30 Eylül 2014 Salı

Çevirmenlerden anadilini serbestçe kullanma çağrısı

Bugün Dünya Çeviri Günü. Uluslararası Çevirmenler Federasyonu'nun öncülüğünde senelerdir kutlanan bu günün 2014 teması 'Dil Hakları: Tüm İnsan Haklarının Olmazsa Olmazı'. İnsanların onurlu bir hayat sürmesi için anadilini serbestçe kullanmaya ve seçmeye vurgu yapan tema, herkesi bunun farkındalığına davet ediyor.Edebiyat çevirisinin ülkemizde çok da önemsendiğini söylemek doğru olmaz. Türkçenin özensiz kullanıldığı çevirileri bir kenara bırakırsak, bu çeviri eylemi Alberto Manguel'in deyişiyle, ‘basit bir saf değiş-tokuş' olarak değerlendirilemez. Kültürün vazgeçilmez bir dinamiği olan çeviri, Tomris Uyar'ın tespitiyle "Türkiye edebiyatına her zaman taze bir kan, yeni bir soluk getirmiş, öz yapıtları etkilemiş, dilin olanaklarını genişletmiş. Kapalı odanın panjurlarını şöyle bir itip gün ışığını salmış içeri." Fakat çeviri edebiyatla beslenen ülkelerin başında gelen Türkiye'de çevirmenlik mesleği, karşılığı pek alın­amayan ve az kazanç getiren zorlu bir iş. Edebiyatın bu görünmez kahramanları çoğu zaman yok sayılır. 1953'te kurulan Uluslararası Çevirmenler Federasyonu, çevirmene hak ettiği itibarı vermek ve buna dikkat çekmek için 1991'den bu yana 30 Eylül'ü Dünya Çeviri Günü olarak kutluyor. Her yıl belli bir tema belirleyen federasyonun bu yılki teması ‘Dil Hakları: Tüm İnsan Haklarının Olmazsa Olmazı'. İnsanların onurlu bir hayat sürmesi için anadilini serbestçe kullanmaya ve seçmeye vurgu yapan bu seneki tema herkesi bunun farkındalığına davet ederken, dilin sadece bir iletişim aracından öte bir kimlik olduğu vurgusu yapıyor. Tam da bu günde, Fethullah Gülen'in geçtiğimiz yıl Erbil'de Kürtçe yayımlanan Rudaw Gazetesi'ne verdiği söyleşide dile getirdiği şu sözleri hatırlatmakta yarar var: "Anadilde eğitimin ilke planında kabul edilmesi devletin vatandaşlarına karşı adil olmasının gereğidir. (...) Kürt veya Türk olmak elimizde ve bizim tercihimize bağlı değilken, anadil olarak Türkçe veya Kürtçeye sahip bulunmak elimizde, tercihimiz ve irademiz dahilinde gerçekleşmemişken, Türk veya Kürt olmayı, Türkçe veya Kürtçe konuşuyor olmayı bir ayrım sebebi yapmak, garabetten ve hepimizin zararına olmaktan başka ne manâya gelir?"ÇEVİRMENLERİN EMEĞİ ÇALINMAMALIMarquez'den alıntılarsak, çevirmenlerin "Entelektüeliteden çok, sezgileri güçlü"dür ve yayıncıların "yaptıkları işin karşılığında onlara ödediği kesinlik­le çok yetersiz ancak edebi bir eser ortaya çıkardıklarını da gör­müyorlar.” Usta romancının seneler öncesinden belirlediği bu açmazdan çok da kurtulabilmiş değiliz. Dünya Çeviri Günü'nde çevirmen, yazar Sabri Gürses'in geçtiğimiz yıl yaptığı çağrı hâlâ tazeliğini koruyor: "İşverenler çevirmenlere hak ettiği saygıyı ve ücreti vermeli. Sağlık sigortası ödeme zorunluluğuyla karşı karşıya kalan serbest çevirmenler, kendilerini başka işletmelerde çalışıyormuş gibi gösterip sigortalı olmak gibi yollara başvurma mecburiyetinden kurtarılmalı: Serbest çevirmenden hizmet alan işletme, hizmet süresince onun sağlık sigortasını ödemeli. Çevirmenler standart, asgarisi belirli olan, keyfi olarak değiştirilmeyen çalışma koşullarında çalışmalı. Çevirmenlerin emeği çalınmamalı–bir başkasının, örneğin Dostoyevski çevirisini çalıp başka isimle yayınlayan sahtekârlar için, çeviri intihalcileri için ağır cezalar getirilmeli; bunu yaparak çevirmenlik mesleğini lekeleyenlerin kamuya ilan edilmesi serbest olmalı."ONLAR ÇEVİRMEZSE DÜNYA DÖNMEZYayınevleri bir taraftan çevirmen bulamamaktan şikâyet ederken, öte taraftan çevirmenin haklarını maalesef görmezden gelebiliyor. Hele çeviri piyasasında yeniyseniz işiniz daha da zor. Ülkemizde sadece çeviri yaparak geçinmenin zorluğu ister istemez kötü çevirilerin piyasada cirit atmasına sebebiyet verirken, okurun da payına düşenler yok değil. Zira çeviri kitaplara olan ilginin azlığı, yayınevlerinin baskı sayısını gitgide azaltmasına neden oluyor. Geciken ödemeler, yerine getirilmeyen sözleşmeler de bu zorlu çevirmenlik mesleğinin can sıkıcı taraflarından. Kültür Bakanlığı'nın çevirmenlerin sorunlarına ciddi eğilmeyişi ise bir başka önemli sorun olarak listenin başında.Pablo Neruda, “Cortazar'ın hiçbir yapıtını okumamış olmak, ömür boyu şeftali yememiş olmak gibi bir şeydir, o kadar kötüdür.” der. İnsanın merak duygusunu kamçılayan bu kışkırtıcı cümle karşısında Cortazar'ı okumamak elbette imkânsızdır. Bu zorluğu aşarak başka dildeki metinleri önümüze getiren iyi çevirmenlere Dünya Çeviri Günü'nde anmak ve onlara çok şey borçlu olduğumuzu hatırlatmak gerekir. Geçtiğimiz yıllarda düzenlenen Dünya Çeviri Günü'nde söylediklerinden hareketle söylersek, “onlar çevirmezse dünya dönmez”!

29 Eylül 2014 Pazartesi

‘Minyatürde İran tehlikesi var!

Günümüzün önemli minyatür sanatçılarından Nilgün Gencer, sanatta 44. yılını doldurdu. 1970’te Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa Tıp Tarihi Kürsüsü Geleneksel Türk Sanatları Atölyesi’nde başlayan serüveni, şimdilerde Mim Sanat Akademisi’ndeki hocalığı ile devam ediyor.Gencer, Ünver’in rahle-i tedrisinden geçtikten sonra 1976’da Milli Eğitim Bakanlığı Türk Süsleme Sanatları bölümünden diploma aldı. Bugüne kadar 13 kişisel sergi açtı, 100’ün üzerinde karma sergiye katıldı. Eserleri Avrupa ve Amerika’da özel koleksiyonlarda bulunuyor. Özellikle 27 eserden oluşan Antalya’daki medeniyetleri anlattığı serisi ile hemen akabinde başladığı şehir minyatürleri pek çok sanatçıya ilham oldu, olmaya devam ediyor. Eserlerini ‘çağdaş minyatürler’ olarak tanımlayan Gencer’in, “Minyatürümüzde İran tehlikesi var.” tespiti, hem Osmanlı’dan miras kalan bu sanatın günümüzde geldiği noktayı, hem de yetişen sanatkârların durumunu göstermesi bakımından oldukça önemli. Mutlaka üzerinde düşünülmesi gerekiyor.Sergide, başta İstanbul, Edirne, Amasya, Ankara, Van, Diyarbakır, Amasya olmak üzere toplam 50 şehir ve medeniyet minyatürü yer alacak.Nilgün Gencer, eski İstanbullulardan. Laleli’de dünyaya geldi, 16 yaşına kadar ailesiyle birlikte burada yaşadı. Daha sonra Bakırköy Sayfiye Sokak’ta, şimdi apartman olan bahçeli evlerinde büyüdü. Yaşamını, eşi Savaş Gencer ile hâlâ o evde sürdürüyor. Gencer ile Ünver’in atölyesinde başlayan ve 8 Ekim’de Beyoğlu Sanat Galerisi’nde açılacak “44 Yıl & Türkiye Minyatürleri” sergisine uzanan sanat yolculuğunu konuştuk. Başta İstanbul, Edirne, Amasya, Ankara, Van, Diyarbakır, Amasya olmak üzere toplam 50 şehir ve medeniyet minyatürünün yer alacağı sergi 18 Ekim’de sona erecek.Minyatürle ilgilenmeye nasıl başladınız?Babam Süleyman Karabakal sayesinde. Süheyl Ünver ve babamın uzun yıllara dayanan dostlukları vardı. 1980’de vefat edene kadar matbaacılık yaptı kendisi. Cağaloğlu’nda İstanbul Valiliği’nin karşısında Nur Basım Evi ve hemen yanındaki sokakta Bakal Mücellithanesi bizimdi. Babam, Süheyl Hoca’nın müridi gibiydi. Onun bütün eserlerini titizlikle yayınladı, ayrıca ciltlerini yaptı. Ondan bahsederken “Matbaada yere düşen o küçücük kağıtları bile bize attırmaz, değerlendirir, mutlaka bir şeyler yazar, çizerdi.” derdi.Ne kadar hassas… Süheyl Ünver’in arşivciliğini bütün öğrencileri her fırsatta dile getiriyor. Evet, inanılmaz bir arşivciydi. Biliyorsunuz kendisi aynı zamanda dahiliye uzmanı. Bir köşke hasta bakmaya gidiyor. Orada bir desen görüyor. İşi bittikten sonra “Efendim izninizle, tıbbî görevimi yerine getirdim, şimdi bu deseni arşivlemek durumundayım.” diyerek desenin çizimini yapıyor. Saniyesini boş geçirmeyen, olağanüstü bir kişilik.Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa’daki atölyesine ilk ne zaman gittiniz? Resme ilgim olduğu için babam bir gün, “Bak seni bir yere götüreceğim, çok şaşıracaksın.” dedi. İlk onunla gittim. 1970 yılıydı. Kendisi iyi bir cilt ustasıydı, varaklı ciltlere altın yapıştırırdı, çok farklı bir yöntemi vardı. Bana da göstermişti. Hatta atölyede altın yapıştırma dersi işlenirken öğrenmeme yardım etmişti. Süheyl hoca “Baban iyi bir usta, ondan bu işi öğren.” demişti. Ben 19 yaşının havailiği ile söylediğinin ciddiyetini anlayamadım.Atölyeye girdiğinizde ne hissettiniz?Önce cazip gelmedi. Sonra fark ettim ki, bambaşka bir ortam. Fransız bir hanım yeşil çanağın içinde altın eziyor, sonra o altın minyatüre dönüşüyordu. Çok etkilemiştim. Beni minyatürle tanıştıran olaylardan biri budur. O kase yıllar sonra gelip beni buldu. O da ayrı bir hikayedir.Nasıl bir hikaye?2013 yılının kasım ayında Süheyl Ünver’in yeğeni, minyatür ve tezhip sanatçısı Ülker Erke, benim de şimdi hocalık yaptığım Ümraniye’deki Mim Sanat Akademisi’ne konferans için gelmişti. Kaseyi o zaman buraya hediye etti, daha doğrusu emanet etti. Minyatürle tanıştığım atölyeden bir parça ile yıllar sonra hocalık yaptığım akademide tekrar buluşmak manevi bir anlam taşıyor elbette. Süheyl Ünver atölyesinde beni etkileyen ikinci şey ise kültürümüze yabancıların gösterdiği ilgiydi.Ortamda dikkatinizi çeken ne oldu ki?Bir kere derslerde çok fazla yabancı vardı. Delegelerin, büyükelçilerin, profesörlerin eşleri… Atölyede her gün Almanca, İngilizce, Fransızca, Türkçe sanat tarihi dersi verilirdi. Uluslararası bir platform gibiydi orası. Ben zaten o kadar yabancıyı görünce kendimi kötü hissettim. Hiç ilgilenmediğim sanat dallarına yabancılar hayrandı. Çok utanmıştım. Bu olay gözlerimi açtı. Minyatür ve resim arasındaki ilişki de içimdeki sanat aşkını tetikledi.Süheyl Ünver nasıl bir hocaydı, onunla ilgili başka neler hatırlıyorsunuz?Atölyedeki camekanlı odasından çıkıp konuşmaya başlayınca herkes kalemini alır, not tutardı. Eğer bir kişinin not almadığını görse, ta ki o kişi eline kalem alıncaya kadar susardı. Büyülenmiş gibi dinlerdik kendisini. Her sözü altın değerindeydi bizim için. Yaşam felsefem olarak yıllarca hep bu sözleri benimsedim. Biri şöyledir: “Fırçanıza sahip çıkın, herkes sizi bıraksa da o bırakmaz.” Zengin bir dekoru vardı o atölyenin. Sistematik çalışırdık. Disiplinliydik. Herkes işini bilirdi. Ben mesela oradan mezun olduktan 20 yıl sonra özgün çalışmaya başladım.Neden?Minyatür sanatına saygımdan. Aslında özgün çalışma konusunda içimde çok şey vardı ama rastgele bir kompozisyon yapar da minyatüre zarar veririm, tarihe karşı yanlış yaparım diye çok korktum, cesaret edemedim.Artıları, eksileri ne oldu bu düşüncenizin?Bazıları Süheyl Hoca’yı yanlış tanıyor. Geleneksel çizgiden şaşmadığı, yeniliklere açık olmadığı söylenir. Bu doğru değil.Süheyl Hoca, son derece yeniliklere açıktı. Bunun bire bir tanığıyım. 1975 yılıydı. Bir gün bana ‘seninle bir yere gidiyoruz’ dedi, peşine düştüm. İstanbul Üniversitesi’nde Meliha Terzioğlu’nun odasına gittik. Hocam beni, “İşte portreyi yapacak kızımız.” diye tanıttı. Tabi benim elim ayağım titriyor. İstanbul Matematik Araştırmaları Enstitüsü’nün (1971) kurucusu Nazım Terzioğlu’nun portresini yapmamı istediler. Nazım bey, üniversitenin rektörlüğünü de yapmış önemli bir şahsiyet. Siyah beyaz bir fotoğrafını verdiler. Hocanın yönlendirmeleri doğrultusunda portreyi minyatür yorumuyla çalıştım. O portre hâlâ enstitüdedir. “Sanat taklitle öğrenilir ama taklitle ilerlemez.”, “Maziye dönülmez ama hız alınır.” gibi sözleri onun yeniliğe açık olduğunu gösterir. Ayrıca geleneksel sanatlar onun çabalarıyla günümüze taşındı.Hocanın öğrencileriyle birebir iletişimi nasıldı peki? Yanlış yapan öğrencisini asla incitmezdi. “Her yanlış bir nakıştır. O yanlışı düzeltirken doğrusunu öğreneceksin.” derdi. Özellikle röprodüksiyon derslerinde birebir çalışıldığı için hata yapılırdı. Çok tatlı bir üslubu vardı. O yanlışı hikaye anlatarak düzeltirdi: “Size bir mektup gelmiş, bu mektubu okumaya vaktiniz olmamış. Sonra da cebinize atmışsınız. Günün birinde cevap yazmanız gerekmiş. Ama hâlâ mektubu okumamışsınız. Şöyle başlıyorsunuz cümleye; sevgili arkadaşım gönderdiğin mektubu aldım. Sanıyorum iyisinizdir. Umarım çocuklar da iyidir... Hep varsayımlar üzerine kurulu cümleler...” Bu hikayeyi dinleyince anlardık ki, minyatürler geçmişten gelen mektuplardır. O mektupları iyi okursak gönderilen mesajı anlar ve minyatürü daha ileri taşırız.Tamamen minyatüre geçişiniz nasıl gelişti? Tabi ki atölyede, belli bir süreçten geçiyor, tezhip eğitimi alıyorsunuz. Süheyl Hoca resim yeteneğimi keşfedince minyatüre geçişimi hızlandırmak için bana 1950’li yılların gazetelerinden kestiği resimlerle mimik çalıştırdı. Tezhipte aynı çiçeği yüz kere tekrarlamak bana cazip gelmiyordu. İkinci çiçeği başka yapmalıyım, üçüncüsü daha başka olmalı. İçimdeki dürtü tekrar yapmaya mani oluyordu.Kaç yıl orada ders aldınız?Sekiz sene. 1978’de atölyeden mezun oldum. O dönemin diğer hocaları Azade Akar, Melek Antel’den de feyz aldım. Cahide Keskiner’in de öğrencisi oldum. 1989’da Cerrahpaşa’ya geri döndüm.O zamana kadar ne yaptınız, neredeydiniz? Çalışmalarıma evde devam ettim. 1977’de evlendim zaten. Kızım oldu. 1980’de ise önce babamı, beş ay sonra da annemi kaybettim. Benim için zor bir süreçti. Minyatüre ara vermek zorunda kaldım. Daha sonra özel galerilerde ders verdim. Moda ve tekstil alanında çalışmalarım oldu.Bu çalışmalarınız pek bilinmiyor. Hatta hiç bilinmiyor. Biraz bahsedebilir misiniz? Bir modaevi tarafından 1976 yılında Hilton Oteli’nde uluslararası moda festivali düzenlendi. İpek, deri ve güderi üzerine geleneksel Türk motifleriyle kombinasyonlar hazırladım. Çok beğenildi bunlar. Sonra uluslararası moda festivallerine, ihracat fuarlarına katıldım. Londra, Paris, Milano… O zamanlar Türkiye’de ilk defa böyle şeyler yapılıyordu. 1976’da kumaş boyası yoktu ülkemizde. Hiç unutmuyorum, babamın matbaasında bir genç vardı. Bana öyle güzel, metalik renkler hazırlamıştı ki, o renklere hâlâ hayranım. Güderi üzerine sürdüğünüz zaman rüya gibi desenler ortaya çıkardı.Cerrahpaşa’ya neden tekrar dönmek istediniz?Artık ben de başkalarına faydalı olayım diye. Çok değerli hocam Ülker Erke ile o zaman tanıştım. Ülker Hoca’dan özgün olma konusunda büyük destek aldım, beni cesaretlendirdi. Fakat sekiz ay sonra eşimin işi nedeniyle Antalya’ya göç etmek durumunda kaldık. Tabi ki iki gözüm iki çeşme. Hocam beni teselli etmek için “Ne ağlıyorsun, al sana konu. Antalya’yı çalış.” dedi. Bu sözü beni çok etkiledi.Ve belgesel niteliğindeki medeniyet ve şehir minyatürleri serinize başlamış oldunuz…Evet, Yaşayan Medeniyetler serisini orada yaptım. Antalya’da 27 antik kent vardır. Paleolitik çağdan başlar, Hellenistik, Likya, Pers diye devam eder. Bütün kalıntılar önünüzdedir. Şehirde iz bırakan tüm uygarlıkların peşine düştüm, araştırdım, okudum.Şehrin kendisi zaten doğal müze...Olağanüstü bir ortam. Tarihi, görselliği, her şeyi ile müthiş bir atmosfer. 1989’da doğa o kadar tahrip edilmemişti, otel zincirleri sonradan çoğaldı. Portakal bahçelerinin arasında binbir çiçekle karşılaşırdınız. Doğa size bütün kopyaları veriyordu.İlk önce hangi medeniyeti çalıştınız?Perge antik kentini. Likya, Phaselis, Olympos ve Kleopatra, Aspendos ve Belkıs, Side, Arikanda ile devam ettim. Selçuklu döneminden Yivli Minare, paleolitik çağdan Karain Mağarası... Bu mağaranın günümüzdeki halini de Kaybolan Cennet Taşa Dönüş adıyla çizdim. Ayrıca Antalya folklorunu anlatan kıyafetler, Ulupınar yöresinin doğal güzellikleri, hangi antik kentin nerede olduğunu gösteren genel Antalya minyatürü,Tahtalı Dağı ve Üç Adaları da çalıştım. Antalya’nın çiçeği, böceği bu hikayelerde/minyatürlerde zaten var. Ben rasgele bir şey yapmaktansa kalıcı eser vermek, kültürümüzü minyatür diliyle anlatmak istedim. Okumayı sevmeyen bir toplumuz. En azından küçücük karede birçok şey anlatılabilir. Minyatürü güçlü kılan yönü de bu. Benim minyatürlerimde her kareyi büyüttüğünüzde bir tablo ile karşılaşırsınız. Estetik dengeyi kurduktan sonra minyatürde sınırlarınız genişliyor.Antalya’da hangi ilçeye yerleşmiştiniz? Eşim Tekirova'daki Phaselis Princess Oteli’ne müdür olarak atanmıştı. Medeniyet minyatürlerini çalışırken otelin sanat yönetmenliği teklif edildi. Yabancı konuklara haftada 16 saat ders vermeye başladım. “15 günde neler yapabilirsiniz?” diye programlar hazırladım, lobide mini sergiler düzenledim. Bu dersler o kadar ilgi gördü ki, otele giren konuklar hemen derse yazılıyordu. Almanya’dan, Avusturya’dan öğrencilerim oldu. Oralarda daha çok tanındım. Otelden ayrılan, bir yıl geçmeden tekrar gelirdi. Eşimden öğrendiğim Almanca ile bir anlamda kültür elçiliği yaptım. 1991’de Antalya’dan İstanbul’a geri döndük.Yaşayan Medeniyetler serisi sergilendi mi, şimdi neredeler?Antalya’da Galeri Ansan'da, İstanbul’da Basın Müzesi'nde ve Cerrahpaşa Temel Bilimler Binası’nda sergilendi. Üç tanesi de kayboldu. 1992'deDevlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin yarışmasına katılmıştım, üç eserim bana iade edilmedi. Satılmasını istemediğimi söylediğim halde satıldı dediler, parası da ödenmedi. Sonra kayboldu dediler, nihayetinde yabancı bir devlet büyüğüne hediye edildiğini duydum. Eserlerin peşine düştüm, davalar açıldı ama daha fazla uğraşamadım… Yakın zamanda ise başka bir dava kazandım.Ne davası?1991’de Basın Müzesi’nde Yaşayan Medeniyetler sergisi açtığımda Samsun Çarşambalı yazar Turgut Çeviker, eserlerimi görünce bana bir teklifte bulundu. Çarşamba’nın kent yıllığını hazırladığını, şehirle adı bütünleşen Çarşamba’yı Sel Aldı türküsünün hikayesini derlediğini ve kitapta buna yer vereceğini söyledi. Benden de türkünün minyatürünü yapmamı istedi. Kabul ettim. 14x20 ebatında üç parça halinde minyatürü teslim ettim. Kitap, 1992’de İris Yayınları tarafından 1500 adet basılarak yayınlandı. Fakat belediye, 2000’li yılların ortalarında, Yeşilırmak Köprüsü’nün doğu duvarına üç minyatürümün rölyefini yaptırmış. Yanına da hikayeyi koymuşlar. Eserime teveccüh gösterilmesi güzel bir şey. Fakat ne benden, ne de Turgut Bey’den izin alındı. İzin alınmadığı gibi rölyefi yapan akademisyen imzasını atmış esere. 2008’de Çeviker ile birlikte dava açtık. Altı yıl sürdü dava ve Nisan 2014’te sonuçlandı. Bana 10 bin TL, Çeviker’e de 5 bin TL ödendi.Emeğiniz boşa gitmemiş…Aaa evet, yıllar sonra… (Gülüşmeler). Parayla pulla hiç işim olmadı bugüne kadar. Çevremdekiler bilir ki eserlerimi satamam. 2013 Nisan’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda geleneksel sanatlarla, modern sanatları bir araya All Arts İstanbul Klasik ve Modern Sanat Fuarı düzenlendi. İlk kez yapılıyordu. Ben de katıldım bu fuara ve şehir minyatürlerimin bir kısmını orada sergiledim. Ünlü bir siyasetçinin eşi, İstanbul minyatürümü çok beğendi, almak istedi. Satmak istemediğim için oldukça yüksek bir rakam söyledim: 400 bin TL. Ona rağmen üç gün boyunca geldi, gitti. Fuar zaten beş gündü. Her gelişinde beni çarpıntı tuttu. En sonunda, “Ben kızımı evlendirdim, başkasına verdim, minyatürümü kimseye veremem.” dedim. ‘2,5 yıl sürdü bunu yapmam, kızımı 9 ayda doğurdum’ diye aramızda espri bile yaptık.Parası cazip gelmiyor mu?Ben eşinin maaşıyla geçinen biriyim. İşin parasında değilim. Gerçekten çarpıntı tuttu, ‘ya verirsem, giderse bu resim’ diye. Ne yapayım böyle kötü bir uyum var!Bugüne kadar yaptığınız bütün eserler aile koleksiyonunuzda mı peki?Antalya konulu eserler gitti tabi. Mesela sadece para ya da onlardan ayrılamamam değil. Ben belgesel nitelikli minyatürler çalışıyorum. Düşünün, 40 şehrin minyatürü 25 yılımı aldı. ‘Şunu da ilave edeyim, bunu da’ derken işim uzuyor, parçaları bozamıyorum. Seri tamamlanmadığı, ben de misyonumu yerime getirmediğim için eserlerimi satamıyorum. Çünkü onlar kültür hizmeti olarak geleceğe kalacak. Minyatürlerim benden sonraki kuşaklara gönül borcumdur.Şehir minyatürlerine ne zaman, nasıl başladınız?Antalya’dayken başlamıştım, İstanbul’a döndükten sonra devam ettim. İlk önce Diyarbakır’ı çalıştım. Biliyorsunuz 90’lı yıllar, terörün en yoğun yaşandığı zamanlardı. Böyle bir dönemde şehir minyatürlerine oradan başlamamı ilahi bir lütuf olarak görüyorum. Terörle anılan bu bölgeler, aslında ileri uygarlıkların yaşadığı yerler. Diyarbakır’da onuncu yüzyılda 140 bin kitap resimlenmiş, ciltlenmiş. Zengin bir kültür ve ticaret merkezi. Aşağı yukarı o bölgedeki bütün illeri çalıştım, 3-4 tanesi eksik. Kültürün bu kadar ilerlemiş olduğu bir bölgede hâlâ terör yaşanması çok yazık.Doğu ve Güneydoğu’dan sonra ne yaptınız?İstanbul’a ve diğer büyük şehirlere geçtim. Türkiye’nin her yerinden şehirleri çalışmaya devam ediyorum. 81 ili 2015 sonuna kadar tamamlayacağım. Diğer şehirleri öğrenci ekibimle bitirmeyi planlıyorum. Aslında bu çalışma şekline karşıydım, etik bulmuyordum. Baştan sona eserde kendi fırçamın izi olmalı diye düşünürdüm. Fakat tarihe baktığınızda Nakkaş Osman da bunu yapmış. Başka türlü seriyi bitirmem mümkün değil. Tabi her şey yine benim kontrolümde olacak.Çalışma disiplininiz nasıl?Kafamı hiç kaldırmadan günde 11 saat çalışırım. Adeta transa geçerim. Kaç saatte, ne kadar iş ortaya çıkardığımı mutlaka hesaplarım. Kimi eser iki yıl sürüyor. Türkiye minyatürümün altına “Sekiz mevsim, bir resim.” diye not düştüm. Çünkü kafamı kaldırdığımda bahar geçmiş, kış olmuştu. Öyle bir tutku minyatür…Mesela her şehrin bir rengi vardır. Onu mutlaka bulmam lazım. Ankara’yı çalışırken çok zorlandım. Ankara’nın rengi neydi ilk başta çözemedim. Lacivert olduğunu keşfedince şehri gece anlattım.‘Her şehrin bir rengi vardır’… İlginç olduğu kadar, ne güzel bir ifade…Minyatüre başlamadan, hatta eskizini çizmeden önce o şehirle ilgili ciddi bir araştırma süreci yaşıyorum. Bazılarını ziyarete gidiyorum. Zaman tüneli gibi bir tünelden başka bir tünele geçiyorum. Toprağın altını üstünü getiriyorum. Hangi madenin çıkarıldığına varıncaya dek, her şeyi öğreniyorum. Eskizleri tamamladığımda ise artık o ilde rüzgarın nereden estiğini, güneşin nereden doğduğunu ezberliyorum. Her eserin bir kimlik dosyası oluşuyor yani. Minyatürü yaparken de aynı anda arkeolog, duvar ustası, ressam, mimar, matematikçi oluyorsunuz. Bir de güncel çalışırım.Nasıl yani? Minyatür öyle bir sanat ki, geçmiş ile günümüzü bir arada anlatabilirsiniz. Olayların tarihsel seyri birbirine uzak olsa da hikayeyi belli bir disiplin içinde kurgulayabilirsiniz. Sanatçı zaten yaşadığı dönemi resmeder. Mesela İstanbul minyatürünü çalışırken Avrasya Feribotu’nun kaçırılması gündemdeydi (1996). Hatta gazeteci Uğur Dündar feribotun içine helikopterle inmişti. Gelişmeleri günlerce televizyondan takip etmiştik. Herkes gibi ben de çok etkilenmiştim bu olaydan. Dolayısıyla İstanbul minyatürüme bu feribotu yerleştirdim. Türkiye’de yapılan ilk arama kurtarma gemisi Amfibi’nin açılış töreninde de Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan vardı. O sırada Türkiye’yi yapıyordum. O gemi de haritamdaki yerini aldı.O zaman çalışmalarınızı modern minyatür olarak mı değerlendirmeliyiz? Çağdaş minyatürlerdir. Mesela İstanbul ile ilgili iki çalışmam var. Birincisinde Osmanlı dönemini anlattım. Boğaz Köprüsü’nün yerinde Fatih Sultan Mehmet ve atını görürsünüz. İkincisinin teması dünya başkenti İstanbul’dur. İstanbul’un simgelerinden biri lale olduğu için Boğaz’ın girişini lale formunda yaptım. Mimari dokular işin diğer boyutu. Kısa bir süre önce tamamladığım, sınır şehrimiz Hatay minyatürüne ise Suriye’yi ekledim. Hemen yanı başımızda yaşanan ve ülkemizi çok etkileyen bu savaşı görmezden gelemezdim.Sanatçı gözüyle baktığınızda İstanbul’u şimdi nasıl görüyorsunuz?İstanbul siluetini en iyi izleyebildiğiniz yerlerden biri, Bakırköy-Kadıköy deniz otobüsü hattıdır. Mim Sanat’a bu yoldan ulaşıyorum. Muhteşem bir İstanbul manzarası var, fakat arka fonda yükselen gökdelenler bana neyi ifade ediyor biliyor musunuz? İstanbul ölmüş, o gökdelenler de mezar taşı. Ve hızla çoğalıyor bu taşlar. Düşündükçe çok üzülüyorum.Bursa, Konya, Eskişehir… Sizin fırçanızda nasıl şekillendi?Bursa’nın karakteristik mimarisini resmettim. Kayak merkezi olmasını vurguladım. Konya’da günümüzde bulunmayan Selçuklu dönemi eseri Kubadabad Sarayı’nı, tarihi kalıntılardan birleştirerek aslına uygun canlandırdım. Alaeddin Keykubat, Hz. Mevlana’ya bugün türbesinin bulunduğu gül bahçesini tahsis etmiş. Onu anlatırken etrafını güllerle çevreledim. Mevlana’nın bilmek, bulmak, olmak ya da hamdım, piştim yandım diye aşina olduğumuz üç nokta felsefesini üç semazenle simgeleştirdim. Eskişehir’de bir bürokratın, isterse neler yapabileceğini gösterdim. Türkiye haritası minyatüründe ise her şehrin öne çıkan özelliği var.‘Türkiye ve şehir minyatürleri’ sergileri bir-iki yıldır arttı. Sanırım genç sanatçılara ilham kaynağı oldunuz.Evet doğru söylüyorsunuz, benim projemden sonra minyatürde Türkiye serileri başlatıldı. Birdenbire herkesin milli duyguları şahlandı. Tabi ki çevremizde herkes yıllardır şehir minyatürleri çalıştığımı bilir. Sanatçı olarak gençlere öncülük etmek elbette onurlandırıcı. Ama düşündüren konular da var. Ben 25 yılda 40 şehrin minyatürünü ancak tamamlayabildim. Şimdi bakıyorum, 81 il sergileri açılıyor. Kültürümüz söz konusu olduğunda daha titiz düşünmek ve çalışmak durumundayız. Fikir jimnastiği konusunda gerideyiz. Kopyala yapıştır mantığı hakim. “Sanat taklit yaparak öğrenilir, ama taklitle ilerlemez.” sözü Süheyl Hoca’dan bana armağandır, ben de yeni sanatkârlara hediye ediyorum.Bugüne kadar yaptığınız eser sayısı hatırınızda mı?Yaklaşık 200 civarında. Almanya’da ve Amerika’da özel koleksiyonlarda olanlar var. Antalya’dayken Lufthansa Hava Yolları’nın genel müdürü eşiyle birlikte gelmişti. Meşhur bir koleksiyoner olduğunu sonradan öğrendim. Amerika’da adımı duymuş, eser almak istedi ama satmıyorum dedim. Fakat benim için geldiğini öğrenince özel bir çalışma yapıp hediye ettim.Anka Kuşu minyatürünüz çok etkileyici. Hayatınızı derinden sarsan bir çalışma olduğu hissediliyor. Beş altı sene önce beynimden ciddi bir rahatsızlık geçirdim. Damar tıkanıklığı varmış, etrafımdaki her şey dönüyordu, çift görüyordum, yürüyemiyordum, bitmek bilmeyen mide bulantıları… Hafızam gidip geliyordu. Bakırköy’den dışarı çıkamaz hale gelmiştim. İyileştikten sonra küllerimden yeniden doğmuş gibi Anka Kuşu’nu yaptım. Tekrar hayata dönüşümü simgeliyor o çalışma. Arada farklı konularla da ilgilendim. Antalya’da yaşadığım dönemde su uzmanı olmuştum. Bu nedenle şelale minyatürlerim de vardır.Batı ya da resim sanatı sizi etkiledi mi?Batıdan çok, Doğu kültüründen etkilendiğimi söylemeliyim. Batı taş devrini yaşarken Doğu yazı çağına geçmişti bile. Tam tersine Batılı sanatçıların bizden etkilendiğini düşünüyorum. Rafaello’nun, Van Gogh’un minyatür kökenli çalışmaları var.Peki minyatürün günümüzdeki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Şu an minyatürde İran tehlikesi var. Herkes, son yılların en büyük minyatür üstadı olarak tanımlanan Mahmud Fersçiyan’ı (1930, İsfahan) taklit ediyor. Onun fantastik tarzının peşine takılmış gidiyor. Oysa Osmanlı minyatürünün özelliği sadeliktir, belgesel niteliğindedir. Osmanlı tarihi, kültürü tanınmadan İran kopya ediliyor. İran’a özenti, sanatımızı geriletiyor, minyatürümüzü dejenere ediyor.İran’ın bu kadar öne çıkmasının sebebi nedir?Birkaç nedeni var. Bizde Cumhuriyetle birlikte minyatürde kopuş yaşanıyor. İran’da müthiş bir fırça ilerlemesi söz konusu, yeteneği olan öne çıkıyor. Fersçiyan, Mehrengi bu isimler arasında. Ekol oluşturmuşlar. Fersçiyan doğaüstü bir yetenek, eserleri hakikaten müthiş, altyapısı sağlam. Humeyni döneminde oğlu öldürülünce Amerika’ya gidiyor. Sonra popüler oluyor. Ünlü müzelerde eserleri bulunuyor. Dikkat edin, her yerde İran eskizlerinin satıldığını görürsünüz, ayrıca bolca kitapları basılıyor. Minyatürü yeni öğrenenler, altyapı oluşturmadan o kitaplara bakarak İran’ın boyama tarzını taklit ediyor. Kitapların çoğalması iyi ama her şey kontrolsüzce kopyalanıyor. Eskiden derleme de bir disiplin içinde olurdu, iş derlemeden de çıktı. Oradan buradan bir şeyler alınarak yola devam ediliyor.Peki neden böyle?Biz tarihimizi ve minyatürümüzü tanıtamadığımız, sahip çıkamadığımız için minyatür İranlılara mal olmuş. Bir de minyatüre ait kaynaklar Arapça ve Farsça. Dolayısıyla Türk sanatçılar da İranlı zannedilmiş, hatta yabancı tarihçilerin bu konuda yanlı davrandığını düşünüyorum. Süheyl Hoca’ya kadar kaynaklarımıza sahip çıkamamışız. Hocanın en büyük sıkıntısı buydu.İki yıldır Mim Sanat Akademisi’nde ders veriyorsunuz. Bu süreç nasıl gelişti?Akademinin sahibi, mimar ve minyatür sanatçısı Fatma Kesgün ile 2008’de Deniz Müzesi’ndeki sergimde tanıştık ve gönül bağımız oluştu. Manevi şeyler benim için önemlidir. Minyatür sanatçımız Nusret Çolpan dönem arkadaşımdı, benden iki yıl sonra Süheyl Ünver Atölyesi’ne geldi. O zamanlar daha lise öğrencisiydi. Onun yeteneği hepimizi etkilemişti. Bir derse geldiğinde kaşık içine çalıştığı Boğaz Köprüsü’nün minyatürünü getirmişti. Daha köprünün temelleri bile atılmamıştı. Fatma, ‘Nusret Çolpan’dan ders aldım’ deyince –yeni vefat etmişti- birbirimize sarıldık, o ağlıyor, ben ağlıyorum. Öylece kenetlendik. Nusret’in onu bana emanet ettiğini hissettim. Fatma benim huyumu, suyumu, yaşamımı değiştirdi, ablalık duygularımı harekete geçirdi. Çarşamba ve perşembe günleri oradayım. Belli bir birikimim de var, onları aktarmak istiyorsunuz. Çok yanlışlar yapılıyor. Daha fazla kabuğumda durmayayım dedim. Süheyl Hoca’nın dediği gibi “Biz sonu belli olan senaryonun oyuncularıyız.”Şimdiki hoca-öğrenci ilişkisi hakkında fikriniz nedir?Tüm sanatlar gibi minyatür de hobi olarak yapılacak bir sanat değil. Gönül vermeniz lazım. Birlikte yol alacaksak eğer, öğrencimin beni hak etmesini isterim. Çünkü ben bütün yüreğimi, birikimlerimi ortaya koyuyorum, öğrencimi de kısa zamanda bu sanata kazandırarak zirveye taşımayı hedefliyorum. Onunla bütünleşiyorum, bir anda en yakınım oluyor, hatta onun menajerliğini üstleniyorum. Çiçek, böcek yapalım, güzel vakit geçirelim gibi bir tavrım bugüne kadar olmadı. Süheyl Ünver ekolünü devam ettiriyorum.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Uluslararası Kukla Festivali bu yıl Tacettin Diker anısına

Bu yıl 17. kez düzenlenecek olan Uluslararası Kukla Festivali, geçtiğimiz mart ayında kaybettiğimiz Karagöz ustası Tacettin Diker anısına yapılacak. 16 Ekim’de başlayacak olan festivalde, ‘ilk uzun kukla gösterisi’ olarak bilinen Robin Frohardt’ın yazdığı Güver-ciname’nin Avrupa prömiyeri gerçekleştirilecek.Her yıl dünyanın dört bir yanından birçok kuklayı ve kukla tiyatrosunu İstanbullularla buluşturan 17. Uluslararası İstanbul Kukla Festivali, 16-26 Ekim tarihleri arasında yapılacak. Kore, Kazakistan ve Belarus’un bu yıl ilk defa dahil olduğu festivale, ABD, İspanya, İtalya, Fransa, Hollanda, Romanya, Kolombiya, Endonezya, İsveç, Rusya, Polonya ve Türkiye başta olmak üzere 15 ülkeden 30 kumpanya katılacak ve 70 kukla gösterisi sahnelenecek. Festivalde bu yıl ayrıca, Türkiye ile Polonya arasındaki dostluk anlaşmasının 600. yılı ile William Shakespeare’in 450’nci doğum günü de özel gösterimlerle kutlanacak.Festivale, ABD’den katılan Robin Frohardt Tiyatrosu’nun sahneleyeceği Güvercinname, Amerika’dan sonra Avrupa’daki prömiyerini İstanbul’da yapacak. ‘İlk orijinal uzun kukla gösterisi’ olarak bilinen Güvercinname, düzen ve temizlik saplantısı Frank’in güvercinlerle imtihanını konu alıyor. 1980’lerde geçen oyunda Frank, New York’ta bir ofiste çalışmaktadır. Frank parktaki güvercinlerden rahatsız olmakta ve ona komplo kuracaklarını düşünmektedir. Masa kuklası tekniğiyle sahnelenen, canlı müzik, video ve efektlerle zenginleştirilen Güvercinname, obsesif kompulsif bozukluğu, güven ve kontrol yanılgısı gibi temalar üzerine gelişen bir kara komedi. Yetişkinler için yazılan ve 45 dakika süren oyun sözsüz yönetiliyor. 17. Uluslararası İstanbul Kukla Festivali’nin biletleri ve oyunlar hakkında daha detaylı bilgi www.kuklaistanbul.org. Kuzey Yunanistan’daki ‘Kilkis International Puppet and Mime Festivali’ ile işbirliği de yapan festival, bu yıl o festivalde gösterime girecek üç oyunu Türkiye’de de kuklaseverlerle buluşturacak. Endonezya’nın 10 yaşındaki kukla dâhisi Racka Albary Sunarya festivalde ‘Genç Padawa’ oyunu ile ilk kez yurtdışında bir performans sergileyecek. ‘Fokus: İspanya’dan Beden ve Kukla’ adlı özel programda, beden, dans ve kukla teknikleri üzerine çalışmalarını sürdüren üç farklı İspanyol grup, söz konusu tema üzerine dört farklı oyun sahneleyecek. İlk gösterimi festivalde gerçekleştirecek olan bir diğer oyun ise ‘Tarçın Dükkânları’. İstanbul Karagöz Kukla Vakfı ve Polonya’dan ‘Puppet and Actor Theatre Kubus’ ortak projesi olarak gerçekleşen, Bruno Schulz’un hikâyelerinden hareketle hazırlanan oyun, Polonya ile Türkiye arasındaki 600 yıllık dostluk şerefine 6 kez ücretsiz olarak seyircisi ile buluşuyor. Oyunun gölge ve sahne tasarımını yapan, Karagöz ustası ve Uluslararası İstanbul Kukla Festivali Sanat Yönetmeni Cengiz Özek de oyunda rol alıyor. Festivale Türkiye’den ise kukla sanatçısı Hakan Arısoy, Cengiz Samsun Tiyatrosu ‘Karagöz Dinozor Diyarında’, Geleneksel Gösteri Sanatları Topluluğu ‘Karagöz-Hacivat / Romeo-Jüliet’, Çizgi Kukla Tiyatrosu ‘Firari Şehzade’, Tiyatrotem ‘Gündüz Niyetine’, Yolcu Tiyatrosu ‘Kapıların Dışında’ oyunu ile katılıyor.Fransız Kültür Merkezi, Aksanat, Hollanda Konsolosluğu, Maya Cüneyt Türel Sahnesi, Caddebostan Kültür Merkezi, St. Pulcherie Lisesi (Taksim), Oyuncak Müzesi festival gösterilerini ağırlayan mekânlar arasında.

26 Eylül 2014 Cuma

100 yıllık sinema aşkı

Gazete ilanları, film broşürleri, afişler, gala gecesi fotoğrafları, imzalı ‘artist fotoğrafları’, dergiler, sinema biletleri, hayran mektupları... İstanbul Modern’de, önceki gün açılan “Yüzyıllık Aşk” sergisi, Yeşilçam’ın 100 yıllık serüvenine selam gönderiyor. Sinemanın tılsımını hissedenler için duygusal, biraz kederli ama bir o kadar da zihin açıcı olan sergi, 4 Ocak 2015’e kadar açık kalacak.Basın toplantısında serginin küratörlerinden araştırmacı, yazar ve arşivci Gökhan Akçura, “bu salondakilerin çoğu televizyonsuz yılları bilmez, onun hayatımızı nasıl değiştirdiğini de...” deyince salonda hafif bir kıkırdama oldu. Gülenlerden biri de bendim, zira televizyonu ilk gördüğüm anı -sanıyorum beş/altı yaşlarındaydım- gayet iyi hatırlıyordum. Siyah beyaz hareketli görüntüleri arka arkaya izlediğimde efsunlu bir hikâyenin içinde dolaşırken merak dürtümü kırbaçlayan o kutunun içine de girmek istiyordum. Oyuncağın kendisini değil, nasıl yapıldığını merak eden çocuklar gibi huzursuzdum. Sonra giderek o akışkan görüntülere, sinema perdesinden zihnime, hatıralarıma ve hatta geleceğime kazınan görüntülere alışıverdim. Aslında çok kolay oldu. Bir süre sonra onlarla var olmuşum gibi hissediyordum. Sinemanın toplumsal, edebi, sanatsal, sosyolojik boyutlarını elbette çok sonraları idrak ettim ama beni ‘birey’ olmaya hazırlayan o efsunlu masalın manasını sezgilerimle keşfetmiştim. Sinema benden önce vardı ve anlaşılan benden sonra da hep olacaktı. Umut, neşe, keder, karamsarlık, ‘sonsuzluk, yalnızlık, merhamet, kötülük, dürüstlük hepsi oradaydı. Büyüyüp Bergman’ın ‘Sinematografi insan yüzüdür’ cümlesini okuduğumda onu çok önceleri kavramış olduğumu hatırlıyorum. Sinema popüler yanıyla da insanı en geniş kucaklayan sanatlardan biriydi.İstanbul Modern’de önceki gün Türk sinemasının 100. yılı dolayısıyla açılan ‘Yüzyıllık Aşk’ sergisini dolaşırken öncelikle sinema sanatının insanla ve seyirciyle ilişkisini düşünüyordum. Zaten sergi de ağırlıklı olarak bu tema üzerine kurulu. Gazete ilanları, film broşürleri, afişler, gala gecesi fotoğrafları, imzalı ‘artist fotoğrafları’, dergiler, sinema biletleri gibi özel köşeler izleyene sadece kendi kişisel anlarını çağırmıyor, seyircinin sinemayla olan güç/kırılgan ilişkisini de gösteriyor. Özellikle biletler! Evet tarihten muhtelif biletlerin sergilendiği o bölümde durup belli bir dönem seyircisine ne hissettirdiğini de hatırlıyorsunuz. Bilet deyip geçmeyin, Yeşilçam sinemasıyla büyüyen birkaç kuşağın ceplerinden buruş kırış çıkan o yırtık biletlerin derin bir mazisi vardır. Ve bu aynı zamanda toplumsal belleği de işaret eder. ‘Yüzyıllık Aşk’ı önceki sergilerden ayıran fark, belki de bu boyutu özenli bir düzenlemeyle sunuyor olması. Teknolojinin de desteklediği imkânları kullanarak iPad’lerden basılı malzemeleri incelemek de mümkün.Özellikle ‘Sinema Seyircisi Fanatiktir’ başlıklı bölümde fanatiklerin kişisel dünyalarından eşyalar, çikletlerden çıkan resimler, yıldız takvimleri, resimli çay tabakları, cüzdanlar, imzalı ‘artist’ fotoğrafları ve benzeri nesneler var. ‘Evrensel halk kahramanı’ olarak nitelendirdiği Yılmaz Güney için beş kamyonluk arşiv oluşturan Vadullah Taş ve benzerleri görülmeye değer. Bu bölümde en çok ilgimi çeken ise hayran mektupları oldu. Her birini teker teker okumak istedim. Bilmiyorum bu merak belki yazıyla kurduğum ilişkiyi kışkırtıyordur. Aslında toplumun sinemayla birlikte değişimine dair de önemli ipuçları veriyor.Elli filmden oluşan özel video çalışmasının önünde bir süre durdum. Hayat geriye doğru ilerlemeye başladı. Bu coğrafyada seyircinin sinema üzerinden siyasetle, kültürle, gündelik yaşamla ve kendisiyle kurduğu ilişki kare kare akıp geçti. Başka bir duvarda asılı olan eski Beyoğlu sinemaları haritasına bakakaldım. Eski adıyla Melek, bugünkü Emek sadece fotoğraflarıyla oradaydı. Tam karşısındaki duvarda Türkan Şoray cızırtılı, taş plak sesine eşlik ederken dans ediyordu. Dönemin grafik harikası olan afişlerin arasından ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ ilk günkü ışıltısıyla tebessüm ediyordu.Serginin küratörlerinden Müge Turan, ‘aşk’ sergisi hazırlığının pek kolay olmadığını vurgularken arşiv çalışmasıyla zenginleşen bu seçkide yer göstericilerden fuayelere, koltuklardan biletlere, günlüklerden mektuplara uzanan duygusal bir yolculuğun izinin sürüldüğünü hatırlattı.‘Yüzyıllık Aşk’ sinemanın tılsımını hissedenler için duygusal, biraz kederli ama bir o kadar da zihin açıcı bir sergi. Bugün artık var olmayan sinema salonlarını, ritüelleri, yeni imkânlarla değişen sinema seyircisini düşününce geçen 100 yılı böyle anmak hiç değilse mazinin, hatıraların, emek verenlerin ve onlara kalpten bağlanan sinema seyircisinin önünde saygıyla eğilmektir ve fevkalade kıymetlidir.Sergi için hazırlanan dijital arşivde kaybolmaya yüz tutmuş bütün arşiv malzemelerine sergi bittikten sonra da ulaşılabilecek. Sergi 4 Ocak 1015’e kadar görülebilir.

25 Eylül 2014 Perşembe

Dünyanın çağdaş sanatı Haliç’te

Bu yıl ikinci kez gerçekleştirilecek olan uluslararası çağdaş sanat fuarı ArtInternational, kapılarını yarın Haliç Kongre Merkezi’nde açıyor. Amerika’dan Çin’e, Suudi Arabistan’dan Finlandiya’ya 24 ülkeden galeri ve sanatçıları ağırlayacak olan fuar pazar günü sona eriyor.Geçtiğimiz yıl ilk kez gerçekleştirilen uluslararası çağdaş sanat fuarı ArtInternational, bu yıl da iddialı bir sanatçı ve eser katılımıyla gerçekleşiyor. Yalnızca dünyadan çağdaş sanat örneklerini ülkemize getirmekle kalmayıp, Türkiye’nin çağdaş sanat piyasasına da prestij kazandıran fuarın bu yılki katılımcıları arasında öyle isimler var ki, 3 gün sürecek fuar için nasıl bir hazırlık süreci geçirildiğine dair önemli ipuçları veriyor.Fuarın bu yılki konukları arasında modern ve çağdaş sanatın en önemli isimleri yer alıyor. Jan Fabre, Joan Miró, Tony Cragg, Andy Warhol, David Hockney, Banksy, Damien Hirst, Liu Bolin, Anish Kapoor, Marina Abramovic, Ai Weiwei gibi pek çok sanatçının işlerinin yanı sıra fuarda, Diane Arbus, Herbert List ve Patti Smith gibi usta fotoğraf sanatçılarının eserlerini görme fırsatı da olacak. ArtInternational’ın Türkiye katılımcıları arasında ise İstanbul’un güncel sanat dünyasının odak noktası olmayı başarmış 12 galeri yer alıyor. Komitenin uluslararası sergileri ve başarılarını dikkate alarak yaptıkları seçim sonucu; Galeri Manâ, NON, Pi Artworks, PİLOT, Rampa, ArtSümer, x-ist ve Galeri Zilberman gibi geçen yıl da katılmış galerilerin yanı sıra Dirimart, Galeri Nev, Rodeo ve Sanatorium gibi yeni galeriler de fuardaki yerlerini alacak.Bu yıl ArtInternational’a katılacak olan, Türkiye çağdaş sanatının önemli isimlerinden bazıları ise yabancı galerilerle birlikte İstanbul’a geliyor. Bunlar arasında, Leila Heller Gallery’den Kezban Arca Batibeki, Murat Pulat ve Gülay Semercioğlu; Edouard Malingue Gallery’den Nuri Kuzucan ve Galerie Lelong’dan Ramazan Bayrakoğlu bulunuyor. Ayrıca Türkiye’de uzunca bir aradan sonra yeniden görme şansına erişeceğimiz bir diğer sanatçı ise Taner Ceylan olacak. Yaptığı işlerle büyük ses getiren ve uluslararası alanda en çok ilgi gören Türkiyeli sanatçılardan biri sayılan Ceylan’ın yeni işleri ilk kez ArtInternational’da görücüye çıkacak. Paul Kasmin Gallery’nin standında yer alacak Ceylan ayrıca, sanat hayatının ilk heykelini de sergileyecek.Yönetmenliğini Dyala Nusseibeh, sanat yönetmenliğini ise Stephane Ackerman’ın üstlendiği ArtInternational’da, İstanbul’dan Leyla Tara Suyabatmaz (Rampa Galeri) ve Yeşim Turanlı (Pi Artworks), Viyana’dan Ursula Krinzinger (Galerie Krinzinger), Paris’ten Olivier Belot (Yvon Lambert) ve New York’tan Leila Heller (Leila Heller Gallery)’den oluşan seçim komitesinin Avrupa, Amerika, Ortadoğu ve Asya’yı kapsayan geniş bir bölgede yaptıkları değerlendirme sonucu 24 ülkeden 80 galeri İstanbul’da sanatseverlerle buluşuyor. Bu yıl ayrıca, Pearl Lam ve Edouard Malingue gibi Uzakdoğulu galeriler de ilk kez İstanbul’a geliyor. 400’den fazla sanatçıyı ağırlayan; Türk çağdaş sanatının da tanınmasına, uluslararası arenada görünmesine vesile olan fuar yarın başlayacak ve 28 Eylül Pazar akşamına kadar ziyaret edilebilecek. (artinternational14.com)Haliç’te heykeller…ArtInternational’ın Haliç Kongre Merkezi’nin terasına hazırlanan açık hava heykel galerisi “By The Waterside”da Joan Miró’nun dışında 7 heykel daha sergilenecek. Haliç’in eşsiz görüntüsüyle bütünleştirilecek “By The Waterside”da yer alacak diğer sanatçılar; Mario Mauroner Gallery’den Jaume Plensa, Galerie Lelong’dan Joan Miró, Pi Artworks’ten Osman Dinç, Weingrüll’den Benjamin Appel, Lisabird Gallery’den Karl Karner, Rosenfeld Porcini’den Keita Miyazaki, Louise Alexander’dan Laurent Bolognini, Leila Heller’dan Steven Naifeh olacak.Farklı sanatsal etkinlikler de varStephane Ackermann’ın direktörlüğünde hazırlanan “Artistik Program”da, Türkiye’den ve yurtdışından küratörler, enstitüler ve güncel sanat platformlarının katılımıyla gerçekleşecek etkinlikler de bulunuyor. Geçen yıl olduğu gibi Başak Şenova küratörlüğünde hazırlanan “Sahnedeki Videolar”, Özge Ersoy ve Merve Ünsal’ın kâr amacı gütmeyen 11 inisiyatifi buluşturduğu “Alternatifler” ve SPOT Projects’in hazırladığı “Konuşma Programı”, sergiler dışında fuarın öne çıkan etkinlikleri.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Burdur Gölü için yas başlıyor!

Yok olma tehlikesi yaşayan Burdur Gölü için Lisinia Doğa, Göle Yas Belgesel ekibi ve Göle Hayat Derneği harekete geçti. Başlattıkları proje ile daha önce gölde müzik ve dans performansları gerçekleştiren gönüllüler, şimdi de herkesi 27 Eylül’de ‘Göle Yas’ buluşmasına ve bir günlük ‘su orucu’ tutmaya davet ediyor.-"Burdur Gölü'nde 25 yıl önce başlayan ekolojik bozulma hızla devam ediyor. Önlem alınmazsa 20 yıl içinde Burdur Gölü tamamen yok olacak." Bu ekoloji haberinin kültür-sanat sayfasında ne işi var, diye düşünebilirsiniz. Hemen açıklayalım... Burdur bölgesi ve hatta Türkiye'nin ekolojik yapısı için çok önemli bir yeri olan ve son 25 yıldır uygulanan yanlış ekim ve sulama politikaları nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Burdur Gölü için Lisinia Doğa, Göle Yas Belgesel ekibi ve Göle Hayat Derneği harekete geçti. Gerekli önlemlerin hemen alınmaması halinde Burdur Gölü'nün 20 yıl içinde tamamen yok olacağına dikkat çekmek için şimdi, kültür-edebiyat ve sanat dünyası başta olmak üzere herkesi, 27 Eylül'de ‘Göle Yas' buluşması ve bir günlük 'Su Orucu' tutmaya davet ediyorlar. Bu projeye CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Turgay Erdener, Rokus de Groot, Özgür Can Alkan, Erkan Oğur, Sümer Ezgü, Derya Türkan, İbrahim Yazıcı, Berna Laçin, Deniz Kılınç ve Gonca Özmen gibi çok sayıda siyasetçi, sanatçı, edebiyatçı ve üniversite öğrencileriyle birlikte sokak sanatçılarından çiftçilere kadar yöre halkı da destek veriyor.GÖL İÇİN 'SU ORUCU' TUTACAKLAR“Kuruyan Burdur Gölü için tehlike çanları çalmıyor artık, ‘Göle Yas' başladı” söylemiyle yola çıkan ekip, bu yıl Burdur Gölü'nün olduğu bölgede çeşitli etkinlikler düzenledi. Etkinliğin ilk bölümünde 24 Ağustos'ta sanatçı Derviş Ziya Azazi ve Göl Dostları grubu, 5 Eylül'de Arpanatolia Grubu ve balerin Deniz Kılınç ile gölde müzik ve dans performansları gerçekleştirdi. Etkinliğin ikinci bölümü ise 27-28 Eylül günlerinde yapılacak. "Kuruyan gölün şenliği olmaz yası tutulur." diyerek 27 Eylül'de Burdur Gölü Lisinia Proje Alanı'nda 1 günlük "Su Orucu" kampanyası başlayacak ve 28 Eylül'de de bir gün önce tüketilmeyen sular Burdur Gölü halk plajından göle dökülecek.Gölün hızla yok olması nedeniyle toplu bir yas töreni yapılacağına dikkat çeken Lisinia Doğa Genel Koordinatörü Veteriner Hekim Öztürk Sarıca; gölün her yıl dikey olarak 1 metreden fazla çekildiğini, bu hızla 20 yıl içinde tamamen yok olacağını belirtiyor. Buluşmaya çok sayıda sanatçının da destek verdiğini ifade eden Göle Hayat Derneği Başkanı, Yönetmen Mehmet Şafak Türkel ise “Biz tutacağımız bu iki günlük yasın yalnızca şehir sınırlarını değil, ülke sınırlarını da aşacak bir toplu uyanışı tetiklemesini hedefliyoruz. Bir günlüğüne de olsa susuzluğu anlamak için susuz kalmayı deneyimleyelim istiyoruz. Yalnızca su içmemek değil, evinizde, tarlanızda, mutfağınızda yani yaşamınızın her anında su kullanmamak için çaba gösterin. Ve bu su orucunu kendinize zarar vermeyecek sınıra kadar sürdürün. 1 saat de olsa 24 saat de olsa susuzluğu tecrübe edin.” diye konuştu. Lisinia Doğa Koordinatörü Öztürk Sarıcı, su orucu'na İstanbul'dan destek veren Küresel Çevre Derneği gönüllülerinin de 28 Eylül'de tüketmedikleri suları Yalova Gölü'ne dökeceklerini belirtti.

23 Eylül 2014 Salı

Miró’nun kuşları Boğaz’a kondu!

Katalan ressam Joan Miró’nun 125 eseri bugün Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyarete açıldı. “Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” adıyla açılan sergide, ilk kez sergilenen eserlerin yanında sanatçının torunlarının evinde saklanan kişisel eşyaları da bulunuyor. Üç belgesel filmin de gösterildiği sergi, 1 Şubat 2015’e kadar görülebilir.Ünlü Katalan ressam Joan Miró, arşivlerde korunan defterlerinden birinde şöyle diyordu: “Benim işlerim bir ressamın bestelediği bir şiire benzemeli.” Eserlerini, hatta hayatının kendisini resim ve şiir düzleminde yaşayan sanatçı için önemli olan, ruhundaki şiirin izlerini resimde aramaktı. Ferit Edgü’den dinleyecek olursak: “Miró tüm yaşamı boyunca şiirin yol göstericiliğine inandı. Kendini daha gençlik yıllarından itibaren bir şair-ressam ya da bir ressam-şair olarak gördü. Birçokları gibi şiirsel (lirik) resimler yapmadı. Şiiri, bir şiir olarak resminin odak noktasına oturttu.” Edgü’ye göre Aragon, Eluard, Breton, Char ya da Octavia Paz gibi dönemin büyük şairlerinin şiirlerinde onun sanatını ele almalarının sebebi, belki de Miró’nun resimlerinde aradığı şiir sayesindedir.Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM) yaklaşık üç yıl süren, Miró’nun sanatına ve hayatına ayna tutacak nitelikte bir sergi açma girişimleri bugün açılan sergiyle gerçekleşmiş oldu. Sanatçının 125 eserinin bir arada yer aldığı “Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisinde ilk kez izleyiciyle buluşan eserlerin yanında Miró’nun torunlarının evinde bulunan kişisel eşyaları da yer alıyor. Sergi, sunduğu eser çeşitliliği bakımdan Miró’nun çok farklı yönelimlerini keşfetme imkânı da sunuyor. Joan Miró Vakfı Müdürü Rosa Maria Malet’in de ifade ettiği üzere, “Miró her tür teknikle çalışmış bir ressamdır; denediği her teknikte büyük bir kâşiftir ve büyük bir öğretmendir…” Her bir malzemenin ve tekniğin en iyi sonucunu almaya çalışan hatta bu uğurda sınırları zorlayan sanatçı, örneğin resimlerini sadece tuval üzerine yağlıboya yaparak sınırlandırmaz. Onun zemini bazen bir mukavva, bazen bir ahşap, bazen de çuval bezi ya da seramik olabilir. Taşbaskıdan aside yedirme baskı türüne kadar çeşitliliği artıran Miró, her ne kadar sarı, kırmızı, mavi ve siyah gibi temel renklere ağırlık veriyor olsa da, yağlıboya, suluboya, akrilik, çini mürekkebi, kurşunkalem gibi araçlardan da sonuna dek faydalanmayı bilir. Joan Miró’nun resimlerinde kurduğu dile değinecek olursak, bu konuda Fransız şair Raymond Que-neau’nun söylediklerine dikkat kesilmek gerekir. Şaire göre Miró’nun alfabesi Çin sembollerine benzer, “Anlamak için bir derse ihtiyaç duyarsınız.” Ancak Miró’nun evrenine girildiğinde, özellikle olgunluk döneminde, şiirsel sembollere yoğunlaştığı görülür; sanatçı kısıtlı sayıda öğeden oluşan biçimsel dilinde belli başlı evrensel konular işler. Temelde özgürlüğü dert edinen sanatçı, eserlerinde kadın, kuş, ay, güneş ve takımyıldızlarından oluşan bir dil geliştirir. Joan Miró’nun olgunluk dönemine odaklanan sergideki eserlerin yanı sıra, üç belgesel film de gösteriliyor. Bu filmlerde sanatçının hayatı, iç dünyası, dostları, geçirdiği değişimler, siyasi hadiselere karşı gösterdiği tepkilerle birlikte fazla bilinmeyen iç dünyası da izleyici ile buluşacak.SSM’de Miró günleri“Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisi kapsamında Sakıp Sabancı Müzesi'nde bir dizi etkinlik de gerçekleştiriliyor. Bunlardan ilki bugün saat 11.00'de sanatçının torunu Joan Punyet Miró'nun dedesine dair hatıralarını anlatacağı konferans olacak. 27 Ekim Pazartesi saat 13.30 ile 17.00 arasında gerçekleştirilecek ikinci konferansın konusu ise “Sanat Eserlerinin Sırları, Sanat Konservasyonu Konuşmaları”. Miró etkinliklerinde çocuklar da unutulmamış. Hafta içi ve hafta sonu atölyelerinde, anaokulundan liseye kadar tüm öğrenciler ücretsiz olarak Miró'nun dünyasına kapı aralayan bu eğitimlere katılabiliyor. Müze, sergi kapsamında İspanyol sinemasından örnekleri de izleyiciyle buluşturuyor. Ekim, Kasım ve Aralık boyunca sürrealist yönetmen Luis Bunuel, Carlos Saura ve Pedro Almodovar'ın filmleri gösterilecek ve 3 Aralık Çarşamba akşamı saat 19.00'da, Atilla Dorsay'ın katılımıyla İspanyol sineması hakkında bir panel düzenlenecek. (www.sakipsabancimuzesi.org)

22 Eylül 2014 Pazartesi

‘Gündelikçi Metin’ ödül getirdi

Evlere temizliğe giden bir adamın hikâyesini anlatan Toz Ruhu, önceki akşam sonra eren 21. Altın Koza Film Festivali’nde en iyi film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi sanat yönetmeni ödülleri aldı. Nesimi Yetik’in yönettiği film, kendi halinde, sıradan bir hayat yaşayan, mutlu mesut geçinip giden Metin karakterini güçlü bir dille anlattığı için ödüle uzandı. Toz Ruhu, Yetik’in ilk uzun metraj filmi fakat, 2006’da çektiği 3 dakikalık kısa filmi Annem Sinema Öğreniyor ile yurtiçi ve dışında aldığı 17 ödül, Altın Koza’nın habercisiydi. Şair, yazar ve yönetmenlerin kurduğu Afilli Filantalar blogunda yazdığı öyküleriyle de tanınan Yetik ve filmin senaryosunu birlikte yazdığı eşi Betül Esener’le Altın Koza ödül töreni sonrasında konuştuk.Ödülü almak sürpriz oldu mu?Çok sürpriz oldu. Beklemiyorduk çünkü yarışma çok zordu. Usta yönetmenler ve iyi filmler vardı. Bir taraftan da, film ilk kez izleyici karşısına çıktı. Hiçbir şey öngöremiyorsunuz. Bir şey beklemeden geliyorsunuz. İlk filminizle ilk katıldığınız yarışmadan en iyi film ödülü almak doğal olarak büyük bir sürprizdi.Hikâye nasıl ortaya çıktı?Betül’le (Esener) birlikte yazdık hikâyeyi. Betül filmin yapımcısı, senaristi ve eşim. Aslında gerçek bir erkek gündelikçi hikâyesinden esinlenerek kurmaca bir senaryo yazdık. Dört yıl sürdü yazım aşaması.Bu erkek gündelikçi kim, nerede yaşıyor?İstanbul’da, Taksim’de yaşıyor. Hâlâ evlere temizliğe gitmeye devam ediyor. 37 yaşında, işini seven biri. Biz hikâyemizde gündelikçi Metin’i sadece karakter olarak baz aldık. Filmdeki diğer karakterler; mesela yeğeni, Neslihan, Suzan Hanım tamamen kurmaca. Hikâyenizin çıkış noktası tam olarak neydi?Böyle bir adam, dünyası dışarıdan gelen müdahalelerle değişirse o adam ne yapar, hayatına devam mı eder, yoksa düzeni bozulur mu? Ve herkesin bu kadar görünmeye ve ünlü olmaya meraklı olduğu bir dünyada bu kadar geri planda kalan, kendi âleminde yaşayan ve nihayetinde de gittiği televizyon yarışmasının çekiciliğini umursamayıp yine kendi hayatına dönen Metin bizim için ilginçti.Nasıl dikkatinizi çekti Metin, onu nasıl keşfettiniz?Biz film yapmak için Ankara’dan İstanbul’a taşındık. Bu süreçte uzun metraj bir film senaryosu yazmıştık. Bu senaryoyla uğraşırken komşumuz olan Metin’in her gün evinde söylediği şarkıları biz de dinliyorduk. Mutluluk üzerine düşünürken hikâye yavaş yavaş şekillendi.Şimdi bütün gazeteciler, televizyoncular onu bulup röportaj yapmak ister…Valla ne olur kimse bulmasın… Gerçekten çok naif bir adam ve dünyası bozulsun istemeyiz. Filmimizde bile oynamak istemedi. Aslında başrolde onun oynamasını istemiştik ama kabul etmedi. Çekimlerimizle bile hiç ilgilenmedi. Biz sürekli ona bilgi veriyorduk ama o, ilgilenmemeyi tercih etti.Filmin en güzel ve sevilen ayrıntılarından biri, Metin’in gömlekleriydi. Neredeyse bir mağaza dolusu rengarenk gömleği var, evinin ortasında açık askıda duruyorlar (üstteki büyük kare). Gerçek Metin de böyle mi?Evet gerçek Metin de böyle bir kişi. Gömlekleri ve belinde asılı radyosuyla... Metin’in evde kasetlere kaydettiği şarkıların sözlerini de Betül yazdı. Mesela “Yarin Olmazsa Olmazı Var’’ sevildi. “Kalbime söyle taş mı basayım/Verdiğin sözü nasıl unutayım/Ellerini böyle boş mu tutayım/Yarin olmazsa olmazı var/Kapılarını yalnızlık çalacak/Gözlerine kanlı yaşlar dolacak/Gönlüm seni elbet unutacak/Yarin olmazsa olmazı var.” beğenildi sanırım.Filmde, star yarışmalarının sahne arkasını gösteren, hatta yarışmacılarakarşı acımasızlığı eleştiren bir sahne vardı. Metin’in yarışmaya katılmaktan vazgeçmesinin nedeni bu muydu?Evet Metin’i o stüdyodan çıkaran, yarışmaya katılmaktan vazgeçiren temel sebep sahne arkasında insanlara yapılan muamele.Arabesk tutkunuMetin (37), İstanbul’da yaşayan bir erkek gündelikçidir. Kendi halinde, mutlu bir dünyası vardır. Arabesk müzik tutkunudur, şarkılar besteler. Metin’in küçük dünyası, İstanbul’a asker olarak gelen yeğeni Ümit’in ziyaretiyle değişir. Ama dünyasının asıl sarsılışı müşterisi Suzan Hanımlar’da birlikte çalıştığı Neslihan’ın evine gelmesiyle olur. En nihayetinde Metin’in hayatına giren iki kişi de kendi yollarına doğru giderler. Metin yine küçük dünyasında, yalnızlığıyla baş başa kalır. Bu sırada Metin’in hayatında ilginç bir gelişme olur, televizyondaki bir star yarışması onu konuk olarak çağırır.

20 Eylül 2014 Cumartesi

14 yılın şiiri, yeniden...

Can Bahadır Yüce, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü’nü aldığında 18 yaşındaydı.İlk kitabı Yaslı Mızıka yayınlandığında 19. Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Abdülkadir Budak gibi usta şairlerin övgüyle söz ettiği “olağanüstü yetenek” 2000 Altın Dize ve 2001 Nüzhet Erman şiir ödüllerine değer görüldü. Şiirlerindeki lirizm, duru söyleyişi ve şiir bilgisi ile dikkat çekti. “Dilin pusulasını elinde tutan şair” olarak kayıtlara geçti. İlk kitabından iki yıl sonra Uzakta Beyaz’ı (Can Yayınları, 2002) yayımladı. Yaslı Mızıka’daki şiirleri “çocukluğa veda” sayarsak, Uzakta Beyaz “olgunluğa adım”ın kitabıydı. Üçüncü kitabı Unuttum Dünya ise uzun bir aranın ardından, 2008 yılında yayımlandı. Bu süre zarfında imge dünyasını geliştirmiş, sözü daha da inceltmişti şair. Gelenekle moderni buluşturan bir (Şem’i’den ve William Wordsworth’tan iki alıntıyla açılıyor sayfalar) usta işi şiirlerle karşımızdaydı. Şiirlere, Salinger’dan Necatigil’e, Bachmann’dan Bediüzzaman’a yoğun bir çağrışım haritası eşlik ediyor. Ara ara şiirlerini dergilerde okusak da Yüce, yeni kitap yayımlamadı.Everest Yayınları, Can Bahadır Yüce’nin yaklaşık 14 yıla yayılan şiir serüveninin ürünü olan üç kitabını yeniden yayımladı. Yüce “Doğrusu, şiir kitaplarımın yeniden basılması gibi bir niyetim de beklentim de yoktu. Ama kitapları yan yana görünce yeni basımların isabetli bir fikir olduğuna karar verdim.” diyor ve bunun ne anlama geldiğini ise şöyle açıklıyor: “Her okur kuşağının beğenileri, eğilimleri, dünyaya bakışı farklı oluyor. Onların Türk edebiyatındaki süreklilikten haberdar olması için yeni basımlar önemli.”Can Bahadır Yüce, uzunca bir süredir Amerika’da yaşıyor. Sekiz yıldır Kitap Zamanı’nın editörlüğünü yürütüyor. Geçtiğimiz aylarda bu sayfada haftalık yazılara başladı. “Yeni kitap var mı?” sorumuza ise “Elimde şiirler var ama bunlar ne zaman bir kitap bütünlüğüne kavuşur, bekleyip göreceğiz.” cevabını veriyor. Can Bahadır Yüce ile yaptığımız söyleşi, 22 Eylül Pazartesi günü çıkacak Aksiyon dergisinde yer alıyor.

19 Eylül 2014 Cuma

Altın Koza’da yarışma heyecanı

21. Altın Koza Film Festivali’nde sona yaklaşıldı. Yarın akşam yapılacak törenle ödüller açıklanacak. Ulusal yarışmada yer alan ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’, ‘Nergis Hanım’, ‘Deniz Seviyesi’ ve ‘Silsile’ şimdilik festival seyircisinin beğenisine mazhar olan filmler. Jürinin kararını ise yarın gece öğreneceğiz.21. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde artık sona yaklaşıldı. Yarın akşam Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde yapılacak törenle ödüller dağıtılacak. Ulusal yarışma filmlerinden galası yapılmayan dört film kaldı. Balık (Derviş Zaim), İçimdeki Balık (Ertan Velimatti Alagöz), Yağmur Kıyamet Çiçeği (Onur Aydın) ve Yola Çıkmak (Evren Erdem) bugün Real Cinemaximum’da gösterilecek. Diğer 12 film arasında festival izleyicisinin en beğendikleri Neden Tarkovski Olamıyorum, Nergis Hanım, Deniz Seviyesi ve Silsile oldu. Bugün galası yapılacak filmler de sürpriz yapabilir. Altın Koza’nın sevilen ve konuşulan filmlerinin başında şimdilik ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’ bulunuyor. İsmiyle de merak uyandıran yapım, galası en dolu geçen filmdi. Gösterim sonrasında izleyiciler, yönetmen Murat Düzgünoğlu ve ekibini soru yağmuruna tuttu. Sorular Tarkovski filmlerinin ağırlığındaydı. Mesela “Filmin kahramanı Bahadır, her sabah uyanınca karşısında Tarkovski’nin ‘İlkelerine bir kez ihanet eden insan, hayatla olan saf ilişkisini yitirir.’ yazıyor. Ama babasının hayallerine müdahale ediyor, onu kararlarından vazgeçirmek istiyor. Bu çelişkili değil mi?” sorusuna Düzgünoğlu, ‘Bahadır böyle biri’ diye cevap verdi. Tarkovski’nin bir filmindeki sahnenin aynısı çekilerek başlayan Neden Tarkovski Olamıyorum, esprileri ve hikâyesiyle Altın Koza’nın en güçlü adayı olarak gösteriliyor.Festival değil ‘vizyon filmi’Görkem Şarkan’ın 33. İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü alan ‘Nergis Hanım’ı eleştirmenler beğenmese de kendileriyle empati kurulmasına vesile olduğu için özellikle yaşlı seyircilerin beğenisini kazandı. Filmin senaryosu, yönetmenin anneannesi ve dayısının gerçek hikâyesinden esinlenilerek yazılmış. Tek mekanda geçen filmdeki ev ise Şarkan’ın artık bakımevinde kalan anneannesinin evi.Süryani bir ailenin öyküsünü anlatan ve ülkemizde Süryanice çekilen ilk film olan ‘Gittiler: Sair ve Meçhul’, senaryosundaki kopukluk nedeniyle eleştirildi, görüntüleriyle öne çıktı. Filmin, İstanbul Film Festivali’nde 120 dakika olan süresi, Altın Koza’da 90 dakikaya düşürülmüş. Amerika’da okuyan ve orada yaşamaya devam eden Nisan Dağ ile Esra Saydam’ın ilk filmi ‘Deniz Seviyesi’, yaşanamamış aşkların acısını konu alan hikâyesiyle sevildi. Fakat ‘festival filmi’ değil de ‘vizyon filmi’ olması gerektiğini savunanlar da var. “Beni Sen Anlat” ise ne izleyiciler ne de eleştirmenlerin beğenisini kazanabildi. Film, “karton karakterleri, vahim dönem hataları, inandırıcı olmayan oyunculukları” ile festivalin zayıf filmlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Hatta neden yarışma filmleri arasına seçildiği de tartışma konusu oldu. Oyunculukları beğenilen ve ödüle aday görülen sanatçılar ise Tansu Biçer (Neden Tarkovski Olamıyorum), Damla Sönmez, Ahmet Rıfat Şungar (Deniz Seviyesi) ve Savaş Özdemir (Gittiler: Sair ve Meçhul).[Festivalde bugün ve yarın]Festivalde bugün, saat 11.00’de Büyük Sürmeli Oteli’nde Bora Gökşengil’in katılımıyla “Altın Koza Kısa Film Atölyesi-Kurgu” workshop’u yapılacak. Saat 15.00’te de aynı mekanda son yılların dikkat çeken görüntü yönetmenlerinden Gökhan Tiryaki sinemada görüntüyü anlatacak. Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nda ise “Sinemamızın 100. Yılında Yılmaz Güney” söyleşisi gerçekleştirilecek. Saat 15.00’teki söyleşinin katılımcıları Fatoş Güney’in kardeşi Yaşar Pütün, Abdurrahman Keskiner, Hikmet Taşdemir, Semir Arslanyürek. Akşam saat 20.30’da Çukurova Hayal Park Yanı’nda Mehmet Erdem’in konseri var. Yarın ise yine Büyük Sürmeli Oteli’nde saat 11.00’de Film Çekim workshop’u yapılacak. Saat 15.00’te Ömer Lütfi Akad’ın yönettiği Gelin filminin restore edilmiş hali Optimum AVM’deki Avşar Sinemaları’nda izlenebilecek. Gösterime oyunculardan Hülya Koçyiğit ve Fuad Erman katılacak.

18 Eylül 2014 Perşembe

Üsküdarlı Hoca Ali Rıza, İzmir’de

Yaklaşık 5 bin İstanbul peyzajı yapan ve daha çok Üsküdar ressamı olarak bilinen Türk resminin öncü isimlerinden Hoca Ali Rıza’nın 144 eseri, İzmir Arkas Sanat Galerisi’nde önceki gün sergilenmeye başladı. 14’ü Arkas Holding’e, 33’ü Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’a, 50’si sanatçının ailesine ait çok sayıda eserin yer aldığı sergi üç ay açık kalacak.Türk resminin öncü isimlerinden Hoca Ali Rıza diyor ki, “İnsan ruhunu yücelten üç unsur vardır. Resim, müzik ve şiir.” 1858-1930 yılları arasında yaşayan Hoca Ali Rıza, 5-6 yaşından itibaren kendini resme adamış ve vefat edene kadar büyük bir tutkuyla doğayı resmetmiş. Bugün ondan geriye başta desenleri olmak üzere 5 bin eser kalmış. 1800’lü yılların sonu, 1900’lerin başındaki İstanbul’a dair pek çok manzarayı, dönemin şehir hayatına dair ayrıntıları onun eserlerinde görmek mümkün. Özellikle Üsküdar resimlerini seyredip bugünle karşılaştırınca hayrete düşüyorsunuz. Doğduğu Ahmediye Mahallesi ve emeklilik dönemini yaşadığı Ayazma, Acıbadem, Şemsi Paşa, Bulgurlu, İhsaniye, Burhaniye, Ümraniye peyzajları günümüzün herhangi bir Anadolu kasabasından çekilmiş birer kare gibi. Kendi mahallesi dışında Kızıltoprak, Kanlıca, Beykoz peyzajları, Çubuklu sırtlarından Boğaz görünümleri de onun kalemi ve fırçası sayesinde bugünlere ulaşmış. Ali Rıza Bey, resme öylesine tutkuyla bağlanmış ki, öğrencilerinden Şeref Akdik ardından, “Resmi bir ibadet gibi yapardı.” cümlesini kuruyor.Sanatından para kazanmayı aklının ucundan bile geçirmemiş fakat oldukça bonkör bir ressam Hoca Ali Rıza. Bu yüzden iki yakası bir araya gelmiyor. 47 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra emekli olunca kıt kanaat geçinebiliyor. O zamanın yüksekokullar müdürü olan komşusu Fuat Şemsi Bey, “Hocam bunca eseriniz var, satın ve biraz rahat edin bu yaşta. Daha iyi malzeme alın, daha çok resim yapın.” diyor bir gün. Hoca ne cevap verse beğenirsiniz: “Utanırım, ben kimseye bir şey söyleyemem ama sen bana bu işi öğret.” Fuat Şemsi Bey, Hoca Ali Rıza’ya satış yaparken söyleyeceği cümleleri, ezberlemesi için bir kağıda döküyor. O küçük paragrafta şöyle yazıyor: “Bu tablo bir emek mahsulüdür, mademki yoruluyorum, mademki malzeme sarf ediyorum bu resmi şu fiyata satıyorum.” Böylece yavaş yavaş resim satmaya başlamış sanatçı. Yine öğrencilerinden, Sami Yetik onunla ilgili “Yapacağı resim, elindeki kağıtta mevcutmuş gibi, bizim görmeyen gözlerimizin önünden bir perdeyi kurşun kaleminin ucuyla kaldırırdı ve aslında, altında var olan bir resmi ortaya çıkarırdı.” diyor. Öylesine maharetli, öylesine yetkin ve öylesine etkileyici tabloları.28 yıl Harbiye Mektebi’nde olmak üzere hayatı boyunca resim öğreten Hoca Ali Rıza, kendisinden sonra gelen Sami Yetik, Üsküdarlı Cevdet, Mehmet Ali Laga, Ahmet Ziya gibi asker ressamlar kuşağının yetişmesinde önemi rol üstleniyor. İzmir’deki sergide, sanatçının yağlıboya, guaj ve suluboya çalışmalarından nadide eserler yer alıyor. Arkas Holding ve Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık işbirliği ile açılan Hoca Ali Rıza (1858-1930) sergisi 16 Aralık’a kadar görülebilir.‘Hürmeti hak ediyor’Lucian Arkas (Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı): “Bu sergiyle Hoca Ali Rıza’ya hürmet etmek istiyorum ben. Bunca eser vermiş, pek çok değerli sanatçı yetiştirmiş bir hoca hürmetimizi hak ediyor. Onun gibi sanatçılar sayesinde Türk resmi bir yerlere gelebildi, sonrası devam etti. Öncüdür, ekoldür, okuldur...”Tülay Güngen (Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Genel Müdürü): “Hoca Ali Rıza için hakikaten çok çalıştık. İlk defa 1988’de Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde bir sergisini açtık. 89’da o sergiyi Bursa’ya, 1990’da İzmir’e götürdük. Hakkında iki kitap hazırladık. Yapı Kredi’nin koleksiyonunda 260 kadar deseni var, bir de bu sergide görülebilecek “İftar Sofrası” adlı natürmort bulunuyor. Bu tablo çok önemli çünkü Hoca Ali Rıza, daha çok peyzaj yapmış, natürmortları çok az.”

17 Eylül 2014 Çarşamba

Erbabından kaleme övgü

Feridun Andaç, yazarların kaleme ilişkin hikâyelerini anlattıkları bir kitap derledi: “Kalem Kitabı”. Varlık Yayınları tarafından neşredilen kitapta, 1923 doğumlu Hıfzı Topuz’dan 1974 doğumlu Faruk Duman’a kadar günümüz edebiyatından tanınmış 45 yazar yer alıyor.Sümerler yazıyı M.Ö. 3200 yılında keşfetti. Fenikeliler M.Ö. 1200’de alfabeyi geliştirdi. Yunanlılar tarafından kaleme alınan ilk el yazısı 4000 yıl önceye ait. Kaleme gelince, kurşunkalemin yapımı ile ilgili ilk buluntular 1660 yılına dayanıyor. Yazıyla, yazının araçlarıyla ilgili bilgi neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Peki, edebiyat dünyasından isimlerin kalemle, bu ister dolmakalem olsun, ister tükenmez ya da kara uçlu bir kurşunkalem, hikâyesi nedir? Kişisel yazı yolculuklarında kalemin yeri, önemi, ağırlığı nasıldır? Aynı zamanda bir kalem koleksiyoneri olan editör ve eleştirmen Feridun Andaç, Varlık Yayınları’ndan çıkan “Kalem Kitabı”nda günümüz edebiyatından tanınmış 45 yazar ve şaire kalemle olan öykülerini sordu.Türlü çeşit dolmakalemle, kurşunkalemle baba evindeki yazı masasında tanışanlar da var, yalan söyleyerek aldıranlar da. Bu hikâyelerden en çarpıcısı belki Adnan Binyazar’ınki. Çıraklık ettiği aşçı dükkânının ustası yollamadığı için 8 yaşında hâlâ okula başlayamamış, aklı hep hayal ettiği kalemde... Bahşişlerini ustası elinden aldığı için biriktirme şansı da yok. Öyle böyle kafaya koymuş Binyazar, bahşişlerin bir kısmını ustasından saklamayı başarmış ve ilk kalemini iki buçuk liraya almış 1942’de. Ustası görmesin diye arka cebinde sakladığı, orada mı diye sıklıkla eliyle kontrol ettiği kalemini tek satır yazamadan kaybeder yazar. Bundan sonra geçen 72 yıldır da o ilk kaybın acısını hiç unutmaz. Haydar Ergülen, kalemle ilişkisini, gelişen teknolojiye göz kırpmadığını, “Her şeyi, ama her şeyi kalemle yazdım.” diyerek anlatıyor. Kalemle derin bir bağ kuran, nesne olarak onu hayatının ayrılmaz bir parçası haline getiren isimlerden bir diğeri de Nazlı Eray. Ankara’da yeni bir romana başlamadan önce kalemlerini aldığı özel dükkânları var Eray’ın, üstelik her yeni yıl gecesi, yastığının altında yeni bir kalem olmadan da uykuya geçmiyor. Buna benzer bir durum Cemil Kavukçu’da da görülüyor. Kalemlere olan tutkusu öyle bir noktada ki yazarın, kaldığı otellerden ayrılırken komodinin üstündeki kurşunkalemi orada bırakmayıp yanında götürüyor. Dolmakalemlere tutkusu ve zengin koleksiyonuyla tanınan Doğan Hızlan ise, “İri dolmakalemleri kutuda seyretmekten hoşlanırım, yazmaya gelince küçükleri tercih ederim.” diyor.Dolmakalem bir yana diğerleri bir yana“Dolmakalemle yazılan el yazısının güzelliği, o yazıya bir tür hüsn-ü hat disiplini verir.” diyor Hilmi Yavuz, hep dolmakalemle yazdığını anlatırken. 91 yaşındaki yazar Hıfzı Topuz da lise yıllarında dolmakalemle yazdığı defterlerini bile sakladığını ve bütün romanlarını dolmakalemle yazdığını anlatıyor. Bir dolmakaleme sahip olmanın, hele de kolay alınabilir olmadığı zamanlarda, onu elinde tutabilmenin önemini de görüyoruz yazılarda. Necati Tosuner örneğin, babasının hediye ettiği yeşil dikey çizgili dolmakalemi kaybettiğinde artık bir şey yazamayacağını zannetmiş.Dolmakalemlere tutkuyla bağlı olanlar kadar ondan uzak duranlar da var elbette. Faruk Duman mesela. Dolmakalemin yargıçlara özgü bir gereç olduğunu düşündüğü için hayatı boyunca böyle bir kalemle yazmamış “Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur”un yazarı. Nursel Duruel de öyle dolmakalemle pek arası ısınamamışlardan. Onun vazgeçilmezi, ilkokula başladığı yıllardan beri kurşunkalem.“Kısalınca fırlatır atarsın”Yazarların hikâyelerini, romanlarını, şiirlerini aktarmalarında en önemli vazifeyi kalemler üstlenir. Belki bu sebepten, kitapta yer alan hemen herkeste kalemle olan kuvvetli ya da zayıf bir bağ görmek mümkün, tek bir isim hariç! Kalemlerle kurulan duygusal bağa Hatice Meryem kesin bir dille karşı çıkıyor: “Bana kalırsa, yazarsın çizersin boyu kısalıp tutulamayacak hale gelince fırlatıp atarsın. Kalem budur.” İlla bir nesneye mana yüklemek istiyorsanız diyor Meryem, cımbızdan kepçeye, kulak pamuğundan avizeye binbir nesne ne güne duruyor?

16 Eylül 2014 Salı

Toronto’da ‘Yapay Oyun’ kazandı

Ödüllerin seyirci oylarıyla belirlendiği Toronto Film Festivali’nde en iyi filme verilen ‘Seyirci Ödülü’nü ‘Yapay Oyun’ kazandı. Film, bu ödülle 22 Şubat 2015’te yapılacak 87. Oscar Ödülleri’nde yarışacağı muhtemel rakiplerinin bir adım önüne geçmiş oldu.Festivaller arasında ‘Oscar’ın habercisi’ olarak nam salan Toronto Film Festivali, önceki akşam düzenlenen kapanış ve ödül töreni ile sona erdi. 39. kez düzenlenen festivalin bu yılki galibi Norveçli yönetmen Morten Tyldum imzalı ‘Yapay Oyun / The Imitation Game’ oldu. Çoğu festivalin aksine jüri üyeleriyle değil seyirci oylarıyla ödüllerin verildiği Toronto’da en iyi filme verilen ‘Seyirci Ödülü’nü kazanan ‘Yapay Oyun’, ünlü matematikçi ve kriptolog Alan Turing’in hayatını konu ediniyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanların şifreli haberleşme sistemi Enigma’nın kodlarını çözen Turing’in Nazileri durdurmasının hikâyesini anlatan filmde son dönemin parlayan oyuncusu Benedict Cumberbatch ile Keira Knightley başrolleri paylaşıyor.‘Yapay Oyun’, bu ödülle 22 Şubat 2015’te yapılacak 87. Oscar Ödülleri’nde yarışacağı muhtemel rakiplerinin bir adım önüne geçmiş oldu. Zira son yıllarda, Oscar yarışında yer alacak yapımların ödül aldığı Toronto Film Festivali’nde en iyi film ödülü alan ‘Zoraki Kral’, ‘Milyoner’, ‘12 Yıllık Esaret’ ve ‘Artist’ gibi filmlerin Oscar ödüllerinde de ‘en iyi’ seçilmesi dikkatleri Toronto’ya çevirmişti.OSCAR’DA BİR ADIM ÖNDEFestivalde En İyi Belgesel Ödülü, Hajooj Kuka imzalı Sudan yapımı ‘The Beats of the Antonov’ filmine giderken, Geceyarısı Çılgınlığı Bölümü’nde seyircinin takdiri Yeni Zelanda yapımı ‘Gölgede Ne Yapıyoruz? / What We Do in the Shadows’ filmi oldu. Kanada yapımı en iyi film ‘Felix ve Meira’ seçilirken, Kanada yapımı en iyi ilk film ödülü ‘Bang Bang Baby’ filmiyle Jeffrey St. Jules’e verildi. En İyi Asya Filmi Hindistan yapımı ‘Margarita, with a Straw’, Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği’nin (FIPRESCI) Keşif Ödülü’ne ise Fransız yapımı ‘Allah Fransa’yı Korusun’ adlı film layık görüldü.400’e yakın filmin gösterildiği festivalde, Oscar yarışında iddialı olması beklenen bazı yapımların ödül listesinde yer almaması sürpriz sayılabilir. Berlin’den ödülle dönen ve özellikle ABD’li sinema eleştirmenlerinin şimdiden başyapıt ilan ettiği ‘Boyhood’ bunlardan biri. Richard Linklater’ın 12 yılda çektiği, bir çocuğun yetişkinliğe geçişini ele alan film, festivalden ödülsüz döndü. ‘Capote’ filmiyle Oscar’ın kıyısından dönen Bennett Miller’ın yönettiği ve başrollerde Steve Carell, Channing Tatum ve Mark Ruffalo’nun yer aldığı ‘Foxcatcher’ da Toronto’dan ödülsüz dönen bir diğer film. David Dobkin’in yönettiği, başrollerinde Robert Duval, Robert Downey Jr. ve Vera Farmiga’nın yer aldığı ‘Yargıç / The Judge’ filminin gösterimiyle 4 Eylül’de başlayan festival, Hollywood yıldızlarının da akınına uğradı. Michael Douglas, Dustin Hoffman, Jennifer Aniston, Denzel Washington, Kate Winslet ve Kevin Costner gibi yıldızların yanı sıra Al Pacino da festivale katılanlar arasındaydı. Hatta Al Pacino’nun ‘Yıldız Savaşları’ ile ilgili açıklaması festivale damgasını vurdu. Usta oyuncu, Yıldız Savaşları serisinin ilk filminde Harrison Ford’un oynadığı Han Solo rolünün önce kendisine teklif edildiğini ancak “senaryoyu anlamadığı” için reddettiğini açıklamıştı.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Türkiye'nin ilk müzik yapım firması yeniden kuruluyor

Bugünlerde herkesin başı telif haklarıyla dertte. Türk müziğinin önemli bestecilerinden Attila Özdemiroğlu, 1980'de müziklerini yaptığı Yedi Kocalı Hürmüz müzikalinin telif sorunuyla uğraşıyor.Bir yandan da eski ortağı Şanar Yurdatapan ile 1972'de kurdukları Türkiye'nin ilk müzik yapım şirketi ŞAT Yapım'ı hayata geçirmeye çalışıyorlar. Özdemiroğlu ile hem yeni projelerini hem de Müzik Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) başkan yardımcısı olarak, telif haklarıyla ilgili tartışmaları konuştuk.Attila Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan, Türk müziğine bugüne kadar önemli katkıları olan iki isim. Firuze, Rakkas, Kalbim Egede Kaldı, Hasret gibi şarkıların bestecisi Özdemiroğlu, Ajda Pekkan'dan Nilüfer'e, Sezen Aksu'dan Kayahan'a birçok sanatçı ile çalıştı. 7 kez Altın Portakal ödülü aldı. Melike Demirağ'ın seslendirdiği 'Arkadaş' şarkısının bestecisi ve söz yazarı Şanar Yurdatapan ise 100'den fazla esere imza attı. Onun da Türk müziğine önemli katkıları oldu. Fakat her iki sanatçı da epeydir müzikten uzaktılar. Hatta Yurdatapan, elini ayağını çekmişti. Artık eski iki dost, aktif bir şekilde müziğe dönüyorlar. 1972 yılında birlikte kurdukları Türkiye'nin ilk müzik yapım firması ŞAT Yapım'ı yeniden hayata geçirecekler. Şanar'ın ŞA'sı ile Attila'nın AT'ı birleştirilerek kurulan ŞAT Yapım'da 1979'a kadar Sezen Aksu, Rüçhan Çamay, Yasemin Kumral, Nilüfer, Esmeray, Melike Demirağ, Banu ve daha pek çok sanatçının müzik dünyasına adım atmasını sağlayan plak prodüksiyonlarını hazırladılar. Plaklardaki şarkı düzenlemelerinin çoğunu Özdemiroğlu ve Yurdatapan yapmıştı. Olmaz Olsun Cüzdanımda Milyonlar, Para Para Para, Unutama Beni, Kaç Yıl Geçti Aradan, Bim Bam Bom, Arkadaş, Ne Haber, Ölsem de Bir Kalsam da Bir ŞAT Yapım'da hazırlanan plaklardan bazıları. Özdemiroğlu, kurulumu henüz başlangıç aşamasında olan ŞAT Yapım'la ilgili dilimize bir parça bal çaldıktan sonra 1980'de müziklerini yazdığı Yedi Kocalı Hürmüz müzikali ve MESAM başkan yardımcısı olarak tüm müzik eserleri hakkında yaşadıkları telif sorunlarını anlattı. Yedi Kocalı Hürmüz, opera ve baleye uyarlanıyormuş. Ama telif sorunu olduğunu öğrendik, doğru mu? Evet, doğru. Samsun Devlet Opera Balesi, müziklerini bestelediğim Yedi Kocalı Hürmüz müzikalini opera ve baleye uyarlamak istiyor bu yıl. Bence daha mantıklı çünkü müzikleri o formatta yazmıştım. Çok sesli Türk müziği koroları var içinde. İlk ne zaman sahnelenmişti müzikal? 1979'da büyük bir kadro ile Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda oynandı. 80 metre büyüklüğünde bir Üsküdar mahallesi kurduk sahneye. Adile Naşit, Turgut Boralı, Altan Erbulak, Ayşen Gruda, İlyas Salman aklınıza gelen ne kadar efsane tiyatrocu varsa oynadı. Cüneyt Gökçer sahneye koydu, Ayten Gökçer, Cihan Önal başroldeydi. 38 kişilik orkestrayı üç gün ben yönettim, benden sonra İtalyan şef. Yaz boyu her gün 5 bin kişi izlemeye geldi müzikali… O yıllarda televizyonda da yayınlanmıştı müzikal, çok sevilmişti. Peki sonra ne oldu? Müzikalin bütün notalarını Devlet Tiyatroları'na (DT) teslim etmiştim. Sanıyorum orada sahip mi çıkamadılar artık nedir bilmiyorum, notalar kaybolmuş. Aslında bu koca bir eser, içinde 23 tane müzik var. Ama Tanrım şarkısıyla biliniyor sadece. Çünkü sonradan tiyatro eseri olarak sadece bu şarkıyla sahneye koydular. Samsun ‘biz tüm bestelerinizi kullanarak hepsini oynamak istiyoruz' deyince tamam dedim, gerekirse yeniden yazarım, ama siz gene de bir bakın DT'nin arşivine, az da olsa bir nota kaldıysa sıfırdan yazmayayım. Siz de kopyası yok muydu? O zaman henüz bilgisayar, nota programları yok, her şey elle yazılıyor. Yazıp teslim etmişim. Nasılsa DT'de var, arşivde duruyor diye düşünüyorum. Çünkü DT'ye eserler, kurul kararıyla kabul ediliyor ve artık kurumun repertuvar malı oluyor, daha güvenilirdi. En son AKM'deydi notalar, oradan nereye gitti bilmiyoruz, araştıracaklar. Eğer bulunursa tüm notalar, 2014-2015 sezonunda opera ve bale olarak mı sahnelenecek? Daha sahnelenip sahnelenmeyeceği belli değil. Çünkü yine telif meselesi ile karşı karşıyayız. Nedir bu olay? Yedi Kocalı Hürmüz aslında bir tiyatro eseridir ve yazarı değerli tiyatro yazarımız rahmetli Sadık Şendil'dir. Eserin telif haklarını Onk Ajans takip ediyor. Sadık abinin metnini, kendisinin izniyle, Sevgi Sanlı müzikal formu için librettosunu yeniden yazdı. Şimdi Sadık abinin mirasçıları, Onk Ajans aracılığıyla Sevgi Sanlı'nın ismini eserden çıkarmamızı istedi. Neden çıkarmak istiyorlar? Bilmiyorum. Adını çıkarmamız mümkün değil. Müzikaldeki en sevilen “Tanrım” şarkısının sözlerini Sevgi abla yazdı. Bunun üzerine DT, müzikale yeniden söz yazmamızı istedi. Ben de kabul etmedim. Böyle bir çıkmazdayız. Eserin bu müzikal formu artık sadece Sadık Şendil'in değil, Sadık abinin tiyatro eseri üzerine benim müziklerim ve Sevgi ablanın müzikale uyarladığı metni ile yeni bir form. Fakat mirasçıları, eserde Sevgi Sanlı'nın adını istemiyor. O zaman da çok beğenilen bu müzikal formu tarihe gömülecek. Vârislerin, eser üzerinde çok fazla söz hakkı var. Olmalı mı, olmamalı mı? Uluslararası imzaladığımız yasaya göre eser, onu yaratanındır. Ama şu andaki yasada MÜYAP (yapımcılar) ve MÜYORBİR (yorumcular), aynen eser sahibi gibi izin hakkına sahip. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir şeye sahipler. Nasıl oldu bu? Menfaat grupları girdiler araya, yasanın 81. maddesini ezip büzüp yönetmeliklerde bakanlık birdenbire hak sahibi olarak dört hak sahibi ikdas etti. Aslında komşu hakları var ama izin hakları bir tek Türkiye'de var. Bu yasanın varlık amacına aykırı bir durum. Siz uzun yıllar, UNESCO'nun çatısı altında bulunan dünya entelektüel fikri hak organizasyonuna bağlı Uluslararası Eser Sahipleri Birlikleri Konfederasyonu (CISAC) ile çalıştınız. Telif hakları konusunda oldukça tecrübelisiniz. Ülkemizde telif hakları meselesi niye bu kadar tartışmalı, yasada bir sorun mu var? 1951'de kabul edilen telif hakları yasası gayet basit, kolay, anlaşılır. Karmaşık hale getiren menfaat gruplarının elinde yasanın iğdiş edilmesi. Bir de bilgisiz ve bilinçsiz bürokratlar da var işin içinde. Şöyle ki; yönetmelikleri bakan hazırlamıyor, bürokratlar hazırlıyor. Ve sonunda öyle bir şeyle karşılaşıyorsunuz ki, -bizde şu anda olduğu gibi- telif hakları yasası sanki eser sahibi için değil de, sadece yapımcılar ve icracılar için var. Yasanın tek amacı bilim ve sanat eseri üretimini teşvik ederek insanlığın yararına sunmaktır. Çıkar grupları kim, tam olarak ne yapmak istiyorlar? Müzik sektörü için söyleyeyim. 70'li, 80'li yıllarda Türkiye'nin bütün müziği Unkapanı'nda üretiliyordu. Bunlar eser sahibini çok fazla sömüren gruplardı. Yasa komisyonlarına baskı yaparlardı. Orada adamları vardı. MESAM başkanı iken ben de bir kere çağrıldım komisyona. Üç ay çalıştım. Bazen dışarıdan uzman kişiler çağırıyorlar. Bu baskı olayını orada canlı olarak yaşadım. Bazıları çok ısrarlı, diyorum ki, “bu yasada yok, uluslararası sözleşmemize ve anayasamıza aykırı.” Ama hayır, ısrar ediyorlar. Bir kelime değiştirerek, yasanın yönünü kendi menfaatlerine çeviriyorlar. Çıkar ve menfaat grupları yayıncılık sektöründe de var. Fikir ve sanat yasasının asıl amacı nedir, galiba bunu kimse anlamıyor. İlk amacı eseri korumak ve yayılmasını sağlamak. Medeniyet, bilim, teknoloji ve sanat üretimi el ele gelişiyor. İkincisi, eser üreteni korumaktır. Müzik eserim artık benden çıktıktan sonra her yerde çalınıyor. İnternette dolaşıyor, televizyonlar çalıyor, gece kulüpleri çalıyor, herkes para kazanıyor. Ben ne olacağım? Yasanın amacı aslında beni korumak olacakken öyle bir hale getirdiler ki, MESAM'dan bu yıl bana ilk altı ayda yapılan telif ödemesi 2.500 TL. Bütün film müziklerimden, diğer bestelerimden kazandığım para bu. Yasa ve yönetmelikler böyle çarpıtılırsa sonuç da böyle oluyor. Meslek birlikleri öncelikle yasa ve yönetmelikler engelinden tam verimli çalışmıyor. Şu an tekrar MESAM'ın yönetim kurulundayım ve bunun savaşını veriyorum. Kültür Bakanı'nın, aslında öncelikle artık anayasa ihlali durumuna dönüşen bu durumla ilgilenmesi gerekiyor. MESAM'da kavga veriyorum dediniz, ne kavgası? Umuma müzik yayını yapan ve bundan para kazanan işyerleri yasa ile zorunlu olmasına rağmen meslek birlikleriyle sözleşme yapmıyor. Mesela Flash TV'nin yıllardır hiçbir sözleşmesi yok. Yıllardır eserlerimizi kullanıyor, hiç kimseye telif ödemiyor. RTÜK'ün bunu yasaklaması, lisansını iptal etmesi lazım, etmiyor. Kültür Bakanı'nın bu ciddi sorunlar ile de ilgilenmesi gerek. Bu olumsuzluklara ilişkin bir girişimine tanık olmadım. 1951 yılında yapılan 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun 47. maddesinde bir değişiklik yapıldı yakın zamanda. Yasaya göre bakanlık bazı eserleri (kitap, albüm vs.) kendisi yayımlayacak. Müzik sektörüne nasıl yansıdı bu değişiklik? Önce yasanın amacını kavranabilse, Anayasa'nın 27'nci maddesinde bu belirtilmiştir. Konuşulanlara göre yaptıkları yasa değişikliğinden sonra kendi yayımladıkları eserin satışından elde edilecek gelirin yüzde 70'ine el koyulması tasarlanıyor. Yasada geçen “Bu gelirin hangi gayelere tahsis edileceğine Bakanlar Kurulu karar verecek.” ifadesi, aslında bunun kanıtı. Bu yasanın özünü de hayattan kaldırma girişimidir. Bakın ben size daha gerçek bir şey söyleyeyim. Tabii buyrun, nedir? Müzik eserleri sahiplerinin geçen yılki toplam telif geliri 20 milyon Euro (2013 rakamı). Bu sene daha da düştü. Yani oteller, diskotekler, umumi işyerleri, televizyonlar, her yerden toplanan toplam parayı söylüyorum size. Bütün Türkiye çapında, bütün sanatçılar için toplanan telif parası bu. Yanımızdaki 10 milyonluk Yunanistan'da bu rakam 140 milyon Euro. Daha utanç verici rakamlar var. Romanya bizden sonra yani 1989'dan sonra telif ödemelerine başladı, yıllık 84 milyon Euro telif topluyor. MESAM ve MSG ne kadar topladı? Bu bir utanç meselesi. Örnek verdiğim ülkelere bakın, bir de bize bakın. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve diğer tüm bakanlar bu konuyu gündeme getirdiğimizde 'Turizme darbe mi vuracaksınız?' diyebiliyorlar. Vizyon bu.

12 Eylül 2014 Cuma

Casusun emeklisi olmaz

‘Hedefteki Adam’, Amerikalı gazeteci ve yazar Bill Granger’ın 1979-1993 arasında yayımlanan 15 kitaplık casusluk romanı serisinden uyarlama. Casusluk hikâyelerinin bütün klişelerini kullanan film, emekli bir CIA ajanının sahalara dönmesiyle eski defterlerin yeniden açılmasını konu ediniyor.‘Yalnız ve güzel ülke’mizin yöneticileri yok saymaya, kulağının üstüne yatmaya devam etse de istihbarat dünyası sinema marifetiyle gündemimize girmeye devam ediyor. Geçtiğimiz hafta Philip Seymour Hoffman’ın beyazperdede son kez göründüğü ‘İnsan Avı / A Most Wanted Man’, 2005’ten bu yana (öncesi var mı, yok mu ayrı bir mesele) bizi dinlediği ortaya çıkan iki ülkenin, Amerika ile Almanya’nın istihbarat savaşlarını konu alıyordu. Bu haftanın mönüsünde ise ‘Hedefteki Adam / The November Man’ var. Neyse ki, bu kez işin içinde bir Türk aile yok!Casusluk hikâyelerinin klişelerini bol kepçe seyircinin yüzüne boca eden ‘Hedefteki Adam’, emekli bir CIA ajanının sahalara dönmesiyle birlikte eski defterlerin açılmasını konu ediniyor. Eski CIA ajanı Peter Devereaux (Pierce Brosnan), Lozan’daki mekânında gözlerden ırak, emekliliğin tadını çıkarırken, halen görevde olan dostu John Hanley’nin teklifini reddedemez: Rusya’nın yeni devlet başkanı olması beklenen Arkady Federov’un (Lazar Ristovski) karanlık geçmişine dair çok önemli bilgilere sahip Alice Fournier (Olga Kurylenko) adlı tanığı korumak. Bir süre sonra Peter, bu görevin kendisini eski ‘talebesi’ David Mason (Luke Bracey) karşısında hedef durumuna soktuğunu fark eder. Olaylar ilerledikçe, istihbarat dünyasının olmazsa olmazı köstebeklerin ikili oyunları Deveroux ve Mason’ın karşısına çıkar.‘Hedefteki Adam’, Amerikalı gazeteci ve yazar Bill Granger’ın 1979-1993 arası yayımlanan 15 kitaplık casusluk romanı serisinden uyarlama. Film, her ne kadar orijinal adını (The November Man) serinin ilk kitabından alsa da senaryo, 1987’de yayımlanan ‘There Are No Spies’ romanına dayanıyor. Yaklaşık 40 yıl gazetecilik yapan Bill Granger’ın ‘espiyonaj yazarlığı’ için, Bourne serisinin yazarı Robert Ludlum’un birkaç gömlek altı dersek kafada az çok bir profil oluşur. Belki de bu yüzden, ‘Hedefteki Adam’ da Bourne serisinin ilk üç filminin bir hayli gerisinde.YETİŞ YA BOND!Bourne serisine benzeme çabası filmi izleyince ortaya çıksa da ilk başta, Pierce Brosnan’dan dolayı Bond filmleri akla geliyor. Malum, Brosnan, 80’lerde yanlış tercihler sonucu tıkanan seriyi 90’larda tazelemekle kalmamış, 2000’lere taşımıştı. Gerçi, ilk kez 007 olduğu ‘Altın Göz’ (1995) dışında diğer üç filmi Bond serisinin en kötüleri arasındaki yerini aldı ama yine de Brosnan’ın bu ‘efsane’ ajana verdiği emekler yabana atılmamalı. ‘Hedefteki Adam’ı, gözden düşmüş bir Bond’un yahut Bond oyuncusunun çırpınışı olarak izleyebiliriz. Akıllı dokunuşlar ve mizah desteği ile (hiç olmazsa birkaç zarif gönderme) yönetmen ve senaristler de meseleye böyle bakabilirmiş ama nerede o incelik!Casus filmi klişelerin en ham haliyle perdeye geldiği ‘Hedefteki Adam’, bu türün kilit unsuru ‘akıl oyunları’nı ise en yavan şekliyle işliyor. Karakter geçmişlerinde ve gelişimlerindeki mantık hataları, sıradan olay örgüsünde bile kendini gösteriyor. Belli ki yönetmen, kendisinin ilgilenmediği bu incelikleri, seyircinin de dert etmemesini umut ediyor. Casus öykülerinin biçim açısından vazgeçilmez özelliği ‘atmosfer’ çalışması neredeyse yok. Yönetmenin ve görüntü yönetmeninin, istihbarat dünyasının tekinsizliğine dair, mekân kurma, mizansen oluşturma gibi bir çabasını göremiyoruz. Haliyle film ekibinin bütün enerjisi araba takip ve aksiyon sahnelerine yoğunlaşıyor.Oyunculuklar açısından Pierce Brosnan, Bond günlerinin geride kaldığına bizi ikna etse de, kaşını kaldırıp buğulu ve umursamaz bir bakış atınca “Bende hâlâ Bond havası var” dedirtiyor; doğruya doğru! Olga Kurylenko’nun ‘Quantum of Solace’ta (2008) yeni Bond Daniel Craig ile oynadığını hatırlayınca filmin Bond’un nostaljisinden medet uman tercihleri daha acınası bir hal alıyor. Öte yandan, ‘Tito ve Ben’in (1992) unutulmazı, ‘Yeraltı’nın (1995) Blacky’si, Sırp oyuncu Lazar Ristovski’yi basmakalıp bir karakterde de olsa tekrar izlemek… İşte, 108 dakika boyunca yediğimiz bir çuval keçiboynuzundan geriye kalan 2 gram’lık bal bu olsa gerek!HEDEFTEKİ ADAMTHE NOVEMBER MANYÖNETMENROGER DONALDSONOYUNCULARPIERCE BROSNANOLGA KURYLENKOLuke Bracey

10 Eylül 2014 Çarşamba

‘Yasaklı Kitaplar Haftası’ bizde de kutlansa...

Amerika'da okuma özgürlüğüne karşı senelerdir kutlanan bir etkinlik var: Yasaklı Kitaplar Haftası. Bu yıl 21-27 Eylül arasında kutlanacak olan hafta; kitapseverleri, yayıncıları, kütüphanecileri, kitabevlerini, gazetecileri ve öğretmenleri düşünce özgürlüğü için bir araya getiriyor.Risale-i Nur Külliyatı’nın hak sahiplerinden izin alınmaksızın yayımlandığı bahanesiyle, Kültür Bakanlığı’nın yayıncılara bandrol vermemesi hâlâ devam ediyor. Basımı bir nevi duran Risale-i Nur’lara uygulanan bu akıl almaz uygulama, devletin bu eserleri kamu malı sayarak tekeline almasına doğru ilerliyor. Senelerdir hiçbir sıkıntı yaşanmadan basılan Risale-i Nur’ların, bir anlamda yasaklı kitaplar listesine girdiği söylenebilir, zira devlet inisiyatifine bırakılan bu yayımlama özgürlüğünün ne kadar süreceği ve bu kitapları basmak isteyen yayıncılar için nasıl bir yol bulunacağı, tam bir bilmeceye dönmüş durumda.Devletin yayınevlerine Risaleleri yayımlama engeli süredursun, Amerika’da okuma ve yayımlama özgürlüğüne dikkat çekmek için senelerdir kutlanan ‘Yasaklı Kitaplar Haftası’ için gün sayılıyor. 1982’den bu yana okullarda ve kütüphanelerde bulunan kitaplara karşı başlatılan çeşitli yargılama ve tartışmalara bir tepki olarak doğan hafta kapsamında her yıl bir tema belirlenerek çeşitli etkinlikler düzenleniyor. 21-27 Eylül arasında kutlanacak olan haftanın bu yılki teması, çizgi romanlar. Bilgiye serbest erişimin değerini vurgulayan etkinlik kitapseverleri, yayıncıları, kütüphanecileri, kitabevlerini, yazarları, gazetecileri ve öğretmenleri her türlü bilgiye ulaşma ve düşünceyi ifade etme özgürlüğü için bir araya getirmeyi amaçlıyor.YASAKLI KİTAPLARI SESLİ OKUMA EYLEMİBirliğin hazırladığı listeye göre, ABD’de geçtiğimiz yıl ve bu senenin ortaları kadar yaklaşık 350 kitap kütüphanelerde ve okullarda sansürlendi. Etkinlik kapsamında her yıl, o yılın en çok yasakla karşılaşan on kitabı seçilerek okuma etkinliği düzenleniyor. Bu yıl engellemeyle karşılaşan kitaplar arasında şunlar yer alıyor: Isabel Allende, The House of the Spirits; Margaret Atwood, The Handmaid’s Tale; Anne Frank, The Diary of a Young Girl, Toni Morrison, Bluest Eye, Suzanne Collins, The Hunger Games, Jeff Smith, Bone... Amerikan Kütüphaneler Birliği’nin öncülüğünde kutlanan Yasaklı Kitaplar Haftası kapsamında, ülkenin dört bir yanındaki kütüphaneler ve kitabevleri, düzenledikleri etkinliklerle düşünce özgürlüğüne vurgu yapıyor ve yasaklılar listesine giren kitaplar okurlarca sesli okunarak sansürcü anlayışa dikkat çekiliyor. Yasaklı Kitaplar Haftası etkinliğine dünya genelinde de destek var. Bunun yanı sıra dileyenler, yasaklı kitaplar listesinden seçilen kitaplardan bölümler seslendirerek kameraya kaydediyor ve bunu sosyal medyadan paylaşıyor. Hafta boyunca okuma özgürlüğünü savunanlar ve sansüre karşı olanlar sosyal medya üzerinden #bannedbooksweek hashtag’i seslerini duyuruyor. Yasaklı Kitaplar Haftası’nın resmi sitesi ise: www.bannedbooksweek.org. Türkiye’nin yasaklı kitaplar konusunda pek de iç açıcı olmayan durumunu düşündüğümüzde ülkemizde böyle bir etkinliğin düzenlenmesi elbette büyük tartışmalara sebep olacaktır, fakat böyle bir haftaya ihtiyacımız olduğu kesin!Türkiye’nin yasaklı kitap karnesi kötüAmerika'da düzenlenen Yasaklı Kitaplar Haftası, geçtiğimiz mayıs ayında Işıl Eğrikavuk'un İstanbul'daki Rampa Galeri'de açılan Karanlık Kütüphane adlı sergisini akla getirdi. Serginin bir bölümünü oluşturan Yasaklı Kitaplar Kütüphanesi'nde çeşitli dönemlerde yasaklanan dört yüz kitaba yer veren sanatçı "Her dönemin kendi yasaklamalarını getirdiği ve faturanın her daim kitaba, yazara, yayıncıya ve okuyucuya kesildiğini çok net görüyoruz." diyordu. Türkiye'nin yasaklı kitap karnesi çok parlak olmasa da iyi gelişmeler olmuyor değil, fakat yasaklamalar hâlâ sürüyor. Türkiye'de kayıtların tutulmaya başlandığı 1952 yılından beri, adli ve idari birimlerce hakkında toplatma, yasaklama, dağıtım ve satışın engellenmesi kararı alınan yaklaşık 22 bin 600 yayın bulunuyordu. Geçtiğimiz aralık ayında bu yasak kalkarken bu ürküten yasaklı yayınlar arasında 2 bin 336 kitap yer alıyordu. Mahkemeler, bu kitaplardan 2 bin 221'sinin yasağını kaldırırken, 115 kitap hakkındaki toplatma, yasaklama ve satışının engellenmesi kararının devamına hükmetti.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Joan Miró’nun evinden haberler

Sabancı Müzesi, 23 Eylül’de açılacak Joan Miró sergisi öncesinde, sanatçının Mallorca’da yaşadığı eve ve vakfının yer aldığı Barcelona’ya bir ziyaret düzenledi. Sanatçının torunu Joan Punyet Miró, savaşlar, darbeler ve diktatörler gören dedesinin demokrasiyi sürekli savunan bir sanatçı olduğunu söylüyor.Sanatçı evleri ve koleksiyonları biraz tehlikelidir. Ressamın sanat evreleri tüm sırlarıyla açığa çıkarken, geride bıraktığı izler ve hatıralar da onun dünyasına kolayca girmenin anahtarıdır. Sabancı Müzesi, 22 Eylül'de açılacak Miró sergisi öncesi, Katalan sanatçı Joan Miró'nun (1893-1983) İspanya'nın Mallorca adasında yaşadığı eve ve vakfının yer aldığı Barcelona'ya geçtiğimiz cuma günü sona eren dört günlük bir ziyaret düzenledi. Ziyaretin ilk durağı, sanatçının yaklaşık otuz yıl kadar yaşadığı ve hayatının son dönemlerini geçirdiği evi ve iki atölyesinin yer aldığı Mallorca'daki mekândı. Buradaki Pilar ve Joan Miró Vakfı'nın tüm yükünü kırk altı yaşındaki torun Joan Punyet Miró çekiyor. Torun Miró, neşeli ve hareketli üslubuyla hemen dedesini anlatmaya başlıyor: "Burası Miró için kendi kökleri, doğa, toprak, gökyüzü, şiir, mavi ve sessizlik gibi anlamlara sahipti. Haftada bir-iki gün kendisini burada görürdük. Hayatımda sadece bir kez dedemin atölyesine gittim o da seksen beş yaşındaydı. Merdivenden indiğimizde Mallarme ve Rimbaud'un kitapları yerde duruyordu ve bu şiir kitaplarından rastgele bölümler açarak ruhunu çalıştırdığını söylemişti.”Masmavi bir denize tepeden bakan, zeytin, palmiye ve badem ağaçlarının arasındaki böyle bir eve ve atölyeye sahip olmayı Miró uzun süre düşler. Aynı anda birkaç tabloyla çalışacak büyüklükte bir mekanın hayalini mimar Josep Lluis Sert -aynı zamanda Miró'nun yakın arkadaşıdır- gerçeğe dönüştürür. Koleksiyonun sergilendiği vakıf binası, sanatçının önemli figürlerinden yıldız şeklinde tasarlanır. Aynı mekanda Miró'nun diğer atölyesi olan tarihi Son Boter binasında ise Miró odalardan birinden çıkacakmış gibi duruyor. Fırça darbeleri, boyalar, duvarlardaki karalamalar, taslaklar ve boya izleri ilk günkü gibi taze ve canlı. Torun Miró, binanın halka açık olmayan kısımlarını da gezdirirken bir yandan da anlatıyor: “Benim ve kardeşimin topları, şapkaları ve kuklaları ortadan kaybolduktan seneler sonra, bir heykelin üzerine sıvanmış veya birleştirilmiş olarak görünürdü.” Torun Miró dedesinin sanatçı olmanın dışında, kendi dönemiyle iç içe bir hayat yaşadığını söylüyor: “Çocuğun çıplak gözle dünyayı gördüğü gibi dedemin de bakışı ve sanat anlayışı bu doğrultudaydı. Sanat hayatında ünü yakalamasına rağmen son yıllarına kadar üretti ve kendini sürekli yeniden keşfeden bir sanatçı olarak hayatını sürdürdü.”Miró'nun sanatın insanlar ve kültürler arasında köprü kurduğunu belirten Joan, savaşlar, darbeler ve diktatörler gören dedesinin yaşamı boyunca, demokrasiden yana biri olduğunu dile getirirken, Miró'nun kulağımızın arkasına saklanan rüyaları ve arzuları çekip önümüze bıraktığını anlatıyor. Kendisi de sanata düşkün olan torun Miró, para ve tabloların miras olarak kalabileceğini fakat yeteneğin devredilemeyeceğini söylüyor. Bunun yanı sıra, oldukça renkli gözüken tabloların ardında aslında yoğun ve saklı bir hüznün olduğunu belirtiyor. İspanyol ve Türk kültürünün birbirine çok yakın olduğunu söyleyen Joan, İstanbul'da açılacak serginin iki ülke insanını birbirine daha da yakınlaştıracağı kanısında. Sergide, Miró'nun evinden daha önce hiç çıkmamış tablolar ve seramikler de yer alacak.Miró'nun saklı hazinesiZiyaretin ikinci durağı ise 1975'te Barcelona'da yer alan Joan Miró Vakfı'ydı. Ziyaretçilerle bir hayli kalabalık bu mekana girer girmez, bu binanın da mimarı olan Sert'in Miró'ya bir mektubunda yazdığı gibi "vakıf yaşayan bir mekan olmalı" sözlerinin nasıl gerçekleştiğini görebiliyorsunuz. Her yıl yüz binlerce sanatseverin ziyaret ettiği vakıfta Miró'ya ait büyük bir koleksiyon var. Eserlerin pek çoğu Miró tarafından bağışlanmış. Vakıf, sanatçı adına her iki yılda bir düzenlenen bir ödül veriyor. Miró'nun dünya çapında daha da tanınması için çalıştıklarını ve farklı ülkelerde düzenledikleri Miró sergileriyle bunu gerçekleştirdiklerini dile getiren vakfın müdürü Rosa Maria Malet, Türkiyeli sanatseverlerin de Miró'nun renkli evrenini yakından tanıyacağını belirtiyor. Miró'nun kendinden sonraki sanatçılara da yol açıcı olduğunu söyleyen Malet, onun eserlerinin gerçek hayatla sıkı sıkıya bir bağlantısı olduğunu söylüyor. Serginin küratörü Jordi J. Klavero ise Miró'nun bir Rönesans sanatçısı olduğunu belirterek serginin Miró'nun sanat hayatının son kırk yılına odaklandığını dile getiriyor. Müze ekibi, Miró'nun çalışma metodunun izlerini bir bir ele veren on bine yakın desen ve eskizin yer aldığı mekanı da gezdirdi. Sadece Miró üzerine çalışan araştırmacılara açılan bu hazine niteliğindeki bölümde, düzenli oluşuyla nam salan sanatçının tüm sanat evreleri saklı.Sabancı Müzesi'nin gayretiSabancı Holding'in katkılarıyla açılacak "Joan Miró: Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar" adlı sergi için müze ekibi yaklaşık iki yıldır çalışıyor. Gezici bir sergiyi müze ekibine öneren Barcelona'daki Miró Vakfı'nın bu teklifini kabul etmeyen Nazan Ölçer'in yerinde kararıyla İstanbul sergisi için yeni bir seçki oluşturuldu. Ölçer’in, sanatçının hem Mallorca'daki evinden hem de Barcelona'daki vakıftan daha önce sergilenmemiş eserlerin yanı sıra vakfın senelerdir girişinde yer alan Miró'nun önemli bir heykelini bile yerinden söktürüp İstanbul'a getirmeyi başardığını belirtelim. Hem müze yetkililerinin hem de torun Joan'ın bu durumdan hiç şikayetçi olmadığı kesin.Sahte Miró vakasıHem Miró Vakfı hem de torun Joan Punyet Miró, İstanbul’da geçtiğimiz aralık ayında Tophane-i Amire’de sahte Miró eserlerinin sergilenmesinin ve ardından apar topar kapatılarak hukuki sürecin yaşandığı vakadan pek hoşnut değil. Bu duruma çok da şaşkın değiller zira dünyanın pek çok yerinde önemli sanatçılar için sahte eserlerin ustaca üretildiğinin farkındalar. Bu yüzden Paris’te titizlikle çalışarak sahte eserlerin peşine düşen ofis uzun süredir faaliyette. Müzayedelerde, kişisel koleksiyonlarda ya da açılan sergilerdeki sahte eserlere karşı bu uzman ekip sürekli tetikte. Bu tatsız vakadan sonra gerçek Miró ile karşılaşmak sanatseverler için değerli bir tecrübe olacak.