30 Temmuz 2015 Perşembe

Marko Paşa Harbiye'de

2013'te kaybettiğimiz Nejat Uygur'un uzun yıllar oynadığı Marko Paşa Müzikali, usta ismin doğum günü olan 9 Ağustos'ta Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda sahnelenecek.

Uygur'un oğullarının kurduğu Süheyl & Behzat Uygur Tiyatrosu tarafından sahnelenecek oyunun başlama saati 21.00. Franz VonSchönthan ve Gustav Kadelburg'un kaleme aldığı, Nejat Uygur'un ise Türkçeye ve geleneksel Türk tiyatrosuna uyarladığı müzikal, 15 farklı şarkı ve danslardan oluşan, tuluat ve modern tiyatronun harmanlandığı bir operet özelliği taşıyor.

İstanbul'daki Suriyeli sanatçılar

Savaştan kaçıp Türkiye'ye sığınan Suriyeliler, sokaklarda, çarşı pazarda gördüğümüz insanlardan ibaret değil. İçlerinde sanatçılar, yazarlar, eğitimciler var. İşte onlar bir belgesele konu oldu. Bilal Alirıza'nın yönettiği “Selam” belgeselinin amacı, Suriyeli sanatçıları görünür kılıp Türkiye'deki ‘kötü Suriyeli' algısını kırmak, Suriyelilerin yeni yaşamına ortak olmak ve uyum sürecine katkı sağlamak.

Sizce de öyle değil mi?.. 50 yıl önce gurbete çalışmaya giden Türklere Almanların bakışı ne ise, bugün de bizim Suriyelilere bakışımız aynı. Çoğu insan, savaştan kaçıp ülkemize sığınan yaklaşık 2 milyon Suriyeliyi semtinde, mahallesinde, hatta pazarda dahi görmek istemiyor. Onları barbar (!), görgüsüz olmakla suçluyor, aşağılıyor. Dilenenlere acımakla-tahammülsüzlük arasında karmakarışık duygular besleniyor. Oysa insan oldukları ve zulümden kaçtıkları unutuluyor. Evet, bir anda apartmanımızda onlarla komşu olduk, sokağımızda Şam Şerif Market, Halep lokantası, SuriyeCell açmalarına alışamadık fakat acılarını anlamak, paylaşmak ve hayatta kalma çabalarına destek olmak zorundayız.

Bilal Alirıza'nın yönettiği “Selam” belgeseli, bu algıyı ve bakışı biraz olsun değiştirmeyi amaçlıyor. Şimdilik 12 bölüm olarak planlanan belgeselin her bölümünde bir Suriyeli sanatçının hayatı ve sanatı anlatılacak. Belgeselin 18 dakikalık birinci bölümü bitti ve YouTube'da dünden itibaren yayınlanmaya başladı. Belgeselin herhangi bir TV kanalı ya da festivalde gösterilme gibi bir durumu bulunmuyor, fakat keşke olsa. Özellikle TRT'nin böylesi iyi niyetli bir çalışmaya sahip çıkmaması anlaşılır değil.

Beyoğlu, Balat ve Sultanahmet gibi semtlere yerleşen Suriyeli sanatçılar, bir süredir merak konusuydu. Belgesel sayesinde daha görünür olacaklar. Bilal Alirıza ve proje koordinatörü Serkan Sevinç, “Selam başlangıç oldu. İstanbul'da yaşayan Suriyeli sanatçıların 25-30'uyla irtibat halindeyiz. Belgeselde savaştan çok buradaki hayata yöneldik. Amacımız Suriyeli sanatçıları görünür kılıp ‘kötü Suriyeli' algısını kırmak.” diyor.

Selam'ın ilk konuğu ressam Muhammed Zaza, Riyad doğumlu. Suriye'de güzel sanatlar okuduktan sonra 2010'da mezun olan Zaza, bir buçuk yıl aynı üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmış. Suriye hayatının (8 yıl) çok güzel olduğunu söyleyen sanatçı, bir buçuk yıldır Beyoğlu'nda yaşıyor ve diyor ki: “Savaş, bazı sanatçıların sorumluluk duygularını yükseltti. Alanları genişlediği için kendilerini daha çok ispatlamak durumunda kaldılar. Ben de onlardan biriyim.” Belgeselin bundan sonraki bölümlerinde, Halep'te sanat galerisi bulunan Adnan Alahmad, ‘Adım' tiyatro grubu, ressam Naser Nasaan Agha, sinemacı Yahya Abdullah, müzisyenler Karam Aizoug, Yousef Kekhia gibi sanatçıların hikâyelerine yer verilecek.

Ailesiyle birlikte İstanbul'da yaşayan ressam Naser Nasaan Agha, Halep duvarları, mimarisi çalışıyor. Adım tiyatro grubu, ilk önce Arap ve Kürtlerden oluşan 11 kişilik ekiple Eminönü gibi meydanlarda sessiz tiyatro yapmış. Fakat daha sonra ekibin çoğu Avrupa'ya göç etmiş. Şu anda dört kişiden oluşan grup Bağcılar'da yaşıyor ve gösterilerini internetten yayınlıyor. Yahya Abdullah ise Işık Üniversitesi İngilizce psikoloji bölümünde öğretmen. Edebiyatçı ve sinemacı olan Abdullah, geçen yıl İstanbul'da sokakta yaşayan hemşehrileriyle ilgili bir belgesel çekmiş.

Evinde ud var diye IŞİD esir almış

Selam'ın emekçileri belgesele konu olan üç Suriyelinin ismini vermek istemiyor ama hikâyelerinden kısaca bahsediyor. Savaştan sonra bir süre Lübnan'da yaşayıp İstanbul'a yerleşen Suriyeli bir oyuncu, İstanbul'da ilk başta radyoda program sunmuş, şimdi internette mizah programı yapıyor. Müzisyen ailede yetişen ve çocukluğundan bu yana babasıyla Halep'e özgü meşklere katılan ud sanatçısını IŞİD, “evinde ud bulundurmak” suçundan haftalarca esir almış. Şimdi ise İstanbul'da bir müzik grubuyla Halep ve tasavvuf müzikleri yapıyor. Arapça, Türkçe ve Kürtçe şiir kitapları yayınlanan, eski asker bir şair, İstanbul'daki Suriye okulunda din kültürü öğretmenliği yapıyor.

Adonis için Suriye'de özel sergi açtı

Bize göre belgeselin en ilginç konuklarından biri, Halep'teki Kaleemat Sanat Galerisi'ne ve yaklaşık bin eserden oluşan koleksiyonuna kilit vurup bir buçuk yıl önce İstanbul'a yerleşen Adnan Alahmad. İki çocuğu ve eşiyle Halkalı'da yaşayan Alahmad, galerisini kapatmış ama İstanbul'da birkaç yerde şube açmış, açıyor. Mesela Kuzguncuk'taki Zahir restoranın (Ekmek Teknesi dizisinin çekildiği bina) duvarlarında koleksiyonunun bir kısmı sergileniyor. Zahir'deki tablolardan birinde Adonis adıyla da bilinen Suriyeli ünlü şair ve denemeci Ali Ahmet Sait Eşber (1930) var. Adonis için Suriye'de özel bir sergi düzenleyen Alahmad'ın koleksiyonunda, Avrupa'da, Amerika'da bilinen, sergiler açan Sabhan Adam, Şerif Maden gibi sanatçıların eserleri de bulunuyor. Alahmad, yakında Adonis ile ilgili bir de kitap yayınlayacak.

Yazar ve şehir tarihçisi Hüseyin Emiroğlu ile ortak çalışan Adnan Alahmad (yanda), geçtiğimiz ocak ayında Marmara Üniversitesi Rektörlük Sanat Galerisi'nde, kızının resimlerinin de yer aldığı bir sergi açmıştı. Kasım ayında eserlerini Gaziantep SANKO Sanat Galerisi'ne götürecek. 1 Ağustos Cumartesi günü ise üç aylığına anlaştığı Ümraniye'deki alışveriş merkezi Canpark'ta da Suriyeli ve Arap ressamların eserlerini sergileyecek. Alahmad, Suriye sanatını ve sanatçılarını tanıtmak için yoğun çaba sarf ediyor. Fakat henüz ne Suriyeli sanatçılar Türkiye sanatını, ne de bu toprakların sanatçıları Suriye sanatını tanıyor.

28 Temmuz 2015 Salı

Tek gecelik video sergisi

İlk kez geçtiğimiz yıl Pera Müzesi'nde düzenlenen, genç video sanatçılarını bir araya getiren tek gecelik deneysel video sergisi “Kendin Çek, Kendin Göster”in ikincisi 4 Eylül Cuma günü 19.00-23.00 arasında gerçekleştirilecek.

Küratörlüğünü maybe art projects'in üstlendiği sergiye katılım için sanatçı başvuruları ise 7 Ağustos'a kadar devam ediyor. 2010 yılından bu yana dünyanın çeşitli şehirlerinde düzenlenen Bring Your Own Beamer'in (BYOB) İstanbul'daki ikinci etkinliğinin başvuru formu: http://bit.ly/1M8n0Xl

Nuri Bilge Ceylan Venedik jürisinde

Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazanan Nuri Bilge Ceylan, bu yıl 72. Venedik Film Festivali'nin ana yarışmasında jüri üyeliği yapacak. 2-12 Eylül arasında düzenlenecek festivalin jüri başkanı ise Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron.

Dünyanın en eski film festivalinin bu yılki jüri üyeleri açıklandı. 2-12 Eylül arasında düzenlenecek 72. Venedik Uluslararası Film Festivali'nin ana yarışma jürileri arasında Nuri Bilge Ceylan da yer alıyor. Yerçekimi filmiyle En İyi Yönetmen Oscar'ı alan Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron'un başkanlığını yapacağı ana jüride dokuz isim var.

Ida filmiyle geçtiğimiz yıl Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ının sahibi Polonyalı yönetmen Pawel Pawloski, Fransız senarist ve yönetmen Emmanuel Carrère, İtalyan yönetmen Francesco Munzi, 1989 yapımı A City of Sadness (Acılar Kenti) filmiyle Venedik Altın Aslan ödülünü kazanan Tayvanlı yönetmen Hou Hsaio-hsien, Alman oyuncu Diane Kruger, senarist Lynne Ramsay ve Amerikalı oyuncu Elizabeth Banks, jürinin diğer üyeleri.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Venedik, sinema dünyasının yıldız isimlerini konuk edecek. Venedik Film Festivali, Baltasar Kormakur'un yönettiği ve başrollerinde Jake Gyllenhaal, Keira Knightley, Robin Wright gibi yıldız oyuncuların yer aldığı Everest filminin gösterimiyle başlayacak. Johnny Depp'in başrolde olduğu Kara Düzen/Black Mass filmi festivalde yarışma dışı olarak gösterilecek. Depp'in 70'lerin ünlü mafya babası James ‘Whitey' Bulger'ı oynadığı filmin oyuncu kadrosunda Benedict Cumberbatch, Joel Edgerton, Sienna Miller, Juno Temple, Dakota Johnson, Kevin Bacon ve Peter Sarsgaard gibi yıldız isimler var.

TÜRKİYE'DEN İKİ FİLM

Venedik Film Festivali'nde bu yıl Nuri Bilge Ceylan'ın jüri üyeliğinin dışında Türkiye'den iki yapım var. Genç yönetmen Senem Tüzen'in ilk uzun metraj filmi ‘Ana Yurdu', festivalin Eleştirmenler Haftası bölümünde dünya prömiyeri yapacak. Aynı zamanda ilk filmlerin değerlendirildiği Geleceğin Aslanı ödülü için de yarışacak filmin başrolünde Esra Bezen Bilgin ve Nihal Koldaş var. ‘Ana Yurdu', romanını bitirmek için anneannesinden kalan köy evine giden Nesrin'le beklenmedik bir şekilde ziyaretine gelen annesi Halise'nin tansiyonu gitgide yükselen öyküsünü anlatıyor.

Orhan Pamuk'un aynı adlı romanındaki karakterlerin kişisel eşyalarından oluşan Masumiyet Müzesi de Venedik'te olacak. 2012'de açılan Masumiyet Müzesi'nden yola çıkan ve yönetmenliğini İngiliz belgesel yönetmeni Grant Gee'nin yaptığı Hatıraların Masumiyeti (The Innocence of Memories) adlı film, festivalin Venedik Günleri bölümünde özel bir gösterimle yer alacak.

25 Temmuz 2015 Cumartesi

İzmir Edebiyat Festivali ‘özgürlük' temasıyla başlıyor

Film festivali konusunda hiç sıkıntı çekmeyen ülkemizin edebiyat festivallerindeki ‘fakirliği' bilinen bir gerçek.

Değişik isimler altında düzenlenen ‘şiir geceleri'ni saymazsak 2009'da ilk kez yapılan İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, bu alanda çok büyük bir eksikliği giderdi. Ekim ayında Pera Palace Hotel Jumeirah'ta gerçekleşecek Kara Hafta İstanbul da daha küçük ölçekte polisiye türünün meraklılarına hitap eden bir program.

İstanbul'un bu ‘ataklarına' İzmir'den cevap gecikmedi. Yarın başlayacak İzmir Uluslararası Edebiyat Festivali, yaz sıcağında bir imbat esintisi gibi. Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen festival 5 Eylül'e kadar devam edecek. Bu yıl ilk kez yapılacak festivalin teması ‘Edebiyat Özgürleştirir'. Yurtiçi ve yurtdışından birçok yazar ve şairi bir araya getirecek festivalin önemli bir özelliği de etkinlikleri birkaç küçük salon ile sınırlamaması. Şair Haydar Ergülen'in direktörlüğünde organize edilen festivalde söyleşiler, şiir okumaları ve imza günleri İzmir'in 11 ilçesine yayılacak.

Romanya, Macaristan, Yunanistan ve Vietnam gibi ülkelerden birçok yazar ve şairin konuk olacağı festivale Türkiye'den aralarında İnci Aral, Latife Tekin, Ataol Behramoğlu, Ahmet Telli, Hakan Günday, Zeynep Altıok Akatlı, Küçük İskender, Orhan Alkaya, Buket Uzuner, Tuna Kiremitçi, Şükrü Erbaş, Yekta Kopan, Cenk Gündoğdu, Veysel Çolak, Şeref Bilsel'in de olduğu şair ve yazarlar katılacak.

Festival, yarın akşam saat 20.00'de Karaburun Merkez Cumhuriyet Meydanı'nda yapılacak panel ile başlıyor. Asuman Susam'ın yöneteceği Türk Edebiyatında Kadın Özgürlüğü adlı panelin konuşmacıları İnci Aral, Zeynep Oral ve Latife Tekin. Panelin ardından şair Ahmet Telli, bir şiir okuması yapacak. 31 Temmuz Cuma gününün programında ise iki önemli etkinlik var. Saat 20.00'de Bergama Gülpark Amfitiyatrosu'nda Müslüm Çelik ve Aydın Şimşek ‘Halk Edebiyatında Özgürlük' üzerine söyleşecek. Aynı saatte Çeşme'deki Aya Haralambos Kilisesi'nde ise Orhan Alkaya'nın yönetiminde Zeynep Altıok Akatlı, Melida Tüzünoğlu ve Sezai Sarıoğlu'nun katılımıyla ‘Aziz Nesin 100 Yaşında' adlı bir panel gerçekleştirilecek.

Türk Tiyatro Tarihi sahaflardan raflara çıktı

En son baskısı 1968'de yapılan Refik Ahmet Sevengil'in ‘Türk Tiyatro Tarihi'ni Alfa Yayınları yeniden okura sundu. Sevengil'in torunu Nesteren Davutoğlu'nun belirttiği gibi ‘sahaf kitabı' olmaktan kurtulan eser, tiyatro tarihimizi anlatan ilk yazılı kaynak. Fakat unutulmuştu.

Yıldız Kenter, ‘Hâlâ baş ucu kitabımdır, ne zaman tiyatro tarihi anlatacak olsam önce oradan sağlamasını yaparım' diyor. Selim İleri, roman, öykü dalında da eser veren Ahmet Refik Sevengil'in en önemli araştırmasının Türk Tiyatro Tarihi olduğunu ifade ediyor. Can Gürzap'ın babası Raşit Gürzap, Beyazıt'taki Sahaflar Çarşısı'na uğradığı bir gün, uzun zamandır aradığı kitapla eve dönünce ‘Buldum, buldum, sonunda buldum' diye sevinçle haykırmış. Adalet Ağaoğlu ise ilk tiyatro eseri ‘İki Kişi Arasında'yı Ahmet Refik Sevengil'den etkilenerek yazmış ve ondan şöyle bahsediyor: “Eğer Ahmet Refik Bey keşfetmeseydi, ben bugün yoktum.”

Refik Ahmet Sevengil (ortada), Devlet Tiyatrosu Edebi Kurulu'nda çalışma arkadaşlarıyla. Sol baştaki Muhsin Ertuğrul (Ankara).

Ahmet Refik Sevengil, sadece tiyatro tarihçisi de değil. Türkiye'nin fikir, sanat ve idari alanda en önemi isimlerinden biri. Altı kaleme birden sahip: Gazeteci, yazar, radyocu, öğretmen, müzik adamı… 67 yıllık ömründe (1903-1970), bir yandan gazetecilik yapmış, bir yandan belediye konservatuvarında tiyatro tarihi öğretmiş, kurulmasına öncülük ettiği Radyoevi ve TRT'de üst düzey yöneticiliklerde bulunmuş. Özellikle radyodaki konuşmaları heyecanla beklenirmiş. “Susun! Refik Ahmet Sevengil konuşacak” diye radyo başına toplanıldığını torunu, dostları her zaman anlatıyor. Ve son derece çalışkan bir insan, sabah altıdan gece yarılarına kadar çalışırmış.

Sanat çevresi de tabii ki onun kıymetini biliyor, etrafından ayrılmıyor. Mesela Âşık Veysel, Münir Nurettin Selçuk, Neyzen Tevfik Ankara Yüksel Caddesi'ndeki evlerine her daim misafir olurmuş. “Âşık Veysel'in evimize geldiğini, sazını çaldığını, muhabbetlerini hepsini hatırlıyorum.” diyor, torun Nesteren Davutoğlu. Belediye konservatuvarda hoca olduğu için de birçok sanatçının hocası olmuş. Türk tiyatrosu deyince akla gelen ilk isimlerden Muhsin Ertuğrul'un, Sevengil vefat ettiğinde mezarı başında hüngür hüngür ağladığı biliniyor.

Peki sonuç?.. Bugün tiyatro bölümünde okuyan gençlerin çoğu, kültür-sanata iyi kötü ilgisi olanların önemli bir kısmı Ahmet Refik Sevengil'i tanımıyor. Kimdir, nedir, kültürümüze ne gibi hizmetleri olmuştur, bilmiyor. Tiyatro tarihimizi anlatan ilk yazılı kaynak özelliği taşıyan Türk Tiyatro Tarihi'nden habersiz. Hatta kitap unutulup gitmiş, ‘sahaf kitabı' olmuş. Yani, en son baskısı 1968'de yapılan kitabın nüshalarına sadece sahaflarda rastlanıyordu. Ama artık öyle olmayacak. Sevengil'in, beş ayrı ciltte peyderpey yazdığı kitap tek ciltte toplandı ve yeniden okura sunuldu.

Refik Ahmet Sevengil, çok sevdiği Âşık Veysel ve arkadaşlarıyla (Ankara).

‘Batılı tiyatronun ardına düşenlere bir manifesto'

Refik Ahmet Sevengil, eseri on yıla yayılan bir süreçte yazıyor. Birinci Cilt: Eski Türklerde Dram Sanatı (Devlet Konservatuvarı Yayınları Serisi, Maarif Basımevi, 1959 İstanbul). İkinci Cilt: Opera Sanatı ile İlk Temaslarımız (Devlet Konservatuvarı Yayınları Serisi, Maarif Basımevi, 1959 İstanbul). Üçüncü Cilt: Tanzimat Tiyatrosu, (Devlet Konservatuvarı Yayınları Serisi, Milli Eğitim Basımevi, 1961, İstanbul.) Dördüncü Cilt: Saray Tiyatrosu (Devlet Konservatuvarı Yayınları Serisi, Milli Eğitim Basımevi, 1962 İstanbul). Beşinci Cilt: Meşrutiyet Tiyatrosu (Devlet Konservatuvarı Yayınları Serisi, Milli Eğitim Basımevi 1968, İstanbul).

Beyaz kapaklı, oldukça sade görünümlü akademik tarzdaki bu kitaplara fotoğraf da konulmuş. Refik Ahmet Sevengil'in bu ilk kaynak eserinin tabii ki eksikleri vardı ve onları daha sonra Metin And ve Özdemir Nutku, yazdıkları eserlerle tamamladı. Fakat Nesteren Davutoğlu'nun da dediği gibi eser, 1950-1960'lı yıllarda “Batılı tiyatronun ardına düşünlere bir manifesto”ydu.

Refik Ahmet Sevengil, ilk muhabirlik yıllarında (İstanbul).

‘Yayın sürecinde hayal kırıklığına uğradım'

Dedesinin arşivine gözü gibi bakan ve tasnif eden Nesteren Davutoğlu, eserin yayınlanma sürecinde çok hayal kırıklığına uğramış: “Bu kadar önemli bir kitap kış uykusundaydı. Bu eserin yeni kuşaklara ulaşması için ne yapabilirim diye düşündüm. Kitabı dilini güncelleyerek yeniden yayınlamaya karar verdik. Önce İzzettin Çalışlar ile bir yıl süren bir çalışma yaptık. Daha sonra kitabı koltuğumun altına aldım, yayınevlerinin kapısını çaldım. Zannettim ki bütün yayınevleri dört gözle bu eseri bekliyor. Öyle olmadı. Yapı Kredi, İş Bankası, Pan Yayınları'ndan sonra Alfa Yayınları baş ucu kitabı olduğunu ve yenilenip yayınlanması gerektiğini anladı. Yayına hazırlanması 1,5 sene sürdü. Bin sayfalık metin tekrar elden geçti.”

Refik Ahmet Sevengil, tiyatro araştırmaları dışında hazine değerinde yüzlerce belge bırakmış. O bilgi ve belgeleri, Nesteren Davutoğlu, kültür dünyasına kazandırmayı planlıyor. Mesela, Sevengil'in el yazısıyla hazırladığı, Abdülhak Hamit Tarhan'dan Yahya Kemal'e pek çok tanıklığı içeren “Tanıdığım Meşhurlar” adlı radyo konuşmaları dizisi, Hüseyin Rahmi Gürpınar ile ilgili bir monografisi, imzalı mektupları, dönem yazışmaları yayın sırasını bekliyor. İstanbul Devlet Tiyatrosu sanatçısı Cemal Ünlü'nün de Ömürname adında Bir Refik Ahmet Sevengil eseri hazırladığını belirtelim.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Klasikleri yeniden yazma modası

Edebiyat dünyası şu sıralar klasiklerin yeniden yazılmasının getirdiği sorunlarla meşgul. Son dönemde iyice artan yeniden yazımlar çeşitli sorunları da beraberinde getiriyor. Bu eserlerin, metinlerarası ilişki açısından niteliği ve nereye konumlandırılacağı sorusunun yanı sıra telif hakları ve yasal düzenlemeler de karışıklığa neden oluyor. Borges'in meşhur eseri Alef'i yeniden yazan Pablo Katchadjian'ın başı mahkemelerle dertte.

İngilizler taklidin en iyi övgü biçimi olduğunu söyler. Bunu sanatın her dalına yaymak mümkün, fakat edebiyat söz konusu olduğunda ortaya çıkan ‘yeni' eserin sebep olduğu sonuçlarla yüzleşmek sıkıntılı olabiliyor. Son döndemde sayısı iyice artan ‘klasikleri yeniden yazma' vakasına bir yenisi daha eklendi: Jorge Luis Borges'in meşhur eseri Elif'ten (Alef) yola çıkarak yazılan El Aleph Engordado (Şişmanlatılmış Elif). Kitabın yazarı Arjantinli romancı, şair ve öğretim üyesi Pablo Katchadjian'ın başı şu sıralar dertte. Katchadjian, 2008'de yazdığı ve sadece 200 adet basılan kitaptan dolayı eser hırsızlığı ile suçlandı. Genç yazarın ifadesiyle “eşe dosta dağıtmak için” yazılan bu eser onu hapse gönderebilir.

Katchadjıan hapse girebilir

Borges'in eşi Maria Kodama'nın şikayetiyle başlayan davada, Katchadjian'ın malvarlığı donduruldu. Uluslararası Yazarlar Birliği PEN ile Arjantin PEN şubesi genç yazarın cezasının düşürülmesi için kampanya başlattı. Katchadjian, kitabında eserin “genişletilmiş” bir deneme olduğunu yazsa da Arjantin yasalarına göre, izinsiz kullanılan fikrî; mülkiyetin cezalandırılmasının hükmü bir aydan altı yıla kadar hapis.

Italo Calvino o meşhur metni “Klasikleri Niçin Okumalı?”da “Klasikler, genellikle, ‘okuyorum' yerine ‘yeniden okuyorum' ifadesini kullandığımız kitaplardır” der. Calvino'nun bu sözünü şimdilerde sırtını klasiklere dayayarak ‘yeniden yazmak' cümlesine dönüştürebiliriz. Son dönemde klasikleri yeniden kaleme alan yazarların artması ve Katchadjian davası konuyu yeniden gündeme getirdi. Üstelik Katchadjian bu konuda yalnız değil. Patricia Park'ın geçtiğimiz mayıs ayında yayımlanan Re Jane romanı, Charlotte Brontë'ın 1847 tarihli klasik eseri Jane Eyre'nin yeniden yazılmış hali. 2010'da hayatını kaybeden J.D. Salinger'ın Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabının devamı niteliğindeki 60 Yıl Sonra: Çavdar Tarlasından Çıkış kitabı 2009'da İsveçli yazar J.D. California tarafından yazılmış ve olay Salinger tarafından mahkemeye taşınmıştı.

Edebiyat tarihinde buna benzer birçok örnek var: The Innocents, Francesca Segal (The Age of Innocence); Lavinia, Ursula K. Le Guin (Aeneis); A Monster's Notes, Laurie Sheck (Frankenstein); Bridget Jones's Diary, Helen Fielding (Aşk ve Gurur); His Dark Materials, Philip Pullman (Kayıp Cennet); March, Geraldine Brooks (Küçük Kadınlar); The Penelopiad, Margaret Atwood (Odysseia); Railsea, China Miéville (Moby Dick); The Hours, Michael Cunningham (Mrs. Dalloway); A Thousand Acres, Jane Smiley (Kral Lear).

SAYGI DURUŞU MU, TAKLİT Mİ?

Bazı eleştirmenler klasikleri yeniden yazma fikrine sıcak bakıyor, bu tür üretimlerin edebiyat dünyasını hareketlendirdiğini düşünüyor. Diğer yandan, klasik olmuş bir eserin, seneler sonra bir başka yazar tarafından değiştirilmesi, genişletilmesi veya yeniden yazılmasını kabul edilemez bulanlar da var. Asıl hikâyeyi yeniden yazılan metnin içinde açıkça hissettiren bu eserlerin, metinlerarası ilişki açısından niteliği ve nereye konumlandıracağı sorusunun yanı sıra telif hakları ve yasal düzenlemelerinin nasıl olması gerektiği kafa kurcalıyor.

Bu metinler arasında ünlü yazarların kaleminden çıkan metinler olsa da, romanların nitelik açısından nasıl bir çizgide durduğu da bu konuda kafa yorulacak sorulardan fakat sevdiği bir yazarın eserini seneler sonra bir başka yazarın yeniden yazması pek çok okuru mutlu eden bir gelişme olmasa da popüler olana ilginin önünü kesmek de bir hayli zor.

Bölgesel müzeler Baksı'da dertleşecek

Bayburt'taki Baksı Müzesi 10. yılını, ‘kendisi gibi' olan bölgesel müzelerle birlikte kutluyor. Yarın başlayacak ve dört gün sürecek Uluslararası Müzecilik Atölyesi'nde dünyanın farklı ülkelerinden müze temsilcileri ‘Kalkınmanın İtici Gücü Olarak Bölgesel Müzeler'i konuşacak. Müzenin kurucusu Hüsamettin Koçan, yakın gelecekte Bayburt merkezde 200 kadının istihdam edileceği bir proje üzerinde çalıştıklarını söyledi.

Bir hayalin peşinden, her türlü zorluğu göze alıp koşunca meyveleri de ardı ardına geliyor. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan'ın 2010'da memleketi Bayburt'un 45 km dışında kurduğu Baksı Müzesi, geçtiğimiz yıl, açılışının üstünden 4 yıl gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen Avrupa Konseyi 2014 Yılın Müzesi Ödülü'nün sahibi oldu. Bu yıl ise yine önemli bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Türkiye'nin ilk bölgesel müzesi Baksı, dünyanın farklı ülkelerinden ‘kendisi gibi' olan bölgesel müze temsilcilerini ICOM (Uluslararası Müzeler Konseyi) Uluslararası Müzecilik Atölyesi' kapsamında ağırlıyor. Yarın başlayacak ve dört gün sürecek Kalkınmanın İtici Gücü Olarak Bölgesel Müzeler atölye çalışmasına uluslararası alanda 20 üye ile 50'ye yakın yerli müze temsilcisi katılacak.

Avrupa Müze Forumu, ICOM Avrupa ve ICR Uluslararası Bölgesel Müzeler Komitesi'nin yanı sıra Azerbeycan, Türkiye, Yunanistan ve Hırvatistan'dan bölgesel müze temsilcilerinin katılacağı atölye çalışması, müzelerin sosyal gelişimdeki değerini araştıracak. Etkinlik kapsamında, müzelerin yaşayan kültürle ve bölgeyle kurabileceği bağlantılar, somut ve somut olmayan kültürel varlıklar ile müzelerin ilişkisi, yerel-bölgesel potansiyelin üretime dönüştürülmesi, müzelerin üretim, istihdam ve ulusal-uluslararsı pazardaki yeri tartışılacak. Atölye çalışmasında ortaya çıkan sonuç önerileri basılı hale getirilip 2016'da Milano'da gerçekleştirilecek ICOM Genel Konferansı'nda sunulacak.

‘BAKSI BİR UMUT OLUŞTURDU'

Farklı ülkelerden temsilcileri bir araya getirecek atölye çalışması bölgesel müzelerin toplumdaki doğrudan ve dolaylı etkilerini, karar mekanizmaları ile kalite standartlarını belirlemedeki rolü hakkında yol gösterici olacak.

Atölyeyi fırsat bilerek müzenin kurucusu Prof. Dr. Hüsamettin Koçan'a sorularımızı sorduk. Örneğin Türkiye'nin en fazla göç veren ilinde kurulan müzenin tutunmasında hangi dinamikler rol oynuyor? Konumu açısından riskli olan müzeye başarı nasıl geldi? “Göç veren bir bölgede kurumlaşmaya çalışmak ve o bölgede bir kültürel direnç oluşturmak, günümüzde yersiz yurtsuzlaşan insanlar için bir umut oluşturdu. Ayrıca bir sanatçının doğduğu topraklara geri dönme, bu bölgede barışçıl ve üretken ilişkileri geliştirme çabası müzeye yönelik olağanüstü bir ilginin doğmasına neden oldu.” diyor Koçan. Baksı'nın günde ortalama 40 ile 250 arasında ziyaretçisi var. Dönem dönem değişen profilde, kış ve bahar aylarında üniversite öğrencileri, mayıs-ekim aylarında ise yabancı ziyaretçiler ve sanat izleyicileri müzeyi ziyaret ediyor.

Ekonomik katkıları bir yana, müzenin kültürel dönüşüme ve kalkınmaya desteği kuşkusuz daha önemli. Ancak çok yeni bir müze olduğu için sonuçları çabucak görmek mümkün değil. Hüsamettin Koçan, “Baksı Müzesi, sürdürülebilir bir kültürel altyapı kurmak için insana odaklanmış bir proje. Buradaki hedefimiz öncelikle üst sanat ve alt sanat ayrımını ortadan kaldırarak etnografya ile günümüz sanatını aynı mekânda sunmak gibi geleneksel müzeciliğin tercih etmediği bir yöntemi benimsiyor. Bu yöntem, izleyiciye mukayese olanakları sunmak ve kültürel demokrasi için gerekli zemini oluşturmak amacıyla tercih edildi.” diyor. Müzenin ekonomik kalkınmaya etkileri kadınlar üzerinde daha görünür bir hal alıyor. Yoğun göç veren bölgede, özellikle kadınların üretime katılmaları için ehram, kilim, seramik, doğal boya ve ahşap baskı gibi müze atölyeleri düzenleniyor. Koçan'a göre bu atölyeler kadının içe dönük, geri plandaki yaşantısına ekonomik bir boyut kazandırıyor. Hüsamettin Bey, gelecekte oluşacak taleplere müze merkezinin yeterli gelmeme ihtimaline karşı ise Bayburt merkezde 200 kadının çalışabileceği yeni bir bina inşa etmek için proje çalışmalarının başladığını da ekliyor.

10. yılda ‘ON Sergisi'

Baksı Müzesi, 10. yılını Marcus Graf'ın küratörlüğünde “ON Sergisi” ile kutluyor. 12 Ağustos'ta açılacak sergi, başlıca çağdaş sanatçıları, yerel sanat yapıtlarını ve tarihsel olduğu kadar etnografik açıdan da önemli eserleri izleyiciyle buluşturuyor ve müze koleksiyonuna dair özel bir seçki sunuyor. Baksı Müzesi koleksiyonundaki eserlerin, müzenin “sanat ve zanaat arasında diyalog kuran” konseptine bağlı kalarak yeniden kurgulanmasıyla oluşturulan sergide, Ömer Ali Kazma, Seçkin Pirim, Hüseyin Çağlayan, Seyhun Topuz, Gülsüm Karamustafa, Mustafa Horasan ve Kemal Tufan gibi sanatçıların yapıtları yer alıyor. Erdoğan Zümrütoğlu, Selahattin Yıldırım gibi sanatçılar ise eserleriyle Baksı Müzesi'nde ilk kez izleyici karşısına çıkıyor. Sergi 12 Mayıs'a kadar görülebilir.

21 Temmuz 2015 Salı

Polisiye edebiyatın ustaları İstanbul'da buluşacak

Polisiye edebiyatın usta ismi Agatha Christie doğumunun 125. yılında ‘Kara Hafta İstanbul' etkinliğiyle anılacak. 22-24 Ekim günlerinde düzenlenecek etkinlik polisiyenin yerli ve yabancı ustalarını bir araya getirecek. Etkinlik kapsamında konferans, söyleşi, imza günü ve film gösterimi yapılacak.

Türkiye'deki polisiye okuru dünyadaki benzerlerine nazaran biraz talihsizdir. Yanlış anlaşılmasın, bizim de çok iyi polisiye yazarlarımız var. Fakat okurun bir araya gelebileceği, sevinçlerini, korkularını, heyecanlarını paylaşabileceği bir sosyal platform henüz yok. Sanal âlemdeki toplaşmaları saymazsak, Avustralya'dan İngiltere'ye, ABD'den Latin Amerika'ya kadar dünyanın birçok yerinde yapılan ‘polisiye edebiyat festivalleri' yakın gelecekte Türkiye için de hayal olmaktan çıkabilir. Pera Palace Hotel Jumeirah'ın ekim ayında düzenleyeceği etkinlik bu yolda atılacak önemli bir adım olarak görünüyor.

Pera Palace Hotel Jumeirah, Agatha Christie'nin doğumunun 125. yılı anısına 22-24 Ekim 2015 günlerinde Türkiye'de ilk kez düzenlenecek ‘Kara Hafta İstanbul' etkinliğine ev sahipliği yapacak. 125 yıllık tarihinde aralarında Agatha Christie'nin de olduğu, Ernest Hemingway'den Greta Garbo'ya kadar edebiyat ve sanat dünyasından birçok ünlü ismi konuk eden Pera Palace, dünyada büyük bir ilgiyle takip edilen polisiye festivallerin havasını Türkiye'ye taşıyacak.

Sürpriz etkinliklerin de olacağı ‘Kara Hafta İstanbul'un düzenleme kurulunda Doğan Hızlan, Ahmet Ümit, Metin Celal, Adnan Özer ve Pınar Kartal Timer var. Yurtdışından yazarların da katılımıyla tam bir festival havasına bürünecek etkinliğe Agatha Christie'nin torunu, usta yazarın yayın haklarını da elinde bulunduran Matthew Prichard da katılacak.

Polisiye edebiyatı konusu etrafında renkli bir şehir kültür aktivitesi olacak ‘Kara Hafta İstanbul'a Türkiye'den Ahmet Ümit ve Celil Öker katılıyor. Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu serisiyle tanınan İngiliz yazar Alexander McCall Smith, Sherlock ve Dracula eserlerinin yanı sıra Neil Gaiman'ın Sandman adlı çizgi roman serisinin de editörlüğünü yapan ABD'li yazar Leslie Klinger, İstanbul doğumlu Yunan polisiye yazarı Petros Markaris, İtalyan yazar Roberto Costantini ile Goncourt ödüllü Fransız yazar Jean Christophe-Rufin de Türkiyeli okurla buluşacak.

‘Kara Hafta İstanbul' kapsamında cam fanuslar içerisinde polisiye romanlar sergilenecek, polisiye yazarlar kitaplarını imzalayacak. #blackweekturkey etiketiyle sosyal medyada da paylaşımların yapılacağı etkinlik, 22 Ekim Perşembe akşamı saat 19.00'da Pera Palace Hotel Jumeirah'ta düzenlenecek resepsiyon ile başlayacak. 23 Ekim Cuma günü 10.00-12.00 arasında yapılacak Agatha Christie konferansının ardından 14.00-16.00 arasında Dedektif ve Gerilim Roman Ajandası başlığıyla Erol Üyepazarcı Türk polisiye edebiyatının 125 yılını değerlendirecek. 24 Ekim Cumartesi 10.00-16.00 arasında ‘Polisiye Romanlarda İstanbul'un Yeri' başlıklı konferanstan sonra saat 19.00'da yapılacak film gösterimiyle festival sona erecek.

‘Kara Tren'li polisiye festivali

Türkiyeli okurların ekim ayında hemhal olacağı ‘Kara Hafta' etkinliği, dünyada düzenlenen polisiye festivallerin yaygın adı. Bunlar arasında en ünlüsü ‘Black Week' (Semana Negra) adıyla düzenlenen İspanya merkezli festival. İspanya'nın kuzey bölgesindeki Gijon ve Asturias şehirlerinde 1988'de başlayan festival, temmuz ayının ilk ya da ikinci haftasında yapılıyor. Avrupa'nın farklı şehirlerine ve Güney Amerika'ya da konuk oluyor. 1994'te Küba'da düzenlendiğinde 1650 metrelik kitap kuyruğuyla Guinness Rekorlar Kitabı'na girmeyi başaran festival, polisiye okurun buluşma noktası. Ünlü yazarların konuk olduğu festivalde, konserlerin yanı sıra ‘Kara Tren' gibi tematik eğlenceler de düzenleniyor.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

‘Yazdığım kadınlar benden daha cesur'

Kudret Ayşe Yılmaz'ın ilk romanı Orobanhiyye'nin devamı niteliğindeki Gülhatmi yakın zamanda okurla buluştu. Ötüken Neşriyat etiketiyle yayımlanan romanda yazarın önceki iki romanındaki lirik dilinin ve insan ruhuna dair arayışlarının izini sürmek mümkün. Yılmaz ile çiçeklerden ödünç alınan roman adlarını, kahramanlarını, efsanelere düşkünlüğünü ve Gülhatmi'yi konuştuk.

İlk romanınız Orobanhiyye'nin devamı niteliğinde Gülhatmi. Bu durum, bir handikap oluşturur mu?

Gülhatmi için tam anlamıyla bir devam diyemeyiz aslında. İki farklı okumaya da müsait bir roman. Tahkiye unsurlarının ismi dahi yok. İki romandaki ortaklık duygularda, unutulması imkânsız o dramda, içte kalmış ukdelerde, özleyişlerde, yalnızlıklarda… Orobanhiyye ve Gülhatmi aynı ömürdeki iki farklı yolculuk…

Orobanhiyye'den sonra Gülhatmi'de de karakterler isimsiz, yer isimlerine de rastlamıyoruz. Nedir yapmaya çalıştığınız şey?

Yeni bir tür yahut yeni bir algı; ne dersiniz bilemem; ama yeni olduğu muhakkak. Her sınırdan azade; isimleri, ırkları, şanı, şöhreti aşmış bir devir, bir vakit, birkaç insan… Sınırsızlığın sınır kabul edilebileceği romanlar Orobanhiyye ve Gülhatmi. Her insanın kendi mahallesinde, her insanın romanı eline aldığı vakitlerde geçiyor olay. O halde fani olandan sıyrılış, duyguya -öze- bağlanış… Sadece duygular önemli benim için, insanı insan yapan duygular; nefret de dahil.

Kitabın başında bir efsane anlatıyorsunuz. Bir gün tamamı efsane olan bir kitap yazmayı düşünür müsünüz?

Bunu çok istiyorum. Gülhatmi, bir denemeydi belki de. Ne harika olur gönlü uluları anlatacağım bir efsane yazmayı Hak nasip etse.

Romanın kahramanı Gülhatmi, çevresi tarafından hor görülen bir kız, fakat buna rağmen çok inançlı ve dik duruyor. Nereden alıyor bu gücü?

Umudundan. Zafersizleri, umutları yaşatır. Zirveye ulaşmış insan kaybetmeye başlayacaktır, zirvede kalınmaz zira. O halde zirvede olan değil zirveye doğru tırmanmaya devam eden daha avantajlıdır. Kayıplar büyüdükçe -ölüm dışında- güçlenir insan. Yitirilen ne varsa, ne kadarsa; bir zaman sonra bir belaya deva oluverir. Tecrübe deyin buna ya da dayanıklılık… İşte Gülhatmi böyle bir tezgâhta dokundu.

ERKEK KARAKTER YAZMAK DAHA KOLAY

Kadın karakter yazmanın zorlukları neler?

Kadınları kendimden koparmak zor oluyor bazen. Benim gibi düşünmüyorlar nedense yazdığım kadınlar; daha iyi kalpli, daha dayanaklı, daha cesur ve daha inançlı. Mesela Gülhatmi son bölümde o elî;m dönüşe karar verdiğinde, ben çok düşündüm. Karakterle kavga ettim. Olmadı. Yine de dönmek istedi. Dinlemiyor beni kadınlar, iyi de olsalar kötü de… Erkek karakter yazmak bana daha iyi geliyor kesinlikle… Erkeklerin dünyası -Erkut gibi çırpınan bir yüreği olmadıkça- daha keyifli, sakin, sabit, basit. Kadınların iç sesleri uykularımı kaçırıyor.

Dil işçiliğiniz bu romanda da dikkat çekiyor. Fakat Orobanhiyye ve Ruh'a nazaran bu romanda diliniz biraz sadeleşmiş gibi. Ne dersiniz?

Sadeleşmek değil aslında. Okurlarımla daha rahat anlaştık üçüncü romanda, iyiden tanış olduk. Türkçe muhteşem bir dil. Hakk'ın bir yazara armağanı olsa gerek, iyi işlenmiş bir dille yazma fırsatı.

Kitaptaki bölüm adlarının her biri ayrı bir metaforik anlam taşıyor. Boz, Kula, Kara, Kızıl, Ak, Camit... Neyi temsil ediyorlar?

Efsaneyi çözmek bu adımda en önemli. Mesela Kula sarı demek, dengi Asya kıtası… Kara, Afrika… Kızıl, Amerika… Romanda aynı evi paylaşmak zorunda kalan her bir kadın da birine tekabül ediyor. Camit ise renksizlik, donukluk… Camit her şeyin uzağında kaldığımız, kaybettiğimize inandığımız, dibe vurup da sesimize ses bulamadığımız anların yansıması… Camit henüz doğmamış bebek… Bu kadar ipucu yeter herhalde.

Son olarak, Gülhatmi'nin devamı gelecek mi?

Allah kısmet ederse gelecek. Okurlarımız da, ben de, Gülhatmi de biraz daha olgunlaşsın hele…

16 Temmuz 2015 Perşembe

Çağdaş sanat ve şiirin ortaklığı

Yunan şiirinin ustalarından Yannis Ritsos'un Benzeşim şiirinden yola çıkarak hazırlanan ‘Yaramız Türkülerimiz' sergisi, kişisel ve toplumsal yaralar üzerine farklı disiplinlerde yapılan çalışmaları bir araya getiriyor. İpek Duben için mülteci olmak, Murat Germen için HES projeleri büyük bir yara. Hera Büyüktaşçıyan'ın yarasının sebebi ise ‘boğazına takılan kılçık'...

Beşiktaş'taki çağdaş sanat galerisi art ON, geçen yıl İlhan Berk'in şiirlerinden esinlenerek ‘Geldiğim Yer Gittiğim Yön' adlı bir grup sergisi hazırlamıştı. Küratör Necmi Sönmez, bu sergiyle birlikte bir karar aldıklarını söylüyor. Acaba çağdaş sanatla şiiri bir araya getirdiğimizde nasıl bir yorum yakalayabiliriz? Dokümantasyon olmadan, belgesel çekmeden, anlatıcıya gerek duymadan şiirsel imgeye nasıl yakınlaşabiliriz? Bu soru art ON'da yeni bir sergi doğurdu. Galeride 5 Eylül'e kadar devam edecek olan “Yaramız Türkülerimiz”, şiir ile görsel imge arasında yeni ortaklıklar kurmayı hedefliyor. Sergiye ilham olan şair bu kez Yunan şiirinin usta isimlerinden Yannis Ritsos ve onun Benzeşim şiiri.

Ritsos da İlhan Berk, Oktay Rifat gibi taş boyayan şairlerinden. Küçücük deniz taşlarına çizdiği desenleri zaten ünlü. Necmi Sönmez'in, şairle dost olan ve şiirlerini Türkçeye çeviren Özdemir İnce'den aldığı bir taş desenini, galerinin girişinde Ritsos'un kendi okuduğu Benzeşim şiiriyle izliyoruz. Şair o buğulu sesiyle, inler gibi okuduğu şiirinde diyor ki: “Yıldızlar karmakarışık sarnıçta/sarnıç eski avlunun ortasında/kapalı odanın aynası gibi./Sarnıcın çevresinde güvercinler/ayın çerçevesinde çiçek saksıları kireçle boyanmış/yaramızın çevresinde türkülerimiz şarkılarımız.”

Sergi, Ritsos'un bu şiiri üzerinden yaralarımıza parmak basıyor ve farklı disiplinlerde üreten sanatçıların, hem kişisel hem de toplumsal yaralar üzerine yaptığı eserlerini bir araya getiriyor: Burak Bedenlier (heykel), Hera Büyüktaşçıyan (yerleştirme), Canan Dağdelen (seramik), İpek Duben (duvar rölyefi), Murat Germen (fotoğraf baskısı), Jochen Proehl (fotoğraf), Serkan Taycan (fotoğraf), Johannes Wohnseifer (resim). İpek Duben için en büyük yara mülteci olmak, Murat Germen için ise HES projeleri. Doğanın insan eliyle acımasız bir şekilde katledilmesini genellikle fotoğraflarıyla eleştiren Germen bu kez, kurutulmuş pazı yaprakları üzerine foto grafik tekniğiyle HES borularını yerleştiriyor.

Serginin dikkat çeken sanatçılarından Hera Büyüktaşçıyan'ın yerleştirmesi, Yannis Ritsos'un ‘Boğazıma Takılan Kılçık' şiirini referans alıyor. Eski ahşap bir çalışma masasının çekmecelerinden çıkan ayakların muntazam bir şekilde birbirini takip ettiği yerleştirme, bir ayağı İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde, kendisi ise Venedik San Marco Meydanı'nda bulunan, birbirine sarılmış dört kumandan heykeline gönderme yapıyor. Eser, aslında bu sergi için üretilmemiş. Necmi Sönmez, “Ritsos üzerine çalıştığımı Hera'ya söylediğimde, tam o sırada Hera'nın Atina'da bir sergisi olduğunu öğrendim. Bu eser, şairin Boğazıma Takılan Kılçık isimli şiirinden çıkmıştı. Burada da sergilemeye karar verdik. Yerleştirmedeki ayaklar dört kumandan heykeline gönderme yapıyor. 1200'lü yıllarda Latinler İstanbul'u işgal ettikleri zaman Venedik'e götürdüğü heykeldir. Fakat heykelin bir ayağı İstanbul'da kalıyor. Yani İtalyanlar kaçıramıyorlar. İtalyanlardan 200 yıl sonra bir Alman arkeolog ayağı buluyor. Bu ayak şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.” diyor.

Canan Dağdelen ise sanki bilgisayarda üretilmiş bir fotoğraf izlenimi veren fakat tek tek eliyle yaptığı seramik parçalarından oluşturduğu çocukluk portresiyle, içindeki ilk kırılmalara uzanıyor. Aslında her insan ilk kırılmaları çocuklukta yaşıyor, sonra o yaranın çevresinde türkülerimiz yakılıyor.

Hera Büyüktaşçıyan

Canan Dağdelen

Necmi Sönmez

14 Temmuz 2015 Salı

‘Yeni ufuklar'dan yeni hikâyelere...

NASA'nın projesi “New Horizons” (Yeni Ufuklar) isimli insansız uzay aracı, bugün Plüton'a en yakın noktaya ulaşmış olacak. 2006'da dünyadan ayrılan araç, Plüton'la ilgili bilgiler toplayıp bize gönderecek ve güneş sisteminin en uzağındaki bu ‘cüce' gezegenle ilgili yeni şeyler öğreneceğiz. Peki, bu keşif edebiyat ve sinema yoluyla anlatılan hikâyeleri nasıl etkileyecek?

NASA'nın projesi “New Horizons” (Yeni Ufuklar) isimli insansız uzay aracı, bugün Plüton'a en yakın noktaya ulaşmış olacak. 2006'da dünyamızdan ayrılan araç, Plüton'la ilgili bilgiler toplayıp bize gönderecek ve güneş sistemimizin en uzağındaki bu “cüce” gezegenle ilgili yeni şeyler öğreneceğiz. Peki, hiç düşündünüz mü, bu keşif edebiyat ve sinema yoluyla anlattığımız hikâyeleri nasıl etkileyecek? Ya da soruyu şöyle sorayım: Juliet, kendisini sadece kısa süreliğine ölü gibi gösterecek o iksiri içtiğini, Romeo'ya WhatsApp'tan haber verebilseydi, Shakespeare'in edebiyatında neler değişirdi?

İki yıl önce gösterime giren Gravity isimli film, teknolojinin bizi hangi hikâyelere hazırladığına dair önemli bir zihin jimnastiği imkânı sunmuştu. Gravity, bilimkurgu sınıfına girmeyen bir uzay filmi olarak tasarlanmıştı ve iki astronot arasında geçen konuşmalara dayalıydı. Bir uyduyu tamir etmek üzere orada bulunuyorlardı ve pekâlâ yüksekçe bir iskelede çalışan iki inşaat işçisi de olabilirlerdi. Filmde, fütüristik göndermeler yahut bilimkurgu ögeleri yoktu. Kabaca, insanlığın en eski meselesi olan varolma ve hayatta kalma meselesini ele alıyordu. Amerikalı yazar Walter Kirn'ün aynı isimli romanından uyarlanan Up in the Air (Aklı Havada, 2009) isimli film de yine “teknoloji” ile mümkün olabilen bir hayatın sırlarına nüfuz edebilmeyi denemişti. Kahraman, işi gereği sürekli Amerika'da eyaletler arası uçuş yapan ve bu “yalnızlığın” tadını çıkardığını düşünen birisidir. Ta ki, kendince kurduğu bu “kusursuz hayat” çatırdamaya başlayana kadar. Uçaklar, havaalanları, mil kartları, oteller… Ve bütün bunların insan hayatına etkileri… Tıpkı Elif Şafak'ın Araf (2004) romanında bir CD çaların karaktere dair çok fazla şey anlatması gibi.

Teknoloji ve bilimsel keşifler, sadece hayatlarımızı değiştirmiyor, anlattığımız hikâyelerdeki yapıyı da kırıp geçebiliyor. Odysseus'un yolculuğu ile bilimkurgu filmlerindeki uzaylıların galaksiler arası yolculuğunu benzetmek işin sadece bir yönü. Dahası, yeni bir icat, yeni bir keşif, hikâyede pasif bir alegorik malzeme olmaktan çıkıp kendince başlı başına bir yer edinebiliyor. Sözgelimi Tolstoy'un, kimilerine göre, başyapıtı Anna Karenina'yı (1873-1877) trenler olmadan düşünemeyiz. Ancak mesela Shakespeare'in trajedilerinde trenler olsa, hadiselerin bambaşka sonuçlanacağını da düşünebiliriz. Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası (1898) da, hakeza, arabanın sadece metafor olarak kullanımından öte, toplumdaki yapısal dönüşüme katkısını tartışıyor. Tanpınar'ın unutulmaz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961) de bu kâbilden değerlendirilmeyi gerektiriyor. Eşyalar da, teknoloji sayesinde, tıpkı insanlar ve toplumlar gibi değişip gelişiyor ve anlattığımız hikâyelerin yapısal çerçevesini dönüştürebiliyor.

Ancak kurgusal hikâyelerde teknolojiyi yakalamak her zaman mümkün değil. Belki sinema bu konuda daha avantajlı. Ancak çağımızın önemli yazarlarının önemli bir kısmı, kendi gençliklerini, yani teknolojik patlamanın henüz yaşanmadığı 1990'lar öncesini yazıyor. Sözgelimi Orhan Pamuk'un romanlarında cep telefonu görmek mümkün değil. Umberto Eco, nadiren de olsa günümüze yakın tarihlerde yaşanan hikâyeler anlatabiliyor (örneğin; Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, 2004) ancak o da kendi geçmişinden, (bahsi geçen kitapta çizgi romanlardan ve çocuk kitaplarından) bahisler açıyor. Bunun anlaşılabilir sebepleri var elbette. Bir açıklama şöyle olabilir: Bu yazarların çoğu entelektüel birikimlerini teknoloji patlamasından önce yazılmış hikâyelerle doldurdular ve “şimdi”yi değil belki de o “tarih”i anlamaya çalışıyorlar. Eco'dan, Pamuk'tan ya da “klasikler” arasına girmiş herhangi bir yazardan Facebook evrenini, Twitter'daki sanal klanları anlatmasını beklemek belki bir yirmi sene daha imkânsız.

“Hikâye akışı için cep telefonundan daha kötü bir şey yoktur” diyor sözgelimi Amerikalı bir yazar, The New York Times'ın pazar ekinin bu konudaki soruşturmasında. Çünkü cep telefonu, bir karakterin kaybolma ya da zor durumda kalma ihtimalini düşürüyor. Aynı soruşturmada birkaç yazar daha bu konudan mustarip olduğunu belirtiyor. Bir başka yazar, 19. ve 20. yüzyıllarda insan hayatının bir “hikâye” ya da “anlatı” özelliği taşıdığını fakat internetle birlikte artık yedi milyar birimlik bir yığının içinde tek bir birim olduğunu anlatıyor. Bütün bunlar, karakter inşasında yaşanacak sıkıntılara birer işaret aslında. Elbette teknolojinin sadece araçları değiştireceğini ama anlatılan hikâyelerin benzer olduğunu söyleyenler de var.

Bilimkurgu romanın zirve eserlerinden Biz'in (1920) yazarı Yevgeni Zamyatin, “yaşayan bir edebiyatı” şuna benzetiyor: “O, seren direğine çıkmış bir gemici gibidir: Direğin tepesinden batan gemileri, buzdağlarını ve yaklaşan fırtınaları görür; güvertedekiler ise bunlardan habersizdir.” İnsansız bir aracın Plüton'a seyahatini organize edebildiğimiz bir dünyada yaşıyoruz, hikâyelerimiz neden “yeni ufuklar” bulmasın ki?

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Sinemanın ‘Şerif'i veda etti

Nasıl yaşanırsa yaşansın, her hayat ölüm ile eşitlenir. Fakat bazı ölümler, geride kalanlara bir devrin kapandığını haber verir.

Ömer Şerif'in ölüm haberi, her şeyden önce böylesi bir irkilme sebebi. Evet, bir devir kapandı. Kralların, darbelerin, devrimlerin olduğu kadar şatafatın, yoksulluğun ve Nil'in coğrafyasında bir ‘yıldızın' ölümünün hatırlattıkları, birkaç tarihi olaydan çok daha fazlasıdır. Her yaştan sinema izleyicisinin Arabistanlı Lawrence ve Dr. Jivago filmleriyle tanıdığı Mısırlı oyuncu Ömer Şerif, dün hayatını kaybetti. 83 yaşındaki oyuncu, Kahire'de, kalp krizi nedeniyle kaldırıldığı bir hastanede hayatını kaybetti.

EKSİLEREK YALNIZLAŞAN BİR ÖMÜR

Ömer Şerif, eksilerek yalnızlaşan bir hayat yaşadı. Kayıpların adamıydı. Her kaybettiğinde biraz daha eksildi. 1994'te Paris'te bir otelde kalp krizi geçirirken yardım için arayabileceği kimse yoktu. Kereste tüccarı Lübnanlı bir babanın oğlu olarak, Michel Chalhoub adıyla İskendireye'de doğdu Şerif. Krallık dönemini, kanlı darbeleri, devrimleri, isyanları gördü. Ümmü Gülsüm ile birlikte Mısır'ın dünyada bilinen iki büyük sanatçısından biriydi. Zirvede olduğu 60'larda Avrupa'nın lüks otellerinde kalır, magazin dünyasının gündeminden düşmezdi. Hızlı bir gece hayatı vardı. Avrupa sineması ve Hollywood'dan birçok ünlü kadınla kısa süreli birlikteliği oldu. Bu yönüyle “Doğu'nun ‘Tony Curtis'i” denilebilir onun için.

Sonra bir kadın girdi hayatına Ömer Şerif'in: Faten Hamama. Meslektaşıydı, fırtınalı bir aşkları oldu; 12 yıl sonra ayrıldılar. Ayrılıklarının 8. yılında da boşandılar. Hamama'dan sonra bir daha evlenmedi Şerif. Müslüman olması da Faten ile evlenebilmek içindi. Kabul ettiği tek çocuğu Tarık El-Şerif'in annesiydi. Onunla ayrıldıktan sonra bile hayatında bir tek Faten'i sevdiğini söylemekten hiç çekinmedi. Kaderin, belki de aşkın bir cilvesi. Sevdiği kadın geçen ay vefat etmişti; Faten Hamama'dan 23 gün sonra bir kalp krizi sonucu o da gitti.

BİR ANNE MİRASI: KUMAR

Müslüman olsa da Ömer Şerif, kumar tutkusuyla nam salmıştı. Özellikle gençliğinde briçte kendine has taktikleri olan, bu konuda yazılar kaleme almış, kumar âleminde çok iyi bilinen biriydi. Annesinden yadigardı kumar tutkusu. Annesi Claire, Kral Faruk ile aynı masada kumar oynayacak kadar ünlüydü. Sadece milyon dolarlar değil, kariyerini de kumarda kaybetti Ömer Şerif. 1978'de şöyle diyecekti: “Ellerimde bir deste kağıt olmadan yaşayabileceğimi sanmıyorum.” 70'lerden itibaren sert bir düşüş yaşadı, iflasın eşiğine geldi. Yaklaşık 10 yıl öncesine kadar bu zaafları devam etti. 2006'da o âlemden ‘emekliliğini' ilan etti: “Artık tamamen bıraktım. İşim dışında hiçbir tutkunun esiri olmamaya karar verdim. Pek çok tutkum vardı; briç, atlar, kumar... Artık ailemle birlikte farklı bir hayat yaşamak istiyorum, çünkü onlara yeterince zaman ayıramadım.”

1954'te, hayatının kadınıyla tanışacağı The Blazing Sun filmi, kariyerinin ilk büyük adımıydı. Sahne adı Ömer Şerif'i de bu filmden sonra aldı. 1962'de Arabistanlı Lawrence filmindeki Şerif Ali rolüyle dünyada tanındı. Bu film, sadece Mısır'da değil, Ortadoğu'da da tartışmaların odağında yer aldı. Devrim yıllarında umutsuz bir aşkın peşinden koşan Dr. Jivago rolü ise kariyerinin zirvesiydi. Bir Oscar adaylığı, iki Altın Küre ödülü aldı.

MÜBAREK'E DE MURSİ'YE DE KARŞIYDI

Altı dil (İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Arapça ve Yunanca) bilen bir oyuncu olarak bulunduğu coğrafyadaki meslektaşlarından avantajlıydı, ancak çalkantılı hayatı kariyerini erken bitirdi. 2011'de Mısır halkı Tahrir Meydanı'na döküldüğünde sâbık lider Hüsnü Mübarek'e karşı halkın yanında olmuştu: “Kendini çok iyi yöneten, hükümetten çok daha iyi yöneten halkın yanındayım. Cumhurbaşkanının istifa etmesi gerektiğini düşünüyorum. 30 yıldır cumhurbaşkanı, yeter!” Buna rağmen, Müslüman Kardeşler'i istemediğini de net bir şekilde ifade etmişti: “Yüzde 20'lik nüfusa sahip olmaları beni korkutuyor. Yasaklılardı, sokağa çıkmaya başladılar.”

Türk resminin 150 yılından seçki

Sanat Akmerkez'de etkinliği 11. yılında, Türk resim sanatı tarihinin yaklaşık 150 yılına ait eserlerin sergisine ev sahipliği yapıyor.

130 sanatçının 300'e yakın eseri sergi kapsamında bir araya getiriliyor. Osmanlı ressamlarının Doğu resim anlayışından batı resmine geçiş sürecindeki aşamalarına ve günümüze kadar gelen sürece tanıklık eden sergi, resim tarihimize geniş bir yelpazeden bakış imkanı sağlıyor. Osman Hamdi'den Haluk Akakçe'ye kadar farklı kuşak ve ekollerden sanatçıyı buluşturan sergi, Tunca Sanat Galerisi işbirliği ile 30 Ağustos'a kadar açık kalacak. Sergide eseri yer alan sanatçılardan bazıları şöyle: Abidin Dino, Adnan Çoker, Balkan Naci İslimyeli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Burhan Doğançay, Cihat Burak, Devrim Erbil, Diyarbakırlı Tahsin, Erol Akyavaş, Ferruh Başağa, Fikret Mualla, Halil Paşa, Hoca Ali Rıza, İbrahim Çallı, Komet, Mahmut Cuda, Mübin Orhon, Neşe Erdok, Neşet Günal, Nuri İyem, Ömer Uluç, Selma Gürbüz, Turan Erol, Yüksel Arslan, Zeki Faik İzer.

7 Temmuz 2015 Salı

Dergiyi üfleyerek götürüyorduk nefesimiz tükendi

İki aylık öykü dergisi Sarnıç, geçtiğimiz hafta Twitter hesabından derginin artık çıkmayacağını duyurdu. Hemen arkasından İzafi dergisi de iflas bayrağını çektiğini açıkladı. Maddî; zorluklara direnemeyen dergiler okuruna peşi sıra veda ederken Sarnıç Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Faruk Duman ile derginin 23 sayı süren yolculuğunu konuştuk.

Sarnıç'ı çıkarırken yola nasıl koyuldunuz, neler hayal etmiştiniz?

Biz başlarken, aylık, ince, ama insanların alıp bol bol seçilmiş güzel öykü okuyacakları bir dergi olsun istedik. Öykü kitaplarının özellikle, medyada, öne çıkması çok zor, hele de genç bir öykücüyse... Çok görüyorum, çok genç, çok önemli yazarlar bazen bir röportaj verme şansı bile bulamıyor. Tamam, insanlar bu dergide güzel öyküler okusun ama bir de her sayıda bir öykü kitabını öne çıkaralım ve okura tavsiye edelim dedik. Tabii bu düşünce bile bir dergi için kolları sıvamaya yetebiliyor. Sadece bu basit hevesle başlamıştık.

Peki misyonunu gerçekleştirdi mi dergi?

Tabii, bence net olarak... 23 sayıda, yapmak istediğini net olarak yaptı Sarnıç. Biz öykü kitaplarını önemseyeceğiz, çoğu zaman bir dosya konusu bulma şansı bulamayan kitapları, öykücüleri öne çıkaracağız ve iyi öyküler seçmeye çalışacağız dedik. Bundan başka da bir iddiamız zaten yoktu.

23 sayının ardından kapanma kararı geldi...

Sarnıç, genç bir yazarın kitabının üç-dört yazıyla, röportajla tanıtıldığı, odak haline getirildiği tek yayındı. Bu anlamda mutlaka bir boşluğu dolduruyordu. Zaten dergiyi artık yayınlayamayacağımızı duyurduğumuz zaman çok fazla mesaj aldık. Ne kadar sevildiğini, takip edildiğini, değer verildiğini anladık. Böyle günlerde bu tür beğeniler, dilekler daha çok ifade ediliyor tabii ama Türkiye'de özellikle öykü ve öykü üzerine yazılmış yazıları takip edenler çok kısıtlı. Biz aslında o kısıtlı çevreye bile birtakım tanıtım ve dağıtım sorunları yüzünden ulaşamadık. Ama bu yanlış anlaşılmasın, benim hiçbir zaman okurlar bu dergiyi niye almadı gibi bir sitemim olmadı. Çünkü kimse hiçbir yayını almak zorunda değil. Özellikle dergicilik bir gönül meselesidir. Siz istediğiniz, heves ettiğiniz için yaparsınız. Yüzlerce dergi çıkar, okur bunların içerisinden kimisini alır, kimisini almaz, kimisini iki ayda bir alır... O nedenle böyle bir sitemimiz yok. Yalnız bu tür yayınlarda bunu kaldıracak, sürdürecek bir sermayeniz yoksa sadece hoş bir deney olarak kalıyor.

İki sayı önce derginin mizanpajını değiştirdiniz, bu kısacık sürede ne değişti?

Tabii orada bir hata yaptık. Aslında hep heveslerimize, hayallerimize yeniliyoruz. Orada şöyle bir hata yaptık; son tasarımımızı yapan arkadaşlarımız çok güzel bir çalışma koydular önümüze, biz de heves ettik ve geçtik ama devamını düşünemedik tabii. Çünkü bu boyuta ve tasarıma geçince derginin maliyeti iki katına çıktı. Dolayısıyla orada hatalı olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Ama bir de şu var, başından beri Sarnıç tek bir sayılık bile -diyelim bir sayı 10 lira, o kadar bile- kâra geçmedi. Yani en iyi dönemlerinde bile hep kendini kurtardı. Dolayısıyla her seferinde yelkene üfleyerek götürdük ve artık yorucu oldu. Derginin son dönemde maliyetinin artması bir yana aslında baştan beri üfleyerek götürdüğümüz bir şeydi. Buraya kadar nefesimiz yetti diyebilirim.

Okur tepkileri nasıl, neler söylüyorlar?

Çok şaşırtıcı; yüzlerce mail, telefon, yüzlerce destek isteği… Sadece okurlardan değil, yüzlerce insan ne yapabiliriz diye bizi aradı. Kimi yayınevleri madem bu son sayı hazır, beraber yayınlayalım diyenler oldu. O yüzden çok duygulandırıcı, çok hoş, çok nazik, incelikli mesajlar aldık. Devam da ediyor bunlar ama tabii bunlara teşekkür etmekten başka yapacak bir şeyimiz yok.

Son sayıda odakta kim vardı peki? Yayınlanmayacağına göre ne olacak?

Son sayıda İnan Çetin'in Kureyş'in Kurtları kitabı odaktaydı... Hatta ben de bu sayının talihsiz yazarlarından biriyim. Çünkü ilk kez bir odak kitap için yazı yazdım. Dolayısıyla yazımı yayınlayamadım. Öyle kaldı ama belki bu son sayının pdf'ini paylaşabiliriz.

‘OKUR, DERGİLERE YÖN VERMEYE BAŞLADI'

Peki Türkiye'deki dergi okurunun nasıl bir profili var? Okurun dergilerden beklentileri neler?

Özellikle sarnıç gibi dergilerin çok daha kapalı devre okuru vardır. Genel anlamda, dergiye göre değil de toptan bir bakışa gidersek, bence Türkiye'de aslında dergi okuru yok diye bir şey söyleyemeyiz. Özellikle zamanın, genç okurun ruhunu yakalayabilen dergiler çok iyi, çok dikkatli takip ediliyor ve çok okunuyor. Dolayısıyla, son on yıldan bu yana, edebiyat dergiciliği dahil, okurun hem görsel, hem içerik hem de dil bakımından tavrı, tarzı beklentisi ve okurun kendi dili çok değişti. Bir bakıma, aslında bu okurun, genç kuşağın hayat anlayışı, bu yeni dergileri doğurdu. Artık okur da biraz dergilere yön vermeye başladı diyebiliriz yani...

2 Temmuz 2015 Perşembe

Tiyatrolar açık havaya çıkıyor

Devlet Tiyatroları (DT) ve şehir tiyatroları sezonunu tamamlayıp tatile girdi. Sezonda yeterli izleyiciye ulaşamayan özel tiyatrolar ise sahnelerden inmedi. Çok sayıda tiyatro, yaz aylarında oyunlarını İstanbul, İzmir, Balıkesir, Aydın, Antalya ve Muğla'daki açık hava tiyatrolarında sahneleyecek.

Devlet Tiyatroları (DT) ve şehir tiyatroları sezonu tamamlayıp tatile girdi. Sezonda yeterli seyirciye ulaşamayan özel tiyatrolar ise sahneden inmedi. Onların yeni mekânları açık hava sahneleri. Çok sayıda özel tiyatro, yaz aylarında oyunlarını İstanbul, İzmir, Balıkesir, Aydın, Antalya ve Muğla'daki açık hava tiyatrolarında sahneleyecek. Bornova, Aliağa, Datça, Ören ve Alaçatı açık hava tiyatroları ile Ayvalık amfi tiyatroda yaz boyunca birçok oyun seyirciyle buluşacak.

Komik- Meşhur Dümbüllü-Nokta Tiyatrosu

Nilüfer Belediyesi'nin kurduğu ‘Tiyatro' tarafından sahnelenen Eşeğin Gölgesi, İstanbul'daki ENKA Eşref Denizhan Açık Hava Tiyatrosu'nda 27 Temmuz'da seyirci önüne çıkacak. Haldun Taner'in yazdığı oyunu Ali Düşenkalkar yönetiyor. İstanbul Jest Tiyatrosu tarafından sahnelenen Zoraki Damat ise İzmir, Muğla, Aydın ve Balıkesir'i dolaşacak. Ayşen Gruda'nın da oynadığı oyunda yeğenini evlendirmek isteyen bir hala ve her oyundan habersiz damat adayı Burhan'ın hikâyesi anlatılıyor.

Zoraki Damat-İstanbul Jest Tiyatrosu

İzmir Aliağa Açıkhava Tiyatrosu'nda yaz süresince birçok oyun izlenebilecek. Bunlardan biri Markopaşa Müzikali. Merhum Nejat Uygur'un uyarladığı Markopaşa Müzikali, Süheyl ve Behzat Uygur Tiyatrosu'nun oyuncuları tarafından sahneleniyor. Başka bir oyun, Nokta Tiyatrosu oyuncularının sahnelediği Komik-i Meşhur Dümbüllü. İsmail Hakkı Dümbüllü ve Hocası Kel Hasan'ı tanıtan bu oyun, geleneksel Türk tiyatrosunu hatırlatıp saygı duruşunda bulunuyor. Karagöz'ün yanı sıra meddah ve ortaoyunu da sahneleyen Tiyatro Tempo, Alanya Belediyesi'nin Ramazan etkinlikleri kapsamında açık havada kukla tiyatrosu yapıyor.

HALDUN DORMEN SAHNEDE

Moliere'in ölümsüz eseri ‘Kibarlık Budalası', ‘Aliağa'da Ramazan 2015' etkinlikleri kapsamında 14 Temmuz'da İzmir'de sahnelenecek. 15 Temmuz'da da Selçuk Efes Açıkhava Tiyatrosu'nda izlenebilecek. Türk tiyatrosunun büyük ustası Haldun Dormen'in yıllar sonra yeniden sahnelere döndüğü Kibarlık Budalası'nın uyarlamasını İpek Kadılar yaptı. Diğer bir oyun ise Ferhan Şensoy'un tek kişilik gösterisi Ferhangi Şeyler. Oyun, yaz turnesi kapsamında 5, 6 ve 7 Ağustos'ta yine İzmir'deki açık hava tiyatrolarında olacak.

İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı Şirince köyünde medrese mimarisiyle inşa edilen ‘Tiyatro Medresesi'ndeki yaz atölyeleri 24 Haziran'da başladı, 11 Eylül'e kadar devam edecek. Seyyar Sahne ekibi yönetmeni Celal Mordeniz ve oyuncu Erdem Şenocak medresede 15-28 Ağustos tarihleri arasında Hareket, Eylem ve Diyalog atölyesi yapacak. Medresedeki diğer atölyeler arasında ise ‘Shakespeare: Çeviride Kaybolanlar', ‘Mask Oyunculuğu ve Yapımı', ‘Ortak Sahne Metni Yazımı' bulunuyor.

Tiyatro Tempo-Kukla Tiyatrosu

Tiyatrolar açık havaya çıkıyor

Devlet Tiyatroları (DT) ve şehir tiyatroları sezonunu tamamlayıp tatile girdi. Sezonda yeterli izleyiciye ulaşamayan özel tiyatrolar ise sahnelerden inmedi. Çok sayıda tiyatro, yaz aylarında oyunlarını İstanbul, İzmir, Balıkesir, Aydın, Antalya ve Muğla'daki açık hava tiyatrolarında sahneleyecek.

Devlet Tiyatroları (DT) ve şehir tiyatroları sezonu tamamlayıp tatile girdi. Sezonda yeterli seyirciye ulaşamayan özel tiyatrolar ise sahneden inmedi. Onların yeni mekânları açık hava sahneleri. Çok sayıda özel tiyatro, yaz aylarında oyunlarını İstanbul, İzmir, Balıkesir, Aydın, Antalya ve Muğla'daki açık hava tiyatrolarında sahneleyecek. Bornova, Aliağa, Datça, Ören ve Alaçatı açık hava tiyatroları ile Ayvalık amfi tiyatroda yaz boyunca birçok oyun seyirciyle buluşacak.

Komik- Meşhur Dümbüllü-Nokta Tiyatrosu

Nilüfer Belediyesi'nin kurduğu ‘Tiyatro' tarafından sahnelenen Eşeğin Gölgesi, İstanbul'daki ENKA Eşref Denizhan Açık Hava Tiyatrosu'nda 27 Temmuz'da seyirci önüne çıkacak. Haldun Taner'in yazdığı oyunu Ali Düşenkalkar yönetiyor. İstanbul Jest Tiyatrosu tarafından sahnelenen Zoraki Damat ise İzmir, Muğla, Aydın ve Balıkesir'i dolaşacak. Ayşen Gruda'nın da oynadığı oyunda yeğenini evlendirmek isteyen bir hala ve her oyundan habersiz damat adayı Burhan'ın hikâyesi anlatılıyor.

Zoraki Damat-İstanbul Jest Tiyatrosu

İzmir Aliağa Açıkhava Tiyatrosu'nda yaz süresince birçok oyun izlenebilecek. Bunlardan biri Markopaşa Müzikali. Merhum Nejat Uygur'un uyarladığı Markopaşa Müzikali, Süheyl ve Behzat Uygur Tiyatrosu'nun oyuncuları tarafından sahneleniyor. Başka bir oyun, Nokta Tiyatrosu oyuncularının sahnelediği Komik-i Meşhur Dümbüllü. İsmail Hakkı Dümbüllü ve Hocası Kel Hasan'ı tanıtan bu oyun, geleneksel Türk tiyatrosunu hatırlatıp saygı duruşunda bulunuyor. Karagöz'ün yanı sıra meddah ve ortaoyunu da sahneleyen Tiyatro Tempo, Alanya Belediyesi'nin Ramazan etkinlikleri kapsamında açık havada kukla tiyatrosu yapıyor.

HALDUN DORMEN SAHNEDE

Moliere'in ölümsüz eseri ‘Kibarlık Budalası', ‘Aliağa'da Ramazan 2015' etkinlikleri kapsamında 14 Temmuz'da İzmir'de sahnelenecek. 15 Temmuz'da da Selçuk Efes Açıkhava Tiyatrosu'nda izlenebilecek. Türk tiyatrosunun büyük ustası Haldun Dormen'in yıllar sonra yeniden sahnelere döndüğü Kibarlık Budalası'nın uyarlamasını İpek Kadılar yaptı. Diğer bir oyun ise Ferhan Şensoy'un tek kişilik gösterisi Ferhangi Şeyler. Oyun, yaz turnesi kapsamında 5, 6 ve 7 Ağustos'ta yine İzmir'deki açık hava tiyatrolarında olacak.

İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı Şirince köyünde medrese mimarisiyle inşa edilen ‘Tiyatro Medresesi'ndeki yaz atölyeleri 24 Haziran'da başladı, 11 Eylül'e kadar devam edecek. Seyyar Sahne ekibi yönetmeni Celal Mordeniz ve oyuncu Erdem Şenocak medresede 15-28 Ağustos tarihleri arasında Hareket, Eylem ve Diyalog atölyesi yapacak. Medresedeki diğer atölyeler arasında ise ‘Shakespeare: Çeviride Kaybolanlar', ‘Mask Oyunculuğu ve Yapımı', ‘Ortak Sahne Metni Yazımı' bulunuyor.

Tiyatro Tempo-Kukla Tiyatrosu