29 Eylül 2014 Pazartesi

‘Minyatürde İran tehlikesi var!

Günümüzün önemli minyatür sanatçılarından Nilgün Gencer, sanatta 44. yılını doldurdu. 1970’te Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa Tıp Tarihi Kürsüsü Geleneksel Türk Sanatları Atölyesi’nde başlayan serüveni, şimdilerde Mim Sanat Akademisi’ndeki hocalığı ile devam ediyor.Gencer, Ünver’in rahle-i tedrisinden geçtikten sonra 1976’da Milli Eğitim Bakanlığı Türk Süsleme Sanatları bölümünden diploma aldı. Bugüne kadar 13 kişisel sergi açtı, 100’ün üzerinde karma sergiye katıldı. Eserleri Avrupa ve Amerika’da özel koleksiyonlarda bulunuyor. Özellikle 27 eserden oluşan Antalya’daki medeniyetleri anlattığı serisi ile hemen akabinde başladığı şehir minyatürleri pek çok sanatçıya ilham oldu, olmaya devam ediyor. Eserlerini ‘çağdaş minyatürler’ olarak tanımlayan Gencer’in, “Minyatürümüzde İran tehlikesi var.” tespiti, hem Osmanlı’dan miras kalan bu sanatın günümüzde geldiği noktayı, hem de yetişen sanatkârların durumunu göstermesi bakımından oldukça önemli. Mutlaka üzerinde düşünülmesi gerekiyor.Sergide, başta İstanbul, Edirne, Amasya, Ankara, Van, Diyarbakır, Amasya olmak üzere toplam 50 şehir ve medeniyet minyatürü yer alacak.Nilgün Gencer, eski İstanbullulardan. Laleli’de dünyaya geldi, 16 yaşına kadar ailesiyle birlikte burada yaşadı. Daha sonra Bakırköy Sayfiye Sokak’ta, şimdi apartman olan bahçeli evlerinde büyüdü. Yaşamını, eşi Savaş Gencer ile hâlâ o evde sürdürüyor. Gencer ile Ünver’in atölyesinde başlayan ve 8 Ekim’de Beyoğlu Sanat Galerisi’nde açılacak “44 Yıl & Türkiye Minyatürleri” sergisine uzanan sanat yolculuğunu konuştuk. Başta İstanbul, Edirne, Amasya, Ankara, Van, Diyarbakır, Amasya olmak üzere toplam 50 şehir ve medeniyet minyatürünün yer alacağı sergi 18 Ekim’de sona erecek.Minyatürle ilgilenmeye nasıl başladınız?Babam Süleyman Karabakal sayesinde. Süheyl Ünver ve babamın uzun yıllara dayanan dostlukları vardı. 1980’de vefat edene kadar matbaacılık yaptı kendisi. Cağaloğlu’nda İstanbul Valiliği’nin karşısında Nur Basım Evi ve hemen yanındaki sokakta Bakal Mücellithanesi bizimdi. Babam, Süheyl Hoca’nın müridi gibiydi. Onun bütün eserlerini titizlikle yayınladı, ayrıca ciltlerini yaptı. Ondan bahsederken “Matbaada yere düşen o küçücük kağıtları bile bize attırmaz, değerlendirir, mutlaka bir şeyler yazar, çizerdi.” derdi.Ne kadar hassas… Süheyl Ünver’in arşivciliğini bütün öğrencileri her fırsatta dile getiriyor. Evet, inanılmaz bir arşivciydi. Biliyorsunuz kendisi aynı zamanda dahiliye uzmanı. Bir köşke hasta bakmaya gidiyor. Orada bir desen görüyor. İşi bittikten sonra “Efendim izninizle, tıbbî görevimi yerine getirdim, şimdi bu deseni arşivlemek durumundayım.” diyerek desenin çizimini yapıyor. Saniyesini boş geçirmeyen, olağanüstü bir kişilik.Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa’daki atölyesine ilk ne zaman gittiniz? Resme ilgim olduğu için babam bir gün, “Bak seni bir yere götüreceğim, çok şaşıracaksın.” dedi. İlk onunla gittim. 1970 yılıydı. Kendisi iyi bir cilt ustasıydı, varaklı ciltlere altın yapıştırırdı, çok farklı bir yöntemi vardı. Bana da göstermişti. Hatta atölyede altın yapıştırma dersi işlenirken öğrenmeme yardım etmişti. Süheyl hoca “Baban iyi bir usta, ondan bu işi öğren.” demişti. Ben 19 yaşının havailiği ile söylediğinin ciddiyetini anlayamadım.Atölyeye girdiğinizde ne hissettiniz?Önce cazip gelmedi. Sonra fark ettim ki, bambaşka bir ortam. Fransız bir hanım yeşil çanağın içinde altın eziyor, sonra o altın minyatüre dönüşüyordu. Çok etkilemiştim. Beni minyatürle tanıştıran olaylardan biri budur. O kase yıllar sonra gelip beni buldu. O da ayrı bir hikayedir.Nasıl bir hikaye?2013 yılının kasım ayında Süheyl Ünver’in yeğeni, minyatür ve tezhip sanatçısı Ülker Erke, benim de şimdi hocalık yaptığım Ümraniye’deki Mim Sanat Akademisi’ne konferans için gelmişti. Kaseyi o zaman buraya hediye etti, daha doğrusu emanet etti. Minyatürle tanıştığım atölyeden bir parça ile yıllar sonra hocalık yaptığım akademide tekrar buluşmak manevi bir anlam taşıyor elbette. Süheyl Ünver atölyesinde beni etkileyen ikinci şey ise kültürümüze yabancıların gösterdiği ilgiydi.Ortamda dikkatinizi çeken ne oldu ki?Bir kere derslerde çok fazla yabancı vardı. Delegelerin, büyükelçilerin, profesörlerin eşleri… Atölyede her gün Almanca, İngilizce, Fransızca, Türkçe sanat tarihi dersi verilirdi. Uluslararası bir platform gibiydi orası. Ben zaten o kadar yabancıyı görünce kendimi kötü hissettim. Hiç ilgilenmediğim sanat dallarına yabancılar hayrandı. Çok utanmıştım. Bu olay gözlerimi açtı. Minyatür ve resim arasındaki ilişki de içimdeki sanat aşkını tetikledi.Süheyl Ünver nasıl bir hocaydı, onunla ilgili başka neler hatırlıyorsunuz?Atölyedeki camekanlı odasından çıkıp konuşmaya başlayınca herkes kalemini alır, not tutardı. Eğer bir kişinin not almadığını görse, ta ki o kişi eline kalem alıncaya kadar susardı. Büyülenmiş gibi dinlerdik kendisini. Her sözü altın değerindeydi bizim için. Yaşam felsefem olarak yıllarca hep bu sözleri benimsedim. Biri şöyledir: “Fırçanıza sahip çıkın, herkes sizi bıraksa da o bırakmaz.” Zengin bir dekoru vardı o atölyenin. Sistematik çalışırdık. Disiplinliydik. Herkes işini bilirdi. Ben mesela oradan mezun olduktan 20 yıl sonra özgün çalışmaya başladım.Neden?Minyatür sanatına saygımdan. Aslında özgün çalışma konusunda içimde çok şey vardı ama rastgele bir kompozisyon yapar da minyatüre zarar veririm, tarihe karşı yanlış yaparım diye çok korktum, cesaret edemedim.Artıları, eksileri ne oldu bu düşüncenizin?Bazıları Süheyl Hoca’yı yanlış tanıyor. Geleneksel çizgiden şaşmadığı, yeniliklere açık olmadığı söylenir. Bu doğru değil.Süheyl Hoca, son derece yeniliklere açıktı. Bunun bire bir tanığıyım. 1975 yılıydı. Bir gün bana ‘seninle bir yere gidiyoruz’ dedi, peşine düştüm. İstanbul Üniversitesi’nde Meliha Terzioğlu’nun odasına gittik. Hocam beni, “İşte portreyi yapacak kızımız.” diye tanıttı. Tabi benim elim ayağım titriyor. İstanbul Matematik Araştırmaları Enstitüsü’nün (1971) kurucusu Nazım Terzioğlu’nun portresini yapmamı istediler. Nazım bey, üniversitenin rektörlüğünü de yapmış önemli bir şahsiyet. Siyah beyaz bir fotoğrafını verdiler. Hocanın yönlendirmeleri doğrultusunda portreyi minyatür yorumuyla çalıştım. O portre hâlâ enstitüdedir. “Sanat taklitle öğrenilir ama taklitle ilerlemez.”, “Maziye dönülmez ama hız alınır.” gibi sözleri onun yeniliğe açık olduğunu gösterir. Ayrıca geleneksel sanatlar onun çabalarıyla günümüze taşındı.Hocanın öğrencileriyle birebir iletişimi nasıldı peki? Yanlış yapan öğrencisini asla incitmezdi. “Her yanlış bir nakıştır. O yanlışı düzeltirken doğrusunu öğreneceksin.” derdi. Özellikle röprodüksiyon derslerinde birebir çalışıldığı için hata yapılırdı. Çok tatlı bir üslubu vardı. O yanlışı hikaye anlatarak düzeltirdi: “Size bir mektup gelmiş, bu mektubu okumaya vaktiniz olmamış. Sonra da cebinize atmışsınız. Günün birinde cevap yazmanız gerekmiş. Ama hâlâ mektubu okumamışsınız. Şöyle başlıyorsunuz cümleye; sevgili arkadaşım gönderdiğin mektubu aldım. Sanıyorum iyisinizdir. Umarım çocuklar da iyidir... Hep varsayımlar üzerine kurulu cümleler...” Bu hikayeyi dinleyince anlardık ki, minyatürler geçmişten gelen mektuplardır. O mektupları iyi okursak gönderilen mesajı anlar ve minyatürü daha ileri taşırız.Tamamen minyatüre geçişiniz nasıl gelişti? Tabi ki atölyede, belli bir süreçten geçiyor, tezhip eğitimi alıyorsunuz. Süheyl Hoca resim yeteneğimi keşfedince minyatüre geçişimi hızlandırmak için bana 1950’li yılların gazetelerinden kestiği resimlerle mimik çalıştırdı. Tezhipte aynı çiçeği yüz kere tekrarlamak bana cazip gelmiyordu. İkinci çiçeği başka yapmalıyım, üçüncüsü daha başka olmalı. İçimdeki dürtü tekrar yapmaya mani oluyordu.Kaç yıl orada ders aldınız?Sekiz sene. 1978’de atölyeden mezun oldum. O dönemin diğer hocaları Azade Akar, Melek Antel’den de feyz aldım. Cahide Keskiner’in de öğrencisi oldum. 1989’da Cerrahpaşa’ya geri döndüm.O zamana kadar ne yaptınız, neredeydiniz? Çalışmalarıma evde devam ettim. 1977’de evlendim zaten. Kızım oldu. 1980’de ise önce babamı, beş ay sonra da annemi kaybettim. Benim için zor bir süreçti. Minyatüre ara vermek zorunda kaldım. Daha sonra özel galerilerde ders verdim. Moda ve tekstil alanında çalışmalarım oldu.Bu çalışmalarınız pek bilinmiyor. Hatta hiç bilinmiyor. Biraz bahsedebilir misiniz? Bir modaevi tarafından 1976 yılında Hilton Oteli’nde uluslararası moda festivali düzenlendi. İpek, deri ve güderi üzerine geleneksel Türk motifleriyle kombinasyonlar hazırladım. Çok beğenildi bunlar. Sonra uluslararası moda festivallerine, ihracat fuarlarına katıldım. Londra, Paris, Milano… O zamanlar Türkiye’de ilk defa böyle şeyler yapılıyordu. 1976’da kumaş boyası yoktu ülkemizde. Hiç unutmuyorum, babamın matbaasında bir genç vardı. Bana öyle güzel, metalik renkler hazırlamıştı ki, o renklere hâlâ hayranım. Güderi üzerine sürdüğünüz zaman rüya gibi desenler ortaya çıkardı.Cerrahpaşa’ya neden tekrar dönmek istediniz?Artık ben de başkalarına faydalı olayım diye. Çok değerli hocam Ülker Erke ile o zaman tanıştım. Ülker Hoca’dan özgün olma konusunda büyük destek aldım, beni cesaretlendirdi. Fakat sekiz ay sonra eşimin işi nedeniyle Antalya’ya göç etmek durumunda kaldık. Tabi ki iki gözüm iki çeşme. Hocam beni teselli etmek için “Ne ağlıyorsun, al sana konu. Antalya’yı çalış.” dedi. Bu sözü beni çok etkiledi.Ve belgesel niteliğindeki medeniyet ve şehir minyatürleri serinize başlamış oldunuz…Evet, Yaşayan Medeniyetler serisini orada yaptım. Antalya’da 27 antik kent vardır. Paleolitik çağdan başlar, Hellenistik, Likya, Pers diye devam eder. Bütün kalıntılar önünüzdedir. Şehirde iz bırakan tüm uygarlıkların peşine düştüm, araştırdım, okudum.Şehrin kendisi zaten doğal müze...Olağanüstü bir ortam. Tarihi, görselliği, her şeyi ile müthiş bir atmosfer. 1989’da doğa o kadar tahrip edilmemişti, otel zincirleri sonradan çoğaldı. Portakal bahçelerinin arasında binbir çiçekle karşılaşırdınız. Doğa size bütün kopyaları veriyordu.İlk önce hangi medeniyeti çalıştınız?Perge antik kentini. Likya, Phaselis, Olympos ve Kleopatra, Aspendos ve Belkıs, Side, Arikanda ile devam ettim. Selçuklu döneminden Yivli Minare, paleolitik çağdan Karain Mağarası... Bu mağaranın günümüzdeki halini de Kaybolan Cennet Taşa Dönüş adıyla çizdim. Ayrıca Antalya folklorunu anlatan kıyafetler, Ulupınar yöresinin doğal güzellikleri, hangi antik kentin nerede olduğunu gösteren genel Antalya minyatürü,Tahtalı Dağı ve Üç Adaları da çalıştım. Antalya’nın çiçeği, böceği bu hikayelerde/minyatürlerde zaten var. Ben rasgele bir şey yapmaktansa kalıcı eser vermek, kültürümüzü minyatür diliyle anlatmak istedim. Okumayı sevmeyen bir toplumuz. En azından küçücük karede birçok şey anlatılabilir. Minyatürü güçlü kılan yönü de bu. Benim minyatürlerimde her kareyi büyüttüğünüzde bir tablo ile karşılaşırsınız. Estetik dengeyi kurduktan sonra minyatürde sınırlarınız genişliyor.Antalya’da hangi ilçeye yerleşmiştiniz? Eşim Tekirova'daki Phaselis Princess Oteli’ne müdür olarak atanmıştı. Medeniyet minyatürlerini çalışırken otelin sanat yönetmenliği teklif edildi. Yabancı konuklara haftada 16 saat ders vermeye başladım. “15 günde neler yapabilirsiniz?” diye programlar hazırladım, lobide mini sergiler düzenledim. Bu dersler o kadar ilgi gördü ki, otele giren konuklar hemen derse yazılıyordu. Almanya’dan, Avusturya’dan öğrencilerim oldu. Oralarda daha çok tanındım. Otelden ayrılan, bir yıl geçmeden tekrar gelirdi. Eşimden öğrendiğim Almanca ile bir anlamda kültür elçiliği yaptım. 1991’de Antalya’dan İstanbul’a geri döndük.Yaşayan Medeniyetler serisi sergilendi mi, şimdi neredeler?Antalya’da Galeri Ansan'da, İstanbul’da Basın Müzesi'nde ve Cerrahpaşa Temel Bilimler Binası’nda sergilendi. Üç tanesi de kayboldu. 1992'deDevlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin yarışmasına katılmıştım, üç eserim bana iade edilmedi. Satılmasını istemediğimi söylediğim halde satıldı dediler, parası da ödenmedi. Sonra kayboldu dediler, nihayetinde yabancı bir devlet büyüğüne hediye edildiğini duydum. Eserlerin peşine düştüm, davalar açıldı ama daha fazla uğraşamadım… Yakın zamanda ise başka bir dava kazandım.Ne davası?1991’de Basın Müzesi’nde Yaşayan Medeniyetler sergisi açtığımda Samsun Çarşambalı yazar Turgut Çeviker, eserlerimi görünce bana bir teklifte bulundu. Çarşamba’nın kent yıllığını hazırladığını, şehirle adı bütünleşen Çarşamba’yı Sel Aldı türküsünün hikayesini derlediğini ve kitapta buna yer vereceğini söyledi. Benden de türkünün minyatürünü yapmamı istedi. Kabul ettim. 14x20 ebatında üç parça halinde minyatürü teslim ettim. Kitap, 1992’de İris Yayınları tarafından 1500 adet basılarak yayınlandı. Fakat belediye, 2000’li yılların ortalarında, Yeşilırmak Köprüsü’nün doğu duvarına üç minyatürümün rölyefini yaptırmış. Yanına da hikayeyi koymuşlar. Eserime teveccüh gösterilmesi güzel bir şey. Fakat ne benden, ne de Turgut Bey’den izin alındı. İzin alınmadığı gibi rölyefi yapan akademisyen imzasını atmış esere. 2008’de Çeviker ile birlikte dava açtık. Altı yıl sürdü dava ve Nisan 2014’te sonuçlandı. Bana 10 bin TL, Çeviker’e de 5 bin TL ödendi.Emeğiniz boşa gitmemiş…Aaa evet, yıllar sonra… (Gülüşmeler). Parayla pulla hiç işim olmadı bugüne kadar. Çevremdekiler bilir ki eserlerimi satamam. 2013 Nisan’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda geleneksel sanatlarla, modern sanatları bir araya All Arts İstanbul Klasik ve Modern Sanat Fuarı düzenlendi. İlk kez yapılıyordu. Ben de katıldım bu fuara ve şehir minyatürlerimin bir kısmını orada sergiledim. Ünlü bir siyasetçinin eşi, İstanbul minyatürümü çok beğendi, almak istedi. Satmak istemediğim için oldukça yüksek bir rakam söyledim: 400 bin TL. Ona rağmen üç gün boyunca geldi, gitti. Fuar zaten beş gündü. Her gelişinde beni çarpıntı tuttu. En sonunda, “Ben kızımı evlendirdim, başkasına verdim, minyatürümü kimseye veremem.” dedim. ‘2,5 yıl sürdü bunu yapmam, kızımı 9 ayda doğurdum’ diye aramızda espri bile yaptık.Parası cazip gelmiyor mu?Ben eşinin maaşıyla geçinen biriyim. İşin parasında değilim. Gerçekten çarpıntı tuttu, ‘ya verirsem, giderse bu resim’ diye. Ne yapayım böyle kötü bir uyum var!Bugüne kadar yaptığınız bütün eserler aile koleksiyonunuzda mı peki?Antalya konulu eserler gitti tabi. Mesela sadece para ya da onlardan ayrılamamam değil. Ben belgesel nitelikli minyatürler çalışıyorum. Düşünün, 40 şehrin minyatürü 25 yılımı aldı. ‘Şunu da ilave edeyim, bunu da’ derken işim uzuyor, parçaları bozamıyorum. Seri tamamlanmadığı, ben de misyonumu yerime getirmediğim için eserlerimi satamıyorum. Çünkü onlar kültür hizmeti olarak geleceğe kalacak. Minyatürlerim benden sonraki kuşaklara gönül borcumdur.Şehir minyatürlerine ne zaman, nasıl başladınız?Antalya’dayken başlamıştım, İstanbul’a döndükten sonra devam ettim. İlk önce Diyarbakır’ı çalıştım. Biliyorsunuz 90’lı yıllar, terörün en yoğun yaşandığı zamanlardı. Böyle bir dönemde şehir minyatürlerine oradan başlamamı ilahi bir lütuf olarak görüyorum. Terörle anılan bu bölgeler, aslında ileri uygarlıkların yaşadığı yerler. Diyarbakır’da onuncu yüzyılda 140 bin kitap resimlenmiş, ciltlenmiş. Zengin bir kültür ve ticaret merkezi. Aşağı yukarı o bölgedeki bütün illeri çalıştım, 3-4 tanesi eksik. Kültürün bu kadar ilerlemiş olduğu bir bölgede hâlâ terör yaşanması çok yazık.Doğu ve Güneydoğu’dan sonra ne yaptınız?İstanbul’a ve diğer büyük şehirlere geçtim. Türkiye’nin her yerinden şehirleri çalışmaya devam ediyorum. 81 ili 2015 sonuna kadar tamamlayacağım. Diğer şehirleri öğrenci ekibimle bitirmeyi planlıyorum. Aslında bu çalışma şekline karşıydım, etik bulmuyordum. Baştan sona eserde kendi fırçamın izi olmalı diye düşünürdüm. Fakat tarihe baktığınızda Nakkaş Osman da bunu yapmış. Başka türlü seriyi bitirmem mümkün değil. Tabi her şey yine benim kontrolümde olacak.Çalışma disiplininiz nasıl?Kafamı hiç kaldırmadan günde 11 saat çalışırım. Adeta transa geçerim. Kaç saatte, ne kadar iş ortaya çıkardığımı mutlaka hesaplarım. Kimi eser iki yıl sürüyor. Türkiye minyatürümün altına “Sekiz mevsim, bir resim.” diye not düştüm. Çünkü kafamı kaldırdığımda bahar geçmiş, kış olmuştu. Öyle bir tutku minyatür…Mesela her şehrin bir rengi vardır. Onu mutlaka bulmam lazım. Ankara’yı çalışırken çok zorlandım. Ankara’nın rengi neydi ilk başta çözemedim. Lacivert olduğunu keşfedince şehri gece anlattım.‘Her şehrin bir rengi vardır’… İlginç olduğu kadar, ne güzel bir ifade…Minyatüre başlamadan, hatta eskizini çizmeden önce o şehirle ilgili ciddi bir araştırma süreci yaşıyorum. Bazılarını ziyarete gidiyorum. Zaman tüneli gibi bir tünelden başka bir tünele geçiyorum. Toprağın altını üstünü getiriyorum. Hangi madenin çıkarıldığına varıncaya dek, her şeyi öğreniyorum. Eskizleri tamamladığımda ise artık o ilde rüzgarın nereden estiğini, güneşin nereden doğduğunu ezberliyorum. Her eserin bir kimlik dosyası oluşuyor yani. Minyatürü yaparken de aynı anda arkeolog, duvar ustası, ressam, mimar, matematikçi oluyorsunuz. Bir de güncel çalışırım.Nasıl yani? Minyatür öyle bir sanat ki, geçmiş ile günümüzü bir arada anlatabilirsiniz. Olayların tarihsel seyri birbirine uzak olsa da hikayeyi belli bir disiplin içinde kurgulayabilirsiniz. Sanatçı zaten yaşadığı dönemi resmeder. Mesela İstanbul minyatürünü çalışırken Avrasya Feribotu’nun kaçırılması gündemdeydi (1996). Hatta gazeteci Uğur Dündar feribotun içine helikopterle inmişti. Gelişmeleri günlerce televizyondan takip etmiştik. Herkes gibi ben de çok etkilenmiştim bu olaydan. Dolayısıyla İstanbul minyatürüme bu feribotu yerleştirdim. Türkiye’de yapılan ilk arama kurtarma gemisi Amfibi’nin açılış töreninde de Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan vardı. O sırada Türkiye’yi yapıyordum. O gemi de haritamdaki yerini aldı.O zaman çalışmalarınızı modern minyatür olarak mı değerlendirmeliyiz? Çağdaş minyatürlerdir. Mesela İstanbul ile ilgili iki çalışmam var. Birincisinde Osmanlı dönemini anlattım. Boğaz Köprüsü’nün yerinde Fatih Sultan Mehmet ve atını görürsünüz. İkincisinin teması dünya başkenti İstanbul’dur. İstanbul’un simgelerinden biri lale olduğu için Boğaz’ın girişini lale formunda yaptım. Mimari dokular işin diğer boyutu. Kısa bir süre önce tamamladığım, sınır şehrimiz Hatay minyatürüne ise Suriye’yi ekledim. Hemen yanı başımızda yaşanan ve ülkemizi çok etkileyen bu savaşı görmezden gelemezdim.Sanatçı gözüyle baktığınızda İstanbul’u şimdi nasıl görüyorsunuz?İstanbul siluetini en iyi izleyebildiğiniz yerlerden biri, Bakırköy-Kadıköy deniz otobüsü hattıdır. Mim Sanat’a bu yoldan ulaşıyorum. Muhteşem bir İstanbul manzarası var, fakat arka fonda yükselen gökdelenler bana neyi ifade ediyor biliyor musunuz? İstanbul ölmüş, o gökdelenler de mezar taşı. Ve hızla çoğalıyor bu taşlar. Düşündükçe çok üzülüyorum.Bursa, Konya, Eskişehir… Sizin fırçanızda nasıl şekillendi?Bursa’nın karakteristik mimarisini resmettim. Kayak merkezi olmasını vurguladım. Konya’da günümüzde bulunmayan Selçuklu dönemi eseri Kubadabad Sarayı’nı, tarihi kalıntılardan birleştirerek aslına uygun canlandırdım. Alaeddin Keykubat, Hz. Mevlana’ya bugün türbesinin bulunduğu gül bahçesini tahsis etmiş. Onu anlatırken etrafını güllerle çevreledim. Mevlana’nın bilmek, bulmak, olmak ya da hamdım, piştim yandım diye aşina olduğumuz üç nokta felsefesini üç semazenle simgeleştirdim. Eskişehir’de bir bürokratın, isterse neler yapabileceğini gösterdim. Türkiye haritası minyatüründe ise her şehrin öne çıkan özelliği var.‘Türkiye ve şehir minyatürleri’ sergileri bir-iki yıldır arttı. Sanırım genç sanatçılara ilham kaynağı oldunuz.Evet doğru söylüyorsunuz, benim projemden sonra minyatürde Türkiye serileri başlatıldı. Birdenbire herkesin milli duyguları şahlandı. Tabi ki çevremizde herkes yıllardır şehir minyatürleri çalıştığımı bilir. Sanatçı olarak gençlere öncülük etmek elbette onurlandırıcı. Ama düşündüren konular da var. Ben 25 yılda 40 şehrin minyatürünü ancak tamamlayabildim. Şimdi bakıyorum, 81 il sergileri açılıyor. Kültürümüz söz konusu olduğunda daha titiz düşünmek ve çalışmak durumundayız. Fikir jimnastiği konusunda gerideyiz. Kopyala yapıştır mantığı hakim. “Sanat taklit yaparak öğrenilir, ama taklitle ilerlemez.” sözü Süheyl Hoca’dan bana armağandır, ben de yeni sanatkârlara hediye ediyorum.Bugüne kadar yaptığınız eser sayısı hatırınızda mı?Yaklaşık 200 civarında. Almanya’da ve Amerika’da özel koleksiyonlarda olanlar var. Antalya’dayken Lufthansa Hava Yolları’nın genel müdürü eşiyle birlikte gelmişti. Meşhur bir koleksiyoner olduğunu sonradan öğrendim. Amerika’da adımı duymuş, eser almak istedi ama satmıyorum dedim. Fakat benim için geldiğini öğrenince özel bir çalışma yapıp hediye ettim.Anka Kuşu minyatürünüz çok etkileyici. Hayatınızı derinden sarsan bir çalışma olduğu hissediliyor. Beş altı sene önce beynimden ciddi bir rahatsızlık geçirdim. Damar tıkanıklığı varmış, etrafımdaki her şey dönüyordu, çift görüyordum, yürüyemiyordum, bitmek bilmeyen mide bulantıları… Hafızam gidip geliyordu. Bakırköy’den dışarı çıkamaz hale gelmiştim. İyileştikten sonra küllerimden yeniden doğmuş gibi Anka Kuşu’nu yaptım. Tekrar hayata dönüşümü simgeliyor o çalışma. Arada farklı konularla da ilgilendim. Antalya’da yaşadığım dönemde su uzmanı olmuştum. Bu nedenle şelale minyatürlerim de vardır.Batı ya da resim sanatı sizi etkiledi mi?Batıdan çok, Doğu kültüründen etkilendiğimi söylemeliyim. Batı taş devrini yaşarken Doğu yazı çağına geçmişti bile. Tam tersine Batılı sanatçıların bizden etkilendiğini düşünüyorum. Rafaello’nun, Van Gogh’un minyatür kökenli çalışmaları var.Peki minyatürün günümüzdeki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Şu an minyatürde İran tehlikesi var. Herkes, son yılların en büyük minyatür üstadı olarak tanımlanan Mahmud Fersçiyan’ı (1930, İsfahan) taklit ediyor. Onun fantastik tarzının peşine takılmış gidiyor. Oysa Osmanlı minyatürünün özelliği sadeliktir, belgesel niteliğindedir. Osmanlı tarihi, kültürü tanınmadan İran kopya ediliyor. İran’a özenti, sanatımızı geriletiyor, minyatürümüzü dejenere ediyor.İran’ın bu kadar öne çıkmasının sebebi nedir?Birkaç nedeni var. Bizde Cumhuriyetle birlikte minyatürde kopuş yaşanıyor. İran’da müthiş bir fırça ilerlemesi söz konusu, yeteneği olan öne çıkıyor. Fersçiyan, Mehrengi bu isimler arasında. Ekol oluşturmuşlar. Fersçiyan doğaüstü bir yetenek, eserleri hakikaten müthiş, altyapısı sağlam. Humeyni döneminde oğlu öldürülünce Amerika’ya gidiyor. Sonra popüler oluyor. Ünlü müzelerde eserleri bulunuyor. Dikkat edin, her yerde İran eskizlerinin satıldığını görürsünüz, ayrıca bolca kitapları basılıyor. Minyatürü yeni öğrenenler, altyapı oluşturmadan o kitaplara bakarak İran’ın boyama tarzını taklit ediyor. Kitapların çoğalması iyi ama her şey kontrolsüzce kopyalanıyor. Eskiden derleme de bir disiplin içinde olurdu, iş derlemeden de çıktı. Oradan buradan bir şeyler alınarak yola devam ediliyor.Peki neden böyle?Biz tarihimizi ve minyatürümüzü tanıtamadığımız, sahip çıkamadığımız için minyatür İranlılara mal olmuş. Bir de minyatüre ait kaynaklar Arapça ve Farsça. Dolayısıyla Türk sanatçılar da İranlı zannedilmiş, hatta yabancı tarihçilerin bu konuda yanlı davrandığını düşünüyorum. Süheyl Hoca’ya kadar kaynaklarımıza sahip çıkamamışız. Hocanın en büyük sıkıntısı buydu.İki yıldır Mim Sanat Akademisi’nde ders veriyorsunuz. Bu süreç nasıl gelişti?Akademinin sahibi, mimar ve minyatür sanatçısı Fatma Kesgün ile 2008’de Deniz Müzesi’ndeki sergimde tanıştık ve gönül bağımız oluştu. Manevi şeyler benim için önemlidir. Minyatür sanatçımız Nusret Çolpan dönem arkadaşımdı, benden iki yıl sonra Süheyl Ünver Atölyesi’ne geldi. O zamanlar daha lise öğrencisiydi. Onun yeteneği hepimizi etkilemişti. Bir derse geldiğinde kaşık içine çalıştığı Boğaz Köprüsü’nün minyatürünü getirmişti. Daha köprünün temelleri bile atılmamıştı. Fatma, ‘Nusret Çolpan’dan ders aldım’ deyince –yeni vefat etmişti- birbirimize sarıldık, o ağlıyor, ben ağlıyorum. Öylece kenetlendik. Nusret’in onu bana emanet ettiğini hissettim. Fatma benim huyumu, suyumu, yaşamımı değiştirdi, ablalık duygularımı harekete geçirdi. Çarşamba ve perşembe günleri oradayım. Belli bir birikimim de var, onları aktarmak istiyorsunuz. Çok yanlışlar yapılıyor. Daha fazla kabuğumda durmayayım dedim. Süheyl Hoca’nın dediği gibi “Biz sonu belli olan senaryonun oyuncularıyız.”Şimdiki hoca-öğrenci ilişkisi hakkında fikriniz nedir?Tüm sanatlar gibi minyatür de hobi olarak yapılacak bir sanat değil. Gönül vermeniz lazım. Birlikte yol alacaksak eğer, öğrencimin beni hak etmesini isterim. Çünkü ben bütün yüreğimi, birikimlerimi ortaya koyuyorum, öğrencimi de kısa zamanda bu sanata kazandırarak zirveye taşımayı hedefliyorum. Onunla bütünleşiyorum, bir anda en yakınım oluyor, hatta onun menajerliğini üstleniyorum. Çiçek, böcek yapalım, güzel vakit geçirelim gibi bir tavrım bugüne kadar olmadı. Süheyl Ünver ekolünü devam ettiriyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder