hayatlarımıza her anlamda yön verdi. İnternet, sosyal medya, dijital müzik, görsel efektler, yapay zekâ, 3D baskı ve giyilebilir teknolojiler gibi çok sayıda yeni kavramlarla tanıştık.

Bizi çevreleyen teknolojik dünyanın 70'li yıllardan bu yana sanatla birlikte yaşadığı dönüşüm geçtiğimiz aylarda Avrupa'nın önemli sanat merkezlerinden biri kabul edilen Barbican Centre'da ‘Digital Revolution' (Dijital Devrim) adlı sergide bir araya getirildi. İlk ana bilgisayarların bulunduğu dijital arşivden ödüllü interaktif tasarımlara kadar çok sayıda bölümün yer aldığı sergi Londra, Stockholm ve Atina'nın ardından İstanbul'a taşındı. Zorlu Holding'in ana sponsorluğunda Zorlu PSM'de önceki gün açılan sergiyle ziyaretçiler bugüne kadar Türkiye'de gerçekleşmiş en kapsamlı teknoloji sergilerinden birine tanık olacak.

GERÇEKLİĞİ YENİDEN BELİRLİYOR

Serginin basın toplantısına Zorlu PSM Genel Müdürü Murat Abbas ile Zorlu Holding CEO'su Ömer Yüngül konuşmacı olarak katılırken, Barbican Centre'ın uluslararası temsilcisi Neil McConnon görüntülü bağlandı. McConnon, küratörlüğünü yaptığı sergi için “Dijital Devrim, gerçeklik kavramını yeniden belirleyen ve bunu deneyimlemek için yeni yollar bularak izleyicisine ilham veren bir sergidir. Bu çalışmada, kısa tarihine rağmen dijital dünyanın odak noktasındaki önemli figürlerle çalışma fırsatı bulduk.” diyor. Dijital Devrim, hayal gücünün sınırlarını zorlayan birçok sanatçının tasarımına ev sahipliği yapıyor. Teknoloji ile sanatı buluşturan sanatçılar arasında film yapımcısı, mimar, tasarımcı ve müzisyenler yer alıyor.

ERNST WEBER'DEN U2'NUN KLİP YÖNETMENİNE...

Umbrellium (Usman Haque ve Nitipak Samsen), Universal Everything, Yuri Suzuki, Pasha Shapiro ve Ernst Weber gibi sanatçılardan gelen yeni çalışmalar ve DevArt adlı dijital sanat işlerinin bulunduğu serginin en ilgi çeken bölümlerinden birinde Chemical Brothers, U2 ve Kanye West gibi isimlerin video klip yönetmenliğini yapan Chris Milk'in imzası var. Sanatçı ‘Treachery Of Sanctuary / Mabede İhanet' adını verdiği interaktif çalışmasında katılımcıların kendi bedenlerinin yansımalarını kullanarak doğum, ölüm ve başkalaşım hikâyesini anlatıyor.

Christopher Nolan'ın Inception ve Alfonso Cuaron'ın Gravity filmlerindeki dijital teknolojinin görsel efektlerin yapım aşamasındaki etkisi izlenebilirken uygulamalı olarak da tecrübe edilebiliyor. Sergi ayrıca will.i.am, Yuri Suzuki, Pasha Shapiro ve Ernst Weber tarafından gerçekleştirilen analog ve dijital müzik arası ‘Pyramidi' adlı çalışmayı da ağırlıyor. Serginin dikkat çeken deneysel çalışmalarından biri de Zach Lieberman'ın ‘Play The World / Dünyayı Oynat' eseri. Ayaklı hoparlörlerden oluşan bir çemberin ortasındaki 88 tuşlu klavye ile dünyadaki tüm radyo istasyonlarına bağlanabilen sinyaller yayan çalışma müziğin dijital konumunu gösteriyor.

25 Şubat 2016 Perşembe

Duayen galericiler sanat piyasasını değerlendirdi: 'Tehlikeli bir sanat ortamındayız'

22 Şubat 2016, TEM Sanat ve Mine Sanat, galericilikte 30 yılı geride bıraktı. Galeri Baraz geçen yıl, Maçka Sanat ise bu sene 40. yılını dolduruyor. Türkiye'de özel galerilerin tarihi çok eski değil, sayıları da az. “Ben sanatseverim, tüccar değilim” diyen Besi Cecan (TEM Sanat), "Tehlikeli bir sanat ortamındayız." diyen Mine Gülener (Mine Sanat) ve artık Kurtuluş'taki merkezinde sergi açmayan, Anadolu'ya yönelen Yahşi Baraz, galericiliğin geldiği noktayı değerlendirdi.

Sanat galericiliğinde 30 yıl az değil. Hele, Türkiye gibi henüz yolun başındaki bir sanat ortamı için iyi bir istikrar sayılır. Mart 1985'te kurulan Mine Sanat, bir yıldır sergileriyle ve hazırladığı üç ciltlik kitapla 30. yılını taçlandırdı. Geçen hafta açılan, İstanbul'daki yeni ve yedinci yerleri ‘7 MEKAN' ile de galericilikteki istikrarını sürdürmeye devam ediyor. 18 Ocak 1986'da kurulan TEM Sanat ise otuzuncu yaş gününü, açılışını aynı güne denk getirdiği 'Devabil Kara' sergisiyle kutluyor.

Kurtuluş'taki mekânında 300'den fazla sergiye ev sahipliği yapan Yahşi Baraz ise artık burada sergi açmıyor. 40. yılını da sessiz sedasız geçirdi. Baraz, epeydir ‘Anadolu şehirlerinde sanatı geliştirmek' için işbirliği içinde. Sakarya Sanat Galerisi'ne sergiler hazırlıyor, danışmanlık yapıyor. Görüştüğümüzde 29 Mart'ta açacakları karma serginin hazırlığı içindeydi.

1980'ler, Türkiye'de özel galericiliğin yavaş yavaş hareketlendiği yıllardı. Adalet Cimcoz'un 1950'lerin sonunda Beyoğlu'nda açtığı Türkiye'nin ilk özel sanat galerisi Maya'nın kısa serüveninden sonra kimse özel galeri açmaya cesaret edemedi. Galeri Baraz (1975), Maçka Sanat (1976), Bakraç Sanat'ın (1979) girişimleri ve 80'lerin başlarından itibaren banka galerilerinin artması Cimcoz gibi 'sanatsever', 'sanatçı dostu' galerilere cesaret verdi. TEM Sanat, Mine Sanat, Galeri NEV, Doku Sanat, Urart Sanat galerilerinin kuruluşu bu yıllara denk geliyor.

Türkiye'de çağdaş sanat ortamı artık çok gelişti, ilerledi. Sergiler, fuarlar, galeriler arttı fakat farklı bir hava hakim. Eskiden sanatçı-galerici ilişkisi daha çok özveri üzerine kuruluydu. Galerilerin şekli bile bu amaca hizmet ederdi. TEM Sanat gibi daha çok eşyası; perdesi, masası, aile albümü olan, birkaç kedisi bulunan, sıkılmayacağınız, oturup çay kahve içebileceğiniz daha samimi yerlerdi galeriler. Yenileri, bir pazar alanı olarak tasarlanıyor.

“Ben sanatseverim, tüccar değilim.” diyen Besi Cecan (TEM Sanat), "Tehlikeli bir sanat ortamındayız." diyen Mine Gülener (Mine Sanat) ve "Yanlış yatırımlar yapılıyor." diye Yahşi Baraz (Galeri Baraz) gibi ‘sanat ve sanatçı dostu' galeri sahiplerinin de nesli tükeniyor. Onlara kulak vermek lazım:

Besi Cecan (TEM Sanat Galerisi'nin kurucusu): ‘Ben sanatseverim, tüccar değil'

"O yıllarda ben bir şirkette dış ilişkiler müdürüydüm. Devamlı seyahat ediyorum, kamyon ve treyler satıyorum. Emekli olduktan sonra, ailemden de bir miktar miras kalınca kendimi sanata verdim. Çünkü ben sanatseverim, tüccar değil. İlgilendiğim sanatçılar vardı. Mesela 30 kuşağı sanatçılarından Ali Avni Çelebi'nin perişan hali beni çok üzmüştü. Büyük bir usta oysa. Fındıkzade'de beş katlı asansörsüz bir binada oturuyordu. Eşi de Parkinson hastası. 80 yaşındaydı o zaman. Galerilere resim yapıyor ama hiçbir zaman karşılığını alamamış ve artık resimden nefret eder hale gelmişti. Odun taşıyor, kömür taşıyor, kahvehanede pişti oynuyordu. Beni galeri açmaya iten sebeplerden biri budur.

İlk etapta yurt dışına gitmeye karar verdim. Elimde fotoğraf makinemle yedi şehri dolaştım. Paris, Berlin, Torino, Floransa… Buralardaki galerileri etüt ettim, notlar aldım. Edindiğim izlenimlerle Nişantaşı'nda TEM Sanat'ı açtım. Zincirli asma sistemini İtalya'dan aldım. Sonra, ben burada perdenin üzerine resim asıyorum. Avrupa'da bütün galeriler o zaman öyleydi. Bu benim işime geldi. Çünkü dört duvar arasında yaşayamam, bütün günümü burada geçiriyorum. Benim ilk amacım satmaktan ziyade sanatı sevdirmek. 30 sene ayakta kaldığıma göre demek ki satmışım ve sanatçılara destek olmuşum da…

Resim alan önce sanatsever olacak, sonra koleksiyoner. Ben sanatsever üretmeye çalışıyorum. Piyasamızda toplayıcılar var. Onlar benden resim almazlar. Çünkü pazarlık yapmam. Bu onlara uymaz. Sanatçımı korumak zorundayım. Pazarlık bizde bir spor gibi. Benim sanatçımla da, koleksiyonerle de aramda dürüstlük vardır. Fahiş fiyatla hiçbir zaman resim satmadım. Satsaydım burada olmazdım. 30 yıldır Nişantaşı gibi bir yerde mekanımı korudum. Dayandım. Her ay mutlaka bir sergi açtım. Yazın da açığız. 12 ay sanatçılarıma hizmet veriyorum.”

Mine Gülener (Mine Sanat Galerisi'nin kurucusu): ‘Acı bir yozlaşma yaşanıyor'

“Türkiye'de tarihini bir kitapla anlatan bir-iki galeri var. Biz onlardan biriyiz. İlk galerimi Altıyol'da açtım. Anadolu yakasında çağdaş sanat galerisi yoktu o yıllarda. Burası kültür faaliyeti daha az olan bir bölgeydi. Dolayısıyla direndik. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin hocaları da bana çok destek oldu. Kuruluşumda büyük katkısı olan Özdemir Altan, Adnan Çoker, Mustafa Ata, Yusuf Taktak, Zekai Ormancı olmazsa Mine Sanat olamazdı. Onlar da Türkiye'de çağdaş sanatın köprüyü geçmesini istiyorlardı.

Altıyol'dan sonra Bahariye, Caddebostan'dan derken Nişantaşı'na geldik ve artık buradayız. Biz tamamen idealist düşüncelerle galericilik yaptık. Bir arkadaşım bana ‘şövalye' adını koymuştu. O dönemde resim hiç satılmıyordu. İnsanları galeriye sokabilmek için kapıda dururduk. Nedir, ne değildir, ücretli mi, girelim mi, girmeyelim mi diye bir çekimserlik vardı. Zorla içeri alırdık insanları ve saatlerce anlatırdık yaptığımızı. Galeri zaten bir eğitim kurumu benim gözümde. Bir kişiyle 4-5 saat konuştuğum olurdu. Koleksiyoner de yetiştirdik. Tamamen amatör ruhla başladık, hep galeriye masraf ettim. İlk on yıl hiç resim satamadım. Eşimin müzik mağazası Melodi Müzik bizi ayakta tuttu. Bugüne kadar çizgimden hiç ödün vermedim. Fakat bir zamanlar müzikte yaşanan yozlaşma artık plastik sanatlara bulaştı. Acı bir şekilde yozlaşma yaşanıyor. Maalesef sahte resim piyasası gelişti. Tehlikeli bir sanat ortamındayız. İnsanlar hangi sanat eserini alacağını yarı biliyor, yarı bilmiyor. Bir geçiş dönemi yaşıyoruz.”

Yahşi Baraz (Galeri Baraz'ın kurucusu): 'Büyük bir kaos var'

"1970'li yıllarda Amerika'da bir galeride çalıştım, çok sevdim bu işi ve Türkiye'de yapayım dedim. Ama Türkiye sanatta daha yolun çok başındaydı. Müzeler, sanat galerileri açılmamıştı, birkaç koleksiyoner vardı, resim alım satımı yok gibiydi. Basın, sergilerle hiç ilgilenmezdi. Bir Akademi'nin (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) içinde sanat ortamı vardı. Bir de Taksim Sanat Galerisi. İnsanlar da sergilere ilgisizdi. Atölyesini Akademi'nin dışında kurmuş ressam yoktu. Sadece hocalık yapan ve o şekilde ayakta duran birtakım sanatçılarımız vardı. Hepsi benden 35-40 yaş büyüktü. Galeriyi açtığım zaman 30'lu yaşlardaydım. Ressamlar, hiçbiri de galeriyle çalışmamıştı. Dolayısıyla diyalog kurmak zor oldu. Çoğu resim yapmayı bırakmıştı. Resim yapın, sergi açalım diye yönlendirmeye çalıştık. Sabri Berkel'ler, Mahmud Cuda'lar, eserlerine ne kadar değer biçeceklerini bilemezdi. Mesela Neşet Günal 800 Dolar'dı, bugün 1 Milyon Lira'ya bulamazsınız.

Son on yılda yurt dışında Türkiye'yle ilgili büyük bir reklam yapıldı. Türkiye çok büyük bir gelişme içinde diye. Ekonomi gelişti, milli gelir arttı. Şimdi dursa da bu dönemleri gördük. Bu propagandanın etkisini ben yaşadım, yurt dışında Türkiye'den geldiğimi duyan bizi milyoner zannetti. Amerikalılar, Avrupalılar… Bu galericilerin de hoşuna gitti ve burada pazar araştırması yaptılar. Buraya gelen galericilerin hiçbiri Türk ressamıyla, Türk resmiyle ilgilenmiyor, bir-iki tanesi hariç. Poul Casmin var, Taner Ceylan'ı satıyor, bir Fransız galerisi var, Ramazan Bayrakoğlu'nu satıyor. Yani kendi ressamlarını pazarlamaya çalışıyorlar.

Bizim için dezavantajları oldu bu durumun. Birçok koleksiyoner, yıllarca topladığı resimleri sattı, o parayla yabancı resim aldı. Ve bu devam ediyor. Yabancı galerilerden milyonlarca dolarlık resim alındı. Bu durum Türk sanatçılarını çok etkiledi; biz mahvolacağız, bütün para yabancılara gidiyor, pazarımız bozuldu diye endişeleri oldu. Bu olabilir fakat şöyle bir gelişme oldu. Belirli ressamların dışındaki; Burhan Doğançay, Erol Akyavaş, Ergin İnan Fahrelnisa Zeyd, Nejad Devrim, beş altı ressam daha sayabiliriz bunların dışındaki birçok ressam şu an ekonomik krizde. Hiçbir şey satamaz durumdalar. Türk alıcılar belirli ressamlara para yatırıyor, diğerlerini yok farz ediyor. Bu bir süre devam edecek.

Bugünkü bir tehlike şu aslında: Yeni açılan galeriler, bir seçki yapmadan, hangisi sanatçıdır diye düşünmeden, herkese sergi açtırıyorlar. Bu bir kaos yarattı. Galerileri idare edenler de sanat kültüründen yoksun. Bunun getirdiği de başka bir kaos var. Çok aldatıcı sergiler açılıyor, yanlış yatırımlar yapılıyor. 20 sene sonra bugün açılan sergilerin hiçbirinin adını dahi duymayacaksınız. 2-3 kişi zor kalır.

Türkiye'nin son bir yıldır yaşadığı siyasi durum da bizi çok etkiledi. Satışları aşağıya çekti. Bütün sanat piyasası böyle. Bazı açık artırma merkezlerinde her şey satıldı gösteriyorlar ama öyle olmadığına yüzde yüz inanıyorum. Piyasayı canlandırmak için söylenir böyle şeyler. Gerçekliği pek yoktur. Şu anda sanat piyasası çok sıkışık, daha da sıkışacağını tahmin ediyorum. Bugünler yine çok iyi günler."

23 Şubat 2016 Salı

Alabama'nın bülbülü sustu

Bülbülü Öldürmek'in yazarı Harper Lee, dün hayatını kaybetti. 1961'de Pulitzer Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazar, ikinci ve son romanı Tespih Ağacının Gölgesinde'yi 14 Temmuz 2015'te yayınlamıştı. 55 yıl sonra kitap yazan Lee, son münzevi yazarlardandı.

Harper Lee, bir gün otobiyografisini yazarsa adını ‘Where My Possessions Lie' (Eşyalarımın Olduğu Yer) koyacaktı. Hayatında iki evi ve iki kitabı vardı. ‘Alabama'nın başkenti' olarak da anılan Monroeville'de ablası Alice ile birlikte kalıyordu. Monroeville ile New York'taki küçük dairesi arasında yaptığı tren yolculukları, son kitabı Tespih Ağacının Gölgesinde (Go Set A Watchman) kitabına da yansır.

1926'da Nelle Harper Lee adıyla doğan 1961 Pulitzer Ödülü sahibi yazar, dün hayata gözlerini yumdu. 89 yaşında bu dünyadan ayrılan Lee, 1960'ta yayımlanan Bülbülü Öldürmek adlı romanıyla çağdaş Amerikan edebiyatının en ünlü yazarlarından biri olmuştu. Edebiyat tarihinin ‘tek kitaplık yazarlar' sınıfından geçen yılın temmuz ayında ayrıldı. Bülbülü Öldürmek'in 20 yıl sonrasını konu alan Tespih Ağacının Gölgesinde, Lee'nin sadık okurunda küçük çaplı bir şok etkisine neden oldu. İlk kitapta ırkçılığa karşı mücadele eden Atticus'un sonraki yıllar Ku Klux Klan toplantılarına katılan bir karaktere dönüşmesi okurları düş kırıklığına uğratmıştı. Bülbülü Öldürmek'in devamı olarak pazarlansa da aslında Tespih Ağacının Gölgesinde, ilk kitabın bir ‘taslağı' sayılabilir. Hikâye malum, Bülbülü Öldürmek'in yayıncısı J.P. Lippincott'un editörü Tay Hohoff, Lee'ye “Sen bu karakterlerin geçmişini yaz.” dediğinde Bülbülü Öldürmek ortaya çıkar ve Tespih Ağacının Gölgesinde yazarın çekmecesinde yıllarca bekler.

GÜNEY ALABAMA'NIN JANE AUSTEN'I

1960'tan sonra yıllarca inzivaya çekilir Harper Lee. Bu sürede röportaj tekliflerini geri çevirir. Chicago Tribune'den Marja Mills'in hazırladığı Komşu Evdeki Bülbül: Harper Lee ile Yaşam (The Mockingbird Next Door: Life with Harper Lee) adlı kitap, yazarın münzevi hayatına ilişkin yazılmış gerçeğe en yakın metin. Bülbülü Öldürmek yayımlandıktan dört yıl sonra, 1964'te “Umarım yazdığım her kitap bir öncekinden daha iyi olur. Tek istediğim Güney Alabama'nın Jane Austen'ı olmak.” der Harper Lee.

Düzenli olarak kazları ve ördekleri beslemeye giden, balık tutan yazar, uzun yıllar beraber yaşadığı kardeşi Alice ile birlikte fotoğraf çektirmek istemezdi. Çünkü kendilerinden uzakta yaşayan diğer kız kardeşleri Lousie'nin fotoğrafı görüp kendini kötü hissedebileceğinden endişe ederlerdi. On yıl öncesine kadar elektronik bir daktilosu yoktu Harper Lee'nin. Uzakta olduğunda kız kardeşiyle telgrafla, nadiren de telefonla iletişim kuruyordu.

Yazarın 1960'tan sonra tam da şöhretinin doruğundayken 55 yıl boyunca sessizliğe gömülmesinin nedenleri vardır elbette. Bu karara varmadan önce yeni şeyler yazmayı dener ama bir yandan da çevresindekilere, zirveye çıktıysan sonra gidebileceğin tek yön aşağıya doğrudur, diyerek suskunluğunun ilk sinyallerini vermeye başlar. Bülbülü Öldürmek'i ithaf ettiği, kendisinden 15 yaş büyük ablası Alice de, “Bir kere doruğa ulaşmışsanız, artık yazmak konusunda ne hissedebilirsiniz? Kendinizle yarışıyormuşsunuz gibi gelmez mi?” diye açıklar kız kardeşinin suskunluğunu. Basının ilgisinden de rahatsızdır; “kitabın adını bile doğru yazamayan kendisi hakkındaki yarım yamalak gerçeklere dayalı haberler”, inziva kararında etkili olur. Bülbülü Öldürmek'ten sonra neden kitap yayımlamadığını şöyle açıklar Lee: “Birincisi Bülbülü Öldürmek'le gelen baskı ve tanıtımı bir daha yaşamak istemiyordum. İkincisi, söylemek istediğimi zaten söylemiştim, bir kere daha asla söylemeyecektim.”

İki kitaplık büyük kariyer

Alabama doğumlu yazar Harper Lee, Huntington Koleji ve Alabama üniversitelerinde okudu. Bir süre Alabama'nın Oxford kentinde eğitim gördükten sonra, Eastern Air Lines'ta işe girdi. Birkaç kısa hikâye yazan Lee, 1960 yılında ünlü Bülbülü Öldürmek romanını yazdı. 1961 Pulitzer Edebiyat Ödülü kazandı, kitap bir yıl sonra Gregory Peck'in başrolünü oynadığı aynı adlı filmle beyazperdeye aktarıldı ve üç Oscar ödülü kazandı. Romanın başarısında olayların çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun bir şekilde değerlendirilmesi etkili oldu. 55 yıl boyunca inzivaya çekilen yazar, Tespih Ağacının Gölgesinde (Sel Yayıncılık) adlı ikinci ve son romanını 14 Temmuz 2015'te yayımladı. Truman Capote'nin çocukluk arkadaşı olan Harper Lee, Capote (2005) filminde bu rolüyle Oscar adayı olan Catherine Keener, Infamous'ta ise Oscar ödüllü Sandra Bullock tarafından canlandırıldı. Bülbülü Öldürmek romanı Türkiye'de uzun bir süre Altın Kitap Yayınevi tarafından basıldı. Roman, 2014'te Ülker İnce çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından basılmaya başlandı.

Kitap Zamanı'nda yayınlanan 'Harper Lee ile yaşamak' başlıklı yazı için: http://kitapzamani.zaman.com.tr

1960'ta yayımlandığında Pulitzer'le ödüllendirilen ve eşine az rastlanır bir ilgiyle karşılanan Bülbülü Öldürmek'in yazarı Harper Lee'nin, 55 yıl sonra Kasım 2015'te yayımladığı ikinci ve son romanı Tespih Ağacının Gölgesinde' kitabı için http://kitapzamani.zaman.com.tr