31 Mayıs 2014 Cumartesi

Nar’ın arşivinden Türkiye’nin son 10 yılı

Bağımsız fotoğraf sanatçıları tarafından 2003’te kurulan Nar Photos, on yıllık arşivini sergiliyor. İstanbul Modern’de önceki gün açılan sergide Türkiye’de son yıllarda yaşanan toplumsal olaylardan kareler yer alıyor.Bağımsız fotoğraf sanatçıları tarafından 2003’te kurulan Nar Photos, on yıllık arşivini sergiliyor. İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nde önceki gün açılan “Yolda” sergisi, usta fotoğrafçıların gözünden, Türkiye’nin son on yılda yaşadığı toplumsal olayları anlatıyor. Adnan Onur Acar, Ahmet Şık, Aylin Kızıl, Barış Sever, Eren Aytuğ, Erhan Arık, Fatma Çelik, Fırat Aygün, Gençer Yurttaş, Gülşin Ketenci, Hüsamettin Bahçe, Kerem Uzel, Lezgin Kani, Mehmet Kaçmaz, Özcan Yurdalan, Ruben Mangasaryan, Saner Şen, Serpil Polat, Serra Akcan ve Tolga Sezgin’in çektiği 75 fotoğrafta, özellikle Türkiye’nin demokratikleşme çabaları ile Kürt sorununun çözüm sürecinde bölgede yaşanan heyecanı hissediyoruz.Zamanın tanıkları Sergide ayrıca Ermeni, Rum ve Süryani vatandaşların da günlük yaşamından izler görmek mümkün. Törenler, hüzünler, sevinçler ve umutlar... Ekonomik ve sosyal yaşamı derinden etkileyen kentsel dönüşüm de çok çarpıcı fotoğraflarıyla sergide yer alıyor. Bunların yanı sıra mevsimlik işçiler, kağıt toplayıcıları ve kot taşlama gibi çok zor koşullar altında çalışmak durumunda kalan işçiler, fotoğraflarıyla adeta sağırlaşan toplum vicdanına dokunuyor. Geçtiğimiz yıla damgasını vuran Gezi Parkı protestolarını anlatan kareler de dikkat çekiyor.Sergide fotoğrafların yanı sıra Mezat, Kalanda, İnönü Stadyumu, Lübbey, Akhuryan İstasyonu ve Kuzey İstanbul başlıklı 6 video da gösteriliyor. Serginin küratörü Sena Çakırkaya, “Fotoğraflarda bizlere sunulmuş doğruları değil, doğru kabul edilenleri sorgulamak için çıkılan bir yolculuğun adımlarını görüyoruz. Konulara dışarıdan bakmayan, tanıklığın ötesinde müdahil olan, samimi bir yaklaşımla ele alınan bu görsel arşiv, bizleri içinde bulunduğumuz zamanla yüzleşmeye, hesaplaşmaya davet ediyor. Nar Photos’taki fotoğrafçılar, toplumsal bir bilinç yaratarak değişimi tetikleyen, etkin bir rol üstleniyor.” diyor.İnsan hayatındaki yaşam koşullarını göz önüne sermeyi amaçlayan Nar Photos’un üye sanatçılarına göre, görsellerin plastik ve estetik değerlerinden çok, fonksiyonları öncelikli konuma sahip. Foto röportajlarla değişime önayak olacak nitelikte eserler üretmeyi önceleyen Nar Photos üyeleri, Yolda sergisi için nasıl bir seçki yaptıklarını şöyle açıklıyor: “Kendimize ‘Türkiye’de neler oluyor?’ sorusundan çok, ‘Biz neleri gördük, bizim için değerli ve önemli olan neydi, Türkiye’nin sosyal, siyasal hayatını etkileyen olay ve olgular nelerdi?’ sorularını sormayı tercih ettik. Biz fotoğrafın mekanik, estetik veya form halinden çok; işleviyle, bir araç oluşuyla ilgileniyoruz. İkincisi ve daha önemli tarafı ise çektiğimiz fotoğrafların, hem bizim hem de başkalarının hayatında neyi dönüştüreceği sorusu. Bizim için ön kabul şudur: Her fotoğraf başkaları için çekilir. Fotoğrafı birine gösterdiğinde onda bir değişim yaratmak istersin. Fotoğrafla dünyayı değiştirmek değil ama en azından kanılarda bir kırılma yaratabilir miyiz, bilgi olarak bir eksiği tamamlayabilir miyiz, kendimizi ve izleyicileri ele aldığımız konular hakkında daha eleştirel, daha dünyaya dokunan ve aynı zamanda kendine de eleştirel bakabilen varlıklar haline getirebilir miyiz, diye düşünüyoruz. Bizi hayatla ve insanlarla kurduğumuz ilişki belirliyor. Bu aslında fotoğrafla ilgili olmaktan çok, bizim hayatla kurduğumuz ilişki ile ilgili.”“Gerçekliği bozmuyoruz”Türkiye’nin görünmeyen, gölgede kalmış konularına daha çok odaklanan Nar Photos, fotoğraflarında gerçekliği bozmadan göstermeye çalışarak, ne olup bittiğiyle ilgileniyor ve bunları bir süzgeçten geçirmeye çalışıyor. Çekim kadar, fotoğrafların nasıl seçileceği ve yan yana geldiklerinde ortaya çıkan büyük cümlenin ne olacağını önemsiyor: “Bugün yaptığımız işin bir değeri olmayabilir ama biriktirmek, zamanın farkında olmak ve bu zamana bugünün bakış açısıyla değil de, bir projeksiyon yaparak daha ilerden bakmak gerektiğinin farkındayız. Bütün bu süreçte çektiğimiz her şeyin ileride farklı bir önem taşıyacağını, geleceğin çocukları ve onların çocukları açısından gerçek bir veri olacağını düşünüyoruz.” Yolda sergisi, 9 Kasım 2014’e kadar açık kalacak.

30 Mayıs 2014 Cuma

Mersin Müzik Festivali beste yarışması ile başlıyor

Manisa'nın Soma ilçesinde yaşanan maden kazası nedeniyle ertelenen 13. Mersin Uluslararası Müzik Festivali, bugün akşam yapılacak beste yarışmasıyla başlayacak.Beste yarışmasının jürisi, Mersinli sanatseverlerden oluşacak. Bu yıl 4. gerçekleştirilecek olan beste yarışmasının teması, Mersin Narlıkuyu'da bulunan, Roma döneminden kalma bir hamamın zemin mozaiğini süsleyen 'üç güzeller' olarak belirlendi. Keman, viyolonsel ve piyano için "Mersin Üç Güzellere Müzik Arıyor" sloganıyla duyurulan beste yarışmasına gelen başvurular arasından seçilen beş eser, Mersinlilerin beğenisine sunulacak. Bu Akşam Saat 20.00'de Mersin Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilecek konserde jüri, Mersinli sanatseverlerden oluşacak. Konser sonrası izleyicilerden en çok oy alan eser ilan edilip, ödülü verilecek. Konserde besteleri Marina Kvlividze (Keman), Murat Alkan (Viyolonsel) ve İbrahim Yazıcı (Piyano) seslendirecek.(CİHAN)

Masallar hep eksik anlatılır

Disney yapımı ‘Malefiz / Maleficent’, Grimm Kardeşler’in Uyuyan Güzel masalını, madalyonun diğer yüzünü çevirip yeniden anlatıyor. Görsel ve estetik atmosferiyle dikkat çeken film, masalda bir yan karakter olan kötü kalpli peri Malefiz’i merkeze taşımakla yetinmeyip kadın karakterleri masaldakinden daha güçlü resmediyor.Masallar aceleye gelmez, hatta bazıları hiç bitmesin isteriz. Masalı tekrar tekrar dinletecek olan ise anlatıcıdır. Ondan beklenen, çok dinlediğimiz bir masalı bile hiç bilmediğimiz bir şey anlatır gibi anlatmasıdır. Yeni kelimeler, şaşırtıcı benzetmeler, bambaşka bir atmosfer, hiç duymadığımız isimler... En önemlisi de hayal dünyamızın duvarlarını yerle bir eden olağanüstülükler diyarı.Şehrazat’ın ‘ömrünü uzatan’ da masal anlatma hüneri değil miydi? Bir gecede canından olacakken, tasvirleri ve teşbihleri ile olağanüstülükleri doğallaştıran dili ve şaşırtıcı üslubu sayesinde Şehriyar’ı 1001 gece ‘oyalamasındaki’ başarıyı görmezden gelemeyiz. Grimm Kardeşler’in 17. yüzyılda derlediği masallar, benzer bir başarının Batı’daki izdüşümüdür. Tabii ki anlatım tekniği, olay örgüsü, kurgusu ve hikâye yapısı bakımından 1001 Gece Masalları ile Grimm Masalları arasında önemli farklılıklar var. Onları ehline havale edip Grimm Kadeşler’in derlediği Uyuyan Güzel masalının sinemadaki yeni uyarlaması ‘Malefiz / Maleficent’e geçelim.‘Malefiz’, masalda bir yan karakter olan kötü kalpli periyi merkeze taşıyarak Uyuyan Güzel masalını yeniden anlatıyor. Siyah kanatlara sahip güzel bir peri olan Malefiz, periler ve yaratıklarla dolu orman krallığında huzurlu bir hayat sürer. Küçük yaşta, Stefan ile tanışır ve birbirlerini severler. Ne var ki Stefan, hırslarının peşine düşer ve Malefiz’i unutur. Yıllar sonra Malefiz’in karşısına tekrar çıktığında ise Stefan’ın ‘gizli bir ajandası’ vardır. İntikam isteyen Malefiz, Stefan’ın yeni doğan çocuğu Aurora’ya büyü yapar. Buna göre, Aurora 16. yaşgününde bir iğne batması sonucu sonsuz bir uykuya dalacak ve büyüyü Aurora’yı gerçekten seven biri bozabilecektir.ŞEFKAT, AŞKTAN ÜSTÜNDÜR!‘Malefiz’in anlatıcısı, yönetmeni Robert Stromberg. Avatar (2009) ve Alis Harikalar Diyarında (2010) filmleriyle Oscar alan sanat yönetimi ekibinin üyesi. Ayrıca Muhteşem ve Kudretli Oz (2013) filminin yapım tasarımcısı. İlk yönetmenlik tecrübesinde Stromberg, masallar âlemine ne kadar vâkıf olduğunu gösteriyor. Kurduğu dünyada önceki çalışmalarının izini görmek mümkün. Özellikle periler diyarında, Avatar, Alis Harikalalar Diyarı’nda ve ‘Muhteşem ve Kudretli Oz’ filmlerinin atmosferi etkili. Stromberg, filmin görsel ve estetik dünyasına mührünü vuruyor. Filmin en başarılı yönü de burada; şaşırtıcı değil belki ama kesinlikle etkileyici. ‘Malefiz, sadece masaldaki kötü bir karakteri merkeze almakla kalmıyor. Tek boyutlu iyi-kötü masal karakterleriyle bildiğimiz Disney için de bir kırılma noktası olan film, prenses Aurora hariç, diğer bütün karakterleri deformasyona uğratıyor. Dolayısıyla kral, yükselme hırsıyla kendine ve çevresine zarar veren bir adam, Malefiz ise gerçek sevgiyi arayan bir ‘kurban’ oluyor. Filmin masala getirdiği en önemli yorum ise ana temayı bile değiştirecek türden. Masalda uyuyan güzel, genç ve yakışıklı prensin öpücüğüyle uyanırken filmde, anne şefkatine yakın (beklentisiz ve saf) bir sevgiyle hayata dönüyor. Bu şaşırtıcı hamle ile film, şefkatin aşktan üstün bir değer olduğunu savunuyor. Bu tez, Bediüzzaman’ın Mektubat’ında geçen, şefkat-aşk mukayesesine dair ifadeleri de hatırlatıyor: “(...) şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir.” Diğer taraftan filmin, kadınları merkeze yerleştiren ve erkeklerden bağımsız olarak kendi kendilerinin kurtarıcısı yapan feminist tavrı da dikkat çekici.Ne var ki ‘Malefiz’, masallar aceleye gelmez düsturunu es geçiyor. Günümüzün ‘hız’ takıntılı insanına seslendiğinden olsa gerek, çok ‘çabuk’ anlatıyor masalını. Bu hız, masalın aleyhine işliyor; özellikle, karakterlerin psikolojik derinliği noktasında boşluklara sebep oluyor. Oyuncuların da bu çabukluğa ayak uyduramadığı, hatta biraz gönülsüzce oynadıkları görülüyor. Peki, biz ‘Uyuyan Güzel’ masalını neden yeniden dinleyelim? ‘Anlatıcı Robert Stromberg’in masal dünyasına hâkim oluşu, etkileyici görsel dünyası, şaşırtıcı tezi ve bilinen bir masalın eksik kalan kısımlarını tamamladığı için’ cevabı sizin için yeterliyse buyurun salonlara...

29 Mayıs 2014 Perşembe

‘Edebi yurttaşlık’ hareketi taraftar arıyor

Yazarlık kurslarının gittikçe kök saldığı bir çağda, yeni hareketler ve oluşumlar ses vermeye başladı. Amerika’daki ‘edebî yurttaşlık’ hareketi, yazıya tutkun mutlu azınlığın bir çatı altında birleşmesini amaçlarken, edebiyatın bir dayanışmadan yükseldiğini savunuyor. Edebî yurttaşlığın prensipleri arasında ise kitap ve dergi satın almak, bağımsız kitabevlerini desteklemek ve kitaplar hakkında yazmak gibi maddeler var.Yazmaya tutkun pek çok kişi, ‘edebiyat camiası’na girmenin yolunun kitap yayımlamaktan geçtiğini düşünür, fakat Borges’in deyişiyle o ‘yolları çatallanan bahçe’ye adım atmak için önceden kimi hazırlıklar gerekir. Pek çok yazma meraklısı bu ön hazırlıkları ıskalarken, müşteri kılığında kendi kitabını kitapçıda göremeyip, tezgâhtarı azarlayan ve başkalarını o anda teşvik etmek için kendi kitabından birkaç tane satın alan yazar tipinin varlığı ile karşı karşıya kalabiliyoruz. Yazarlığın her şeyden önce iyi bir okur olmaktan geçtiğini ve Salâh Birsel’in ifadesiyle ‘yeniden yeniden okumak’la mesafelerin kısalacağını söyleyebiliriz. Yazarlık kurslarının gittikçe kök saldığı bir çağda, o bahçeye girmeden önce yapılması gerekenler üzerine daha fazla kafa yorulmaya başlandı. Öyle ki, bu çokluk içerisinde yeni ayrışmaların ve hareketlerin yaşanması kaçınılmaz. Şimdilerde bu yazarlık atölyeleri daha farklı arayışlar içerisine girmiş durumda.Amerika’daki Ball State Üniversitesi’nde yaklaşık yirmi yıldan bu yana yazarlık atölyesinde ders veren Profesör Cathy Day’in öncülüğünde yeni bir oluşum başladı: Edebi yurttaşlık... Bir hayli kışkırtıcı ve heyecan verici bu hareket, yazmaya ve yazıya tutkun bu mutlu azınlığın bir çatı altında birleşmesini amaçlarken, edebiyat denilen büyülü dünyanın bir dayanışmadan yükseldiğini savunuyor. Edebi yurttaşlığı, yazarların birbirine desteği olarak da yorumlayan Day, bu oluşumun prensiplerini şöyle sıralıyor: “Hoşunuza giden bir metni okuduğunuzda onun yazarına bunu iletin, kimi yazarlara ulaşmak zor olsa da yazdıklarınıza cevap vermese bile mutlaka okuyacaktır. Yazarlarla söyleşi yapın ve bunu yayımlayın, zira pek çok edebiyat dergisi bunu yayımlamak isteyecektir. Kitaplar hakkında eleştiriler yazın, bu eleştirilerin çok ustaca olması gerekmediği gibi bu eleştirileri kitap eklerinde, kitap sitelerinde veya kendi blogunuzda yayımlayabilirsiniz.”EDEBİYAT OLMADAN ASLA!Day, bu tavsiyelerinin yanı sıra, “Eğer bir dergide metninizin yayımlanmasını istiyorsanız öncelikle o dergiyi satın alın ve ona destek olun, eğer bunu yapmıyorsanız metnim neden yayımlanmıyor diye sızlanmaya da hakkınız yok.” diyor. Buna ek olarak, “Kitabınızın yayımlanmasını istiyorsanız kitap almalısınız, buna bağımsız kitabevlerinden başlayabilirsiniz, bir de kütüphaneleri ihmal etmemelisiniz.” uyarısını yapıyor. “Kitaplara ve yazmaya karşı tutkulu biri olun, hem bu tutkunun bulaşıcı olduğunu da unutmayın.” sözleriyle ‘edebiyat yurttaşlığı’nın temel prensiplerini sıralayan Prof. Day, bu hareketin hızla yayılmasından yana. Edebi yurttaşlık; yayıncılardan, yazarlardan ve eleştirmenlerden destek görürken, eleştirilerden de nasibini alıyor. Eleştirenler, yayıncılık sektörünün zorlu koşulları içinde böyle bir oluşumun hayat alanının kısıtlı olduğu kanaatinde. Edebi yurttaş olmanın yukarıda sıralanan prensiplerine uymakla kısmen bu ‘cemiyete’ üye olunacağı, daha da önemlisi edebiyatı ve sanatı desteklemekle bu hareketin yaygınlaşacağı düşünülüyor. Edebi yurttaşlık, şimdilerde sadece Amerika’da, kendi sesini duyurmaya çalışsa da (ki yazarlık atölyeleri ilk burada başladı), dünyanın dört bir yanındaki okurların, yazarların kısacası edebiyata tutkulu herkesin dâhil olabileceği bir hareket bu. Özellikle, yayıncılık endüstrisinin türlü türlü pazarlama teknikleri karşısında ve okuma eyleminin pek çok şeyin gerisinde kaldığı bir dönemde böyle bir yaklaşımın nasıl yayılacağı ise biraz kuşkulu.Edebi yurttaşlar, seslerini şimdilik sanal ortamda ve sosyal medyada duyurmaya çalışırken, yazarlık atölyelerinde bu yurttaş üzerine kafa yoruluyor. Ülkemizde, edebiyat dergilerinin satış rakamlarını göz önünde bulundurduğumuzda, buna bir de peş peşe kapanan bağımsız kitabevlerini eklediğimizde, edebi yurttaşlık bilinci açısından durumun hiç de iç açıcı olmadığı açık. Fakat dünyayı daha yaşanılır kılmak için daha çok edebiyata ihtiyaç olduğu kesin.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Hep yürüyeceğiz hiç durmadan…

Kırık Testi serisinin yeni kitabı Mefkûre Yolculuğu’nda Fethullah Gülen, hemen her fırsatta sözü sohbet-i cânâna getiriyor. Allah ile bağını zayıflatan insanın menfaat, bencillik, atalet, nefret, gaflet gibi ağır ‘hastalıklara’ tutulmasını sürpriz saymıyor.Fethullah Gülen Hocaefendi'nin sohbetlerinden ve sorulara verdiği cevaplardan oluşan Kırık Testi serisi 13. kitaba ulaştı. Okuru için bir ırmaktan su içer gibi akıp giden bu uzun soluklu seride geriye dönüp bakınca Gülen'in düşünce dünyasının izini sürmek mümkün.Mefkûre Yolculuğu (Nil Yayınları), Kırık Testi serisinin diğer kitapları gibi, ağırlıklı olarak, insanın manevi yolculuğunda önüne çıkan ‘kara deliklere' ve tuzaklara dikkat çekiyor. Bir idealden, Hocaefendi'nin ifadesiyle mefkûreden yoksun ruhları pörsüten ve atalete sevk eden sebeplere karşı insanı uyarıyor.Hocaefendi'nin eserlerine dakik bir gözle bakıldığında ilk fark edilecek şey, onun enfüsî âlemlere açık kavram ve his dünyasıdır. Sadece Kırık Testi serisindeki kitapların adları bile onun, ‘şanlı' geçmişin hamasetinden ya da bugünün kısır çekişmelerinden uzak, aydınlık bir gelecek rüyasıyla meşgul olduğunu gösterir: Ümit Burcu, Diriliş Çağrısı, Vuslat Muştusu, Cemre Beklentisi, Yaşatma İdeali, Yenilenme Cehdi… Kavramlar evreni ise sürekli karanlıktan, savaştan, talandan, yağmadan dem vurulan yaşadığımız dünyanın çok uzağında, ağyara değil yâra ayarlı, ötelere meftun ve başkalarının dertleriyle hemhal bir insan portresi sunuyor: Adanmışlık ruhu, sohbet-i cânân, istiğna, mahviyet, yaşatmak için yaşamak, kendini sıfırlama…BUGÜN KESTANE PAZARI'NA GİT DESELERYarınki Türkiye adlı eserinde Nurettin Topçu, sanki kendi zamanını aşarak bugünün nesline seslenmiş gibidir. Geleceğin Türkiye'sinin mimarlarını tarif ederken yıllar sonra Gülen'in kitapları, sohbetleri, vaazları ve yaşantısıyla şekillenecek ‘Gönüllüler'in resmini çizer âdeta: "Yarınki Türkiye'nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir.”Mefkûre Yolculuğu'nun ‘Geleceği İnşa Edecek Fikir Mimarları' başlıklı bölümünde Fethullah Gülen Hocaefendi, bir soru üzerine, küçük büyük demeden insan yetiştirmenin öneminden bahisle kendi hissiyatını şöyle anlatıyor: “Ben şu an yetmiş dört yaşındayım. Ama bugün bile bana Kestanepazarı'ndaki Tahta Kulübe'de bir vazife verseler, koşa koşa gider, o vazifeyi yapmaya çalışırım. Belki bazı arkadaşlar bu işi basit ve küçük görebilir. Fakat ben hiçbir zaman bu vazifeyi küçük göremedim ve görmem. Hatta bugün de, bazıları burada arkadaşlarla beraber ders ve müzakere etmemizi, benim talebelerle meşgul olmamı basit ve küçük bir iş gibi görebilir. Hâlbuki bana göre bu, insanı alıp en yüksek seviyelere ulaştıracak en önemli meşguliyettir.”Fethullah Gülen Hocaefendi, hemen her soruda sözü sohbet-i cânâna getiriyor ve Allah ile münasebeti en öncelikli mesele olarak değerlendiriyor. Allah ile bağını zayıflatan insanın menfaat, bencillik, atalet, nefret, gaflet gibi ağır ‘hastalıklara' tutulmasını sürpriz saymıyor. ‘Ömür Boyu İstiğna' başlıklı bölüm ise Gülen'in bütün hayatı boyunca rehber edindiği ve etrafındaki herkese tavsiye ettiği istiğna düsturuna bir kez daha vurgu yapıyor. ‘Makam için bel kırıp boyun bükenler'den olmamak gerektiğine değinen Gülen, ‘dünyaya kapalı, Allah'a açık' yaşamanın gereklerini şöyle sıralıyor: “Allah'ın inayet, rıza ve teveccüh kapılarının size açılmasını istiyorsanız, dünyevî her türlü beklentiye karşı bir ömür boyu kapılarınızı sürekli kapalı tutmanız gerekir.”Mefkûre Yolculuğu, günümüz insanının, özellikle de insanlığa hizmet için yola çıkan ‘karasevdalılar'ın derdine derman olacak sorulara, her zaman olduğu gibi ‘aleyküm enfüseküm' ferman-ı ilahisi düsturunca cevaplar veriyor. Kur'an-ı Kerim'in ışığında ve Asr-ı Saadet'in aydınlık koridorlarında dolaşarak, dünyanın ağırlığı altında ezilme tehdidiyle karşı karşıya bulunan insana mefkûresini unutmamanın yol haritasını çiziyor. En önemlisi de ‘gayrı'ya ve ağyara takılmadan, nazarları kendi iç dünyamıza çevirmeye ve insanlığa hizmet için hiç durmadan yürümeye çağırıyor:“Hep yürüyeceğiz, kimseyi karalamadan, kimseye çamur atmadan; daha çok düşüncelerimizi aksiyona göre planlayarak, aksiyonlarımızı da cankurtaran ekiplerin üslubuyla sürdürerek… Kansız-irinsiz, kinsiz-nefretsiz yolcuların da bulunduğunu göstermek için, yollara da, yollardaki tersliklere de takılmadan hep yürüyeceğiz…”

27 Mayıs 2014 Salı

Nuri Bilge Ceylan, 2. Kırmızı Lale Film Festivali'nde

Türk filmlerinin Hollandalılara tanıtılması hedefiyle düzenlenen 2. Kırmızı Lale Film Festivali, Altın Palmiye ödüllü Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın katılımı ile başladı.Rotterdam'da Türk basını ile bir araya gelen Hollanda Türkiye Kültür Vakfı Başkanı Mehmet Emin Alkanlar, festivalin 3 ana bölümden oluştuğunu söyledi. Alkanlar, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Rotterdam Belediyesi'nin katkılarıyla düzenlenen ve 31 Mayıs'a kadar sürecek festivalde, uzun metrajlı, belgesel ve kısa filmler olmak üzere üç kategoride 32 Türk filminin izleyiciyle buluşacağını duyurdu.FATMA GİRİK'E YAŞAM BOYU BAŞARI ÖDÜLÜRotterdam'ın Lantaren Venster sinema salonunda düzenlenen ve yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın da katıldığı festivalin açılışında sinema sanatçısı Fatma Girik'e "Yaşam Boyu Başarı Ödülü" verildi. Fatma Girik, ödülü Soma'daki maden faciasında hayatlarını kaybeden işçiler adına aldığını söyledi. Türk sinemasının efsane oyuncusu, "Hem böyle bir ödül aldım hem de Nuri Bilge Ceylan'la birlikte olmak, onun ödül kazanması. Ülkemin yüz akı Nuri Bilge Ceylan. Şu anda ülkemde çok çeşitli olaylar oluyor. Biliyorsunuz madende '301' dediler, 307 kişinin öldüğü bir şeyde böyle çok cafcaflı laflar etmek biraz bana şey geliyor ama hayat da devam ediyor tabii. O yetmiyormuş gibi arkadan bir deprem yaşadık. Ben bu ödülü madende ölen işçilerimizin adına alıyorum." dedi.EN İYİ FİLM VE EN İYİ YÖNETMEN VE USTAYA SAYGI ÖDÜLLERİ2. Kırmızı Lale Film Festivali'nde Türk sinemasının uzun metrajlı filmlerinin yanı sıra jüri tarafından yapılacak değerlendirmeyle "En İyi Film" ve "En İyi Yönetmen" ödülü sahiplerini bulurken Türk sinemasının değerli sanatçıları "Hayat Boyu Başarı Ödülü" ve "Kırmızı Lale Ustaya Saygı Ödülü" ile onurlandırılacak.Bu yıl ilk kez "Sinema Eleştirmenleri Ödülü" de sahibini bulacak.Ulusal ve uluslararası önemli sanatçı ve konuklar ile basın mensuplarına ev sahipliği yapacak olan festivalde gösterimi kesinleşen filmler Yozgat Blues, Daire, Şarkı Söyleyen Kadınlar, Mavi Dalga, Soğuk, Sesime Gel, Sen Aydınlatırsın Geceyi, Kutsal Bir Gün, Kusursuzlar, Cennetten Kovulmak ve Sarıkamış 1915.Yönetmen Onur Ünlü'nün "Sen Aydınlatırsın Geceyi" adlı filmiyle başlayan festivalin yarışma bölümünde Ferit Karahan'ın "Cennetten Kovulmak", Ramin Matin'in "Kusursuzlar", Serdar Temiz'in "Kutsal Bir Gün", Hüseyin Karabey'in "Sesime Gel" ve Reha Erdem'in "Şarkı Söyleyen Kadınlar" filmleri ödül almak için yarışacak.(CİHAN)

Ölümü hatırlatan ne var bu resimde, halbuki hayattayız hepimiz!

Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde açılan “Oktay Rifat 100 Yaşında/Elleri Var Özgürlüğün” başlıklı sergi, şairin sanatını henüz tanımayanlar, yeniden keşfetmek isteyenler için iyi bir fırsat.Daha önce defalarca gördüğüm o ‘an’ı hayatından seçilmiş özel anların arasında gördüğümde, yine durup bir süre yüzleri çerçeveleyen gölgeli duyguların arasında dolaştım. Acele etmeden... Başka pencerelerden dünyayı seyre dalmış gibi görünen aslında aynı ‘büyük boşlukta’ kaybolmuş dört adam. Fotoğraf, zamanının iklimine uygun; sonbahar tozuna bulanmış sarımsı bir bulut gibi havada asılı kalmış sanki. Hemen yanında Melih Cevdet Anday’ın mısraları: “Dört kişi parkta çektirmişiz; Ben, Oktay, Orhan; bir de Şinasi./ Anlaşılan Sonbahar;/Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli;/Yapraksız arkamızdaki ağaçlar./Henüz babası ölmemiş Oktay’ın,/Ben bıyıksızım,/Orhan Süleyman Efendi’yi tanımamış./Lakin ben hiç böyle mahzun olmadım./Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?/Halbuki hayattayız hepimiz./Anday’ın böyle hissetmesine neden olan o ‘sarı keder’in sebebi neydi sahiden? Herkes hayattaydı ama bir gün olamayacaklardı. Belki yazar, o anın ‘ölümsüzlüğünü’ kendine ve ‘sonrakilere’ hatırlatmak istiyordu. Yazmanın en güçlü dürtülerinden birini bu fotoğrafla yakalamış; bile isteye edebiyat ve şiir tarihine hediye etmek istemişti sanırım. O ‘dörtlü’nün yanından ayrıldıktan sonra Oktay Rifat’ın hayat hikâyesinde, yazı kardeşliğinin merhametiyle dolaştım. Paltosunun üzerinde sahibinin kokusuna sadık bir kedi misali uzanmış kasketine bakarken kullandığı bütün şapkaların sadece ona yakışan mısraları gibi başıyla ne kadar uyumlu olduğunu düşündüm. Resim yapar gibi tasarladığı şiirleri, romanları, oyunları, denemeleri onun dünyasının özel renkleriyle hakiki varlığına kavuşuyordu.Oğuz Demiralp, sergi için hazırlanan kitaba hazırladığı yazıda Oktay Rifat’ın yazın dünyasının metafizik boyutlarına değinirken şu alıntıyı yapmış: “Bir zaman ışıldıyor ardımda şimdi, geçmeyen bir zaman, seyrek bir yokuş, yitik kervanların toplamı”.Sanatçıların kişisel eşyalarının da sergilendiği bu tür sergilerin kendi içindeki anlam katmanlarında da ‘metafizik’ işaretler görmeye meyilli olduğumdan belki, fotoğraflara, daktilosuna, pasaportuna, kalemlerine, hokkasına, mektuplarına, el yazmalarına bakarken aklın ve gerçeğin sınırlarını aşan ‘zamansızlığı’ görüyorum. O vakit Oktay Rifat hasır şapkasıyla ‘Kıyıda’ beliriyor: “Bu gölün kıyısında ne söğüt dalı/Ne suda ışıldayan çakıl/Ne sarı çiçekler açan çalı/Uzaktaki sazlara bakıyorum/Kilitlenmiş akşamla kapalı/( …)/Bir kuş mu kalkacak oradan yabanıl/Bir sandal mı çıkacak yarım/Yoksa geceye dönüşen gizden/Saklı bir ay mı doğacak bizden./(…)/Ozanlar böyledir işte/Ya varılmaz umutlar peşindedirler/Ya anlaşılmaz bir bekleyişte/”. Oktay Rifat’ın güçlü düşünsel dünyasını besleyen incelikli, berrak, çocuksu şiiri onu Tanpınar’dan sonra zaman kavramının ikinci büyük şairi yapar mı bilmiyorum ama gölün yüzeyinde usulca genişleyen tılsımlı bir çember gibi boşluğunun bıraktığı sessizliği dolduruyor.Sonra sanki hiç bitmesin diye yaptığı, ‘yaptıklarım resim olmadı bir türlü’ dediği resimler... Çocukluğundan beri ömrün ‘ah’larını ağaçla, kuşla, bulutla, balıkla, yazıyla, resimle, varlığın hakikatiyle anlamayı istemesinin nedenini izleyici/okur, aile ağacının köklerini izleyerek keşfedebilir. Annesi Münevver Hanım’ın kız kardeşi Nazım Hikmet’in annesi ressam Celile Hanım’ın aile portreleri, Rifat’ın, “Zayıf, hastalıklı, ama inanılmaz bir enerji ve tutkuyla kendini okuyup yazmaya adamış” dediği babası Samih Rifat’ın fotoğraflı hikâyesi, şair Metin Eloğlu’nun fırçasıyla kendi portresi, onun sanata, edebiyata tutunduğu dalları iyi gösteriyor.Oktay Rifat, “Bugün şiir yazıyorsak, düz yazının anlatamayacağı şeyler var da ondan” dese de o resimle, romanla, oyunlarıyla şiiri buluşturabilen ender şairlerden biridir. Gençlere “öteki çağdaş sanatlarla şiiriniz arasında bir bağlantı kuramıyorsanız kusuru kendinizde arayın” demesinin sebebi de şiiri gibi ‘zamansız’. Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan “Oktay Rifat 100 Yaşında/Elleri Var Özgürlüğün” başlıklı sergi, onun sanatını henüz tanımayanlar ve yeniden keşfetmek isteyenler için iyi bir fırsat.Melih Cevdet Anday’ın şiir yazdığı, sergide de yer alan o fotoğraf: “Dört kişi parkta çektirmişiz; Ben, Oktay, Orhan; bir de Şinasi. Anlaşılan Sonbahar;Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli;Yapraksız arkamızdaki ağaçlar.Henüz babası ölmemiş Oktay’ın,Ben bıyıksızım,Orhan Süleyman Efendi’yi tanımamış.Lakin ben hiç böyle mahzun olmadım.Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?Halbuki hayattayız hepimiz”

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Sosyal medyada tebrik yağmuru

Önceki gün sona eren 67. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu, hem Türkiye’de hem de dünyada ses getirmeye devam ediyor.Amerika’nın Sesi (VOA), “Altın Palmiye 32 yıl sonra yeniden Türkiye’nin” başlığını kullandığı haberinde “Nuri Bilgi Ceylan, sinemanın dev isimlerini geride bıraktı.” dedi. VOA, 1982 yılında Yılmaz Güney’in ardından Türkiye’den Altın Palmiye kazanan ikinci yönetmen olduğunu belirttiği Nuri Bilgi Ceylan’ın zaferini, “Yıllardır Cannes’da, en iyi yönetmen, jüri özel ödülü ve büyük ödül alarak adım adım Altın Palmiye’ye yaklaşan Nuri Bilge Ceylan, sinemanın dev isimlerini geride bırakarak, sonunda ‘Kış Uykusu’ ile Cannes’ın en iyisi seçildi. Nuri Bilge Ceylan ödülünü Gezi olaylarında yaşamını yitiren Türk gençlerine adadı.” sözleriyle değerlendirdi. Haberde şöyle devam edildi: “Fransa’nın Cannes kentinde yapılan 67’nci Uluslarararası Cannes Film Festivali’nden sonunda beklenen haber geldi. Cannes’da filmi gösterildikten sonra, pek çok sinema eleştirmeni tarafından ‘favori’ olarak tanımlanan Ceylan son güne kadar favori isimler arasında kaldı. Haluk Bilginer’in oynadığı ‘Aydın’ karakteriyle Türk aydınının çıkmazını ve iç kavgalarını anlatan 3 saat 16 dakikalık filmi izleyen sinema eleştirmenleri, ‘Film öyle akıcıydı ki, 3 saat nasıl geçti anlamadık. Ceylan, yeni ‘Türk Bergman’ı’ yorumlarını yapınca Ceylan’ın adı son ana kadar, Mike Leigh, Xavier Dolan ve Jean Luc Godard ile birlikte Altın Palmiye’nin favorileri arasında anıldı.”“Çok dürüst, fazlasıyla merhametsiz”Festivalin jüri başkanı, Oscar ve Altın Palmiye ödüllü yönetmen Jane Campion ise ödül töreninden sonra yaptığı basın toplantısında, “Filmi seyretmeden önce biraz çekinceliydim. Tanrım! Tuvalet molası vermem gerekir diye düşünüyordum. Fakat koltuğuma oturdum ve film o kadar harika bir ritimle ilerledi ki beni hemen içine çekti. Birkaç saat daha seyredebilirdim. Tek kelimeyle başyapıttı! Kadın karakterlere bayıldım; her karakterde kendimi bulduğumu söyleyebilirim. Filmin esas kabiliyeti ne kadar dürüst olduğu. Fazlasıyla merhametsiz. Eğer Nuri Bilge Ceylan kadar dürüst olma cesareti gösterebilseydim kendimle gurur duyardım.” dedi. The New York Times’ın sinema yazarı Manohla Dargis, “Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmi yaşamı, ölümü, iyiyi, kötüyü; doğal dünyanın güzelliğini ve iletişim sanatını inceliyor.” şeklinde duygularını ifade etti.İngiliz gazetesi The Guardian’ın eleştirmeni Xan Brooks, “Muhteşem bir film. Kış Uykusu, Nuri Bilge Ceylan’ın psikolojik derinlik konusunda Ingmar Bergman kadar titiz olduğunu gösteriyor.” dedi ve ekledi: “Kış Uykusu, karanlık halısına Bergman’ın destansı inanç üçlemesini oyalıyor ve üzerine Sartre’ın vecizelerini ustalıkla nakşediyor.”Sosyal medyada tebrik yağmuruÖdül açıklandığı andan itibaren Twitter, Facebook ve Instagram'dan Nuri Bilge Ceylan ve ekibine tebrik mesajları yağdı. Kutluğ Ataman, Cem Yılmaz, Haluk Bilginer, Melike Demirağ, Genco Erkal, Nilüfer, Ozan Güven, Ömer Faruk Sorak ekibe teşekkürlerini iletti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Ceylan'ı arayarak ve telgraf göndererek tebrik etti. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik de kutlama mesajı yayınladı.Sosyal medyada tebriklerin dışında en çok konuşulan ve merak edilen başka bir konu daha vardı: 7 milyon izleyici rekoru kırılan Türkiye'de, Altın Palmiyeli Kış Uykusu'nu kaç kişinin izleyeceği sorusuydu. Zira yönetmenin Kış Uykusu'ndan önce çektiği ve kendisine Cannes'da jüri özel ödülü getiren Bir Zamanlar Anadolu'da filmini 161.181 kişi izlemişti.Haluk Bilginer/Oyuncu: Tüm güzel sözleriniz ve kutlamalarınız için sonsuz teşekkürler. "Kış Uykusu" gözlerimizi açtı... NBC ve emeği geçen herkes sağ olsun.Kutluğ Ataman/Yönetmen: Sinemamızın 100'üncü yılında daha güzel bir haber gelemezdi. Teşekkürler NBC. Teşekkürler Zeynep.Genco Erkal/Oyuncu: Helal olsun sana Nuri Bilge Ceylan! Çileli ülkemizin yüzünü güldürdün. Ödül konuşman için ayrıca kutluyorum. Filmi sabırsızlıkla bekliyoruz.Melike Demirağ/Sanatçı: Yılmaz Güney ve Nuri Bilge Ceylan, zor ve acılı zamanları umutlandıran sanatçılar oldular. Bu toprakların yürekli insanları.Ömer Faruk Sorak/Yapımcı: Dış politikanın yapamadığını, bir film yapar mı? Yapar. Teşekkürler Nuri Bilge, Demet Akbağ, Haluk Bilginer, Melisa Sözen. Ve emeği geçen arkadaşlar.Cem Yılmaz: Memleketini, insanını sevmek, onu anlamaya çalışmak; öyle değil böyle olur. Tebrikler Nuri Bilge Ceylan.Derya Köroğlu/Yeni Türkü: Altın Palmiye'yi almak büyük başarı. Nuri Bilge Ceylan'ı ve ekibini yürekten kutluyorum. Yılmaz Güney'e selam.Halit Ergenç/Oyuncu: Tebrikler Nuri Bilge Ceylan ve tebrikler bütün Kış Uykusu ekibi ve oyuncuları. Helal olsun hepinize. Daha nice ödüllere yolunuz açık olsun.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Soma ‘hat’ından, Sekizinci Söz’ün minyatürüne

Kumbaracı4 Türk İslam Eserleri Sanat Galerisi’nde açılan “Noktadan Renklere Yolculuk” sergisi, hoca ve öğrencilerinin eserlerini bir araya getirdi. Hoca Muhammed Mağ, sergide, Soma’yı Nahl sûresinin 114. ayetinden iktibas ettiği hat ile anlattı, öğrencisi Kübra Zencer ise Sekizinci Söz’deki temsilî hikâyenin minyatürüyle hocasına eşlik etti.Soma maden ocağında 13 Mayıs’ta meydana gelen patlama ile Tophane’deki Kumbaracı4 Türk İslam Eserleri Sanat Galerisi’nde olaydan iki gün sonra açılan Noktadan Renklere Yolculuk sergisinin aynı dönemlere denk gelmesi elbette tesadüf değil. Hayatımızdaki pek çok şey gibi bir tevafukun parçası. Hoca, hat ve tezhip sanatçısı Muhammed Mağ ve 6 farklı şehirde yetiştirdiği 15 öğrencinin eserlerini bir araya getiren sergiye, Neslihan Duran ve Elif Birkan Bursa’dan, Merve Aydoğan Olgun, Hilal Güçlü, Elif Özkan, Esra Özkan, Yasemin Özçelik Kadıoğlu, Şükran Kaygusuz ve Semra Şahsuvaroğlu Ankara’dan, Yavuz Albayrak Adıyaman’dan, Firdevs Yağcı Eskişehir’den, Elif Güleroğlu Canbay, Kübra Zencer, Hacer Bingöl İstanbul’dan, Mürüvvet Avcı Bilgin Çanakkale’den katılıyor. Kimi minyatür, kimi hat, kimi tezhip, kimi de kalemişi çalışmasıyla…Sergide dikkat çeken eserlerin başında Muhammed Mağ’ın Soma’da meydana gelen kazadan duyduğu üzüntüyü dile getirdiği, adı da ‘Soma’ olan hat geliyor. Kömür tozu ile karartılmış kâğıt üzerine yazılan Nahl sûresinin 114. ayetinden iktibas ettiği “Helal ve temiz olanı yeyin”e, Kübra Zencer’in elinden çıkan, Bediüzzaman Said Nursi’nin Sekizinci Söz’de anlattığı temsili hikâyenin minyatürü eşlik ediyor.Ağaç, meyve, ejderha, aslan, kuyu metaforlarının yer aldığı Sekizinci Söz, genel itibarıyla insanın inanç ve iman ihtiyacı üzerinde duruyor ve bu ihtiyacı, uzun bir yola çıkan iki kardeş üzerinden anlatıyor. Hikâye şöyle: “Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ona sordular: ‘Hangi yol iyidir?’ Dedi ki: ‘Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir.’Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola ‘Tevekkeltü alâllah’ deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz: İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya (çöle) girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüp etmiş. Ağzı, kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var. İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz…”Kübra Zencer, Üstad’dan mülhem eserinde kullandığı her metaforun başka bir şeyi ifade ettiğini söylüyor. Siyah ve beyaz fare, gece ile gündüzü, kuyu insanın ömrünü, aslanın kudreti ölümü, ağaç ömrümüzün müddetini, ejderha berzahı, ağaç ve sunulan meyveler Allah’ı ve verdiği nimetleri... Kişinin bakışına göre berzah, zindan da olabilir, cennet bahçelerinden bir bahçe de. Güzel düşünen için bunlar bir işarettir ve bunu anlayan kişiye her şey bir anda dost olur. Soma’daki acıyı anlatan hat’ı tamamlayacak en güzel eser, -biraz da cevap aslında- bu minyatür olsa gerek.

23 Mayıs 2014 Cuma

Duygusallık ‘genlerinde’ var

2000 yılında sinema macerasına başlayan X-Men serisi, 14 yılda yedinci kez beyazperdeye gelerek çizgi roman uyarlamaları içinde şimdiden müstesna bir yer edindi. Serinin yeni adımı ‘Geçmiş Günler Gelecek’, 70’ler ile yakın gelecek arasında gidip geliyor. Her adımda biraz daha duygusallaşan seri, yakın tarihin koridorlarında gezinmeye devam ediyor.X-Men serisi, yakın tarihin koridorlarında dolaşmaya devam ediyor. Israrla işlediği “Biz farklıyız, o yüzden bizi sevmiyorlar” tezi bir süredir kabak tadı veren mutantlar, ‘Geçmiş Günler Gelecek’ filminde de bu mesajdan vazgeçmiyor. Bununla birlikte, ABD’nin yakın geçmişteki günahlarını temize çekmeyi gaye edinmiş durumdalar. 2011’deki ‘Birinci Sınıf’ta Soğuk Savaş ve Küba Krizi’ne demir atan mutantlar, geçtiğimiz yıl gösterilen ‘Wolverine’deki Nagazaki öyküsüyle -kendince- Japonlardan özür dilemişti. Bu kez, Vietnam Savaşı’na ve ucundan kıyısından Kennedy Suikastı’na dokunup geçiyor. Üzerinde fazla durmuyor, çünkü mutantlar için esas mevzu hiç değişmiyor: “Biz farklıyız, o yüzden bizi sevmiyorlar.”2000 yılında sinema macerasına başlayan X-Men serisi, 14 yılda yedinci kez beyazperdeye geliyor. Bu konuda, çizgi roman uyarlamaları içinde şimdiden müstesna bir yere sahip. ‘Geçmiş Günler Gelecek’ ilavesiyle vizyona giren yeni X-Men’de, mutantlar yakın gelecekte yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Profesör Xavier, Magneto ve Wolverine (Logan) de dâhil olmak üzere bütün mutantlar, insan eliyle üretilen Gözcüler tarafından yok edilmek üzeredir. Türlerinin hayatta kalması için geçmişe gidip Gözcülerin üretimini engellemekten başka çare yoktur. Gelecekteki savaş devam ederken, Logan geçmişe gönderilir. 1975 yılına giden Logan’ın görevi, henüz ‘toy’ olan, birbiriyle kavgalı iki eski dostu, Profesör Xavier ile Magneto’yu birlikte savaşmaya ikna etmektir. Zira, Vietnam Savaşı henüz bitmişken, dünya liderleri yeni düşmanı tayin eder: Mutantlar. Bunun için de Dr. Bolivar Trask’ın Gözcüler projesine bel bağlanır. Profesör Xavier ile Magneto’nun barışmasındaki kilit isim ise Raven, yeni adıyla Mystique olacaktır.GEÇMİŞ HESAPLARI KAPATMA ZAMANI!X-Men serisi, 2009’daki ilk Wolverine filminden bu yana her adımda biraz daha duygusallaştı. Hatırlanacağı gibi, geçmişin yükleriyle hesaplaşma bahsi de bu filmle başlamıştı. ‘Geçmiş Gelecek Günler’ filmi de bu duygusallıktan nasibini alıyor. Logan’ın bir türlü üzerinden atamadığı, Jean’i öldürmenin vicdan azabı, Profesör’ün birlikte büyüdüğü Raven’da yaşadığı hayal kırıklığı, Magneto’nun Profesör’e öfkesi ve nihayet Mystique’in Magneto’ya olan kalp ağrısı… Böyle yazınca bir Yeşilçam melodramı gibi gelebilir. Ancak artık başlı başına bir ‘tür’ sayılabilecek çizgi roman uyarlamalarında, filmin aksiyon ve görsel efekt ağırlığını, senaryonun yükünü dengeleyebilecek karakter ‘aşılamaları’nın dağılımı, rahatlıkla işleyen, basit bir ‘kural’.Hikâye 1975’e gidince, ister istemez retro havası esiyor filmde. Kıyafetler ve müzik değişiyor. Bu yönüyle, Magneto’yu kurtarmak için Pentagon’a yapılan ziyaret akılda kalıcı sahneler barındırıyor. Özellikle Quicksilver’ın hız konusundaki hünerlerini sergilediği bölümler, filmin mizah yükünü de taşıyor. Görsel açıdan ‘Geçmiş Günler Gelecek’in seleflerinden üstün bir yanı yok. Gözcüler’in olduğu sahneler başarılı, ancak bu kulvarda biçimsel olarak bir yenilik getirdiği söylenemez. Dolayısıyla X-Men serisinin ilk iki filminden sonra yönetmen koltuğundan çekilen Bryan Singer’ın dönüşü ‘muhteşem’ olmuyor. Marvel’ın X-Men serisine ara veren Singer, 2006’da DC Comics’in ‘Süpermen Dönüyor’ projesinde hüsrana uğramıştı. ‘Geçmiş Günler Gelecek’te ise serinin akışını bozmayan, ancak şaşırtıcı bir yenilik de getirmeyen orta halli bir iş çıkarıyor.Oyunculuklar bahsinde, Patrick Stewart ve Ian McKellen ustalara saygıda kusur etmesek de, seriye ‘taze kan’ aşılayan Michael Fassbender, James McAvoy ve Jennifer Lawrence üçlüsü, ‘Birinci Sınıf’tan sonra bir kez daha mutantlar dünyasına ayrı bir albeni katıyor. Hugh Jackman ise hikâyenin kilit adamı olmasının getirisiyle rahat ‘takılıyor.’ Ne de olsa Logan’ı oynuyor, Sefiller müzikalindeki Jean Valjean değil sonuçta!‘Geçmiş Günler Gelecek’, mutantların insanlar ile barış içinde yaşayabileceği tezini bir kez daha vurgulayan söylemi ve ABD’nin yakın tarihteki ‘günahları’nı temize çekme çabalarıyla değerlendirildiğinde hayli sıkıcı. Ancak X-Men dünyasının atmosferi, karakterlerin geçmişine yaptığı yolculuklar, retro havası ve oyuncuların performanslarıyla kendini izlettiriyor.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Sanatçı Amine Sultan Tan'ın 'Ruh Yansımaları' adlı sergisi açıldı

Sanatçı Amine Sultan Tan, on yılı aşkın süredir duygularını yansıtarak hazırladığı resimlerini 'Ruh Yansımaları' adıyla sanatseverlerin beğenisine sundu.Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi Fuaye salonunda sanatçı Amine Sultan Tan'ın, 'Ruh Yansımaları'adını verdiği resim sergisi açıldı. 50'ye aşkın eserin yer aldığı sergiye çok sayıda davetli katıldı.Ev hanımı olduğunu ve insanın istedikten sonra her şeyi yapabileceğini belirten Tan, "On senenin en az birikimi var burada. Çocukluğumdan beri ben resim yapıyorum ama profesyonel olarak on yılı aştı. Daha olgunlaşmak için bekledim bu zamana kadar. Kendimi daha hazır hissettiğim zamanda yapmak istedim. Elliyi aşkın eser var. Artık böyle bir şeyin iyi olacağını düşündük hep birlikte. Böyle bir adım attık. Genelde hep foto detay deniyor bu çalışmalara. Ayrıntı, birebir tabiatın yansıması. Bu zamanda ressamlar tarafından kullanılmıyor. Çok zor. İncelik isteyen bir iş. Ben seviyorum ince çalışmayı. Detayı çok sevdiğim için bu şekilde çalışıyorum. Kabiliyet gerekiyor ama üzerine bir eğitim mutlaka gerekiyor. Çünkü işin teknik safhaları var. Şu anda ders veriyorum. Ev hanımıyım iki tane çocuğum var. İnsan istedikten sonra gerçekten sevdikten sonra yapabiliyor." ifadelerini kullandı.Sergiyi gezmeye gelen bir vatandaş ise, "Çok güzel. Arkadaşımın çocukluktan gelen bir başarısı bu. Tebrik ediyorum kendisini. Beğendim, güzel sergi. Farklı eserler ama gerçekten ruhtaki yansımaları çıkarmış. Tebrik ediyorum kendisini." dedi.Sergi, 21 Mayıs-24 Mayıs tarihleri arsında sanatseverler tarafından ziyaret edilebilecek.(CİHAN)

Fotoğrafın söyleyecek ‘söz’ü var

Bu yıl 22.si düzenlenen Selanik Fotoğraf Bienali, 8 Mayıs'ta Selanik Fotoğraf Müzesi'nde başladı. Ana teması 'söz' olan bienalde, Zaman'ın sözü de, foto muhabirlerimizin görsel hikâyelerinden oluşan sergiyle duyulacak.Koreli fotoğraf sanatçısı Ji Hyun Kwon, fotoğrafını çektiği portrelerin alnına, yüzüne, dudaklarına Latin harfleriyle ve Türkçe olarak şöyle yazmış: “Kuvvetli olmak istemek, ama kendini kendinle aldatmak!” Turuncu zemin üzerine asılan dev fotoğraflar, Selanik Fotoğraf Müzesi’ndeki sergi labirentinin en dikkate değer işlerinden biri. Bu yıl 22.si düzenlenen Selanik Fotoğraf Bienali 8 Mayıs’ta başladı. İstanbul’dan uçakla bir saat uzaklıkta gerçekleştirilen bienal, Yunanistan’ın tek kamu fotoğraf müzesi olan Selanik Fotoğraf Müzesi tarafından düzenleniyor.Müze sizi şehrin sembolü Beyaz Kule’nin karşı ucunda bekliyor. Selanik sahilinde Beyaz Kule’den kıyıya vuran dalgaların kılavuzluğunda yürüdüğünüzde liman karşılıyor önce. Büyük kapıdan girdiğinizde ise birkaç küçük depo gözünüze ilişiyor. Kafelerin karşısında ve sinema müzesine komşu Selanik Fotoğraf Müzesi’nin dış duvarına asılan büyük afiş, bienal zamanının geldiğini haber veriyor.Daha önce zaman ve mekân kavramlarının sorgulandığı Fotoğraf Bienali’nin bu sene ana teması ‘Logos’ yani Söz! Suretlerin suskunluğunu bozup konuştuğu bienalde fotoğrafta yeni arayışlar, anlayışlar ve yönelimler sözünü söylüyor. ‘Zaman-mekân-söz’ üçlemesinin son bölümünde farklı etkinlikler de var elbette. Sergilere konuşmalar, sunumlar ve konserler eşlik ediyor. Selanik’in 20’den fazla noktası sanatla buluşuyor. Sonrasında ise Yunanistan’ın diğer şehirlerini gezecek bienal eserleri.Sadece müze ile sınırlı değil bienal mekânları. Limanda bulunan A deposundan eski askeri bürolara ve ilk dalgakıranına kadar her yerde etkinlikler yapılacak. Selanik’in tarihi çarşıları ve mekânları da faaliyetlere ilk defa kapılarını açacak. Böylelikle ziyaretçiler, 23 ülkeden 100 sanatçının binden fazla eserini yakından görme fırsatını bulacak. Günlük hikâyelerden, otobiyografilerden, belgesel fotoğraflardan yola çıkılarak bütün şehirde fotoğraf konuşulacak. (www.thmphoto.gr)Zaman’ın foto muhabirleri Selanik’teBienal kapsamında Selanik’e dünyanın birçok ülkesinden fotoğrafçılar, sanatçılar gelip söyleşiler yapacak, ustalarla buluşmalar ve atölyeler gerçekleştirilecek. Bu yılki konuklar arasında biz de varız. Zaman’ın sözü, foto muhabirlerimiz Kürşat Bayhan, İsa Şimşek, Mahmut Burak Bürkük, Mehmet Ali Poyraz, Hüseyin Sarı, Turgut Engin, Celil Kırnapcı, Bahar Mandan, Mehmet Yaman ve Mühenna Kahveci’nin foto-röportajlarından oluşacak sergiyle Selanik’te duyulacak. Ayrıca 2011 yılında başlattığımız ve Steve McCurry, Reza, Ami Vitale, Nikos Economopoulos, Bruno Barbey gibi dünyaca ünlü fotoğraf sanatçılarının Türkiye’yi karış karış gezerek çektikleri fotoğraflardan oluşan “Türkiye’de Zaman/Time in Turkey” projesinin kısa filmi de festival kapsamında gösterilecek.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Fikir şiddeti taarruzu altındayız

Maruz kaldığımız şiddet türlerini üçleme şeklinde sahneleyen Tiyatro Artı’nın son oyunu ‘Kalem’in prömiyeri 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yapılacak. Daha önce kadına (Ayna) ve çocuğa yönelik şiddeti (Şeker) ele alan ekip, bu kez ağırlığını artık günden güne daha fazla hissettiren fikre yönelik şiddeti sorguluyor.Kadına, çocuğa ve fikre şiddet… Gün geçmiyor ki, bir şiddet haberiyle karşılaşmayalım. Her an her yerde taarruz altındayız. Kadınlar öldürülüyor, dövülüyor, sadece büyük şehirlerde değil, ülkemizin her yerinde çocuklar şiddete maruz kalıyor. Ve elbette fikirlere tahakküm ediliyor. Üç şiddet türü de artık dozunu artırmış durumda. Bakınız Soma! Madende yaşanan patlamanın, acıların ve can kayıplarının tekme, tokat faciasına nasıl dönüştüğü ortada. Farklı ve deneysel oyunlarıyla bilinen Harbiye’deki Tiyatro Artı, ilkini 2012’de sahneye taşıdığı şiddet üçlemesinin üçüncü oyunu, fikre yönelik şiddeti anlatan Kalem’i izleyici ile buluşturmaya hazırlanıyor. 5 Haziran’da sona erecek olan 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyeri yapılacak tek perdelik Kalem, yerli oyunlar arasında dikkat çekiyor.Festival kapsamında 3-4 Haziran’da Salon İKSV’de sahnelenecek olan Kalem’de, “Karşılaştığımız ya da yaşadığımız bir olayı içsel olarak nasıl değerlendiririz?”, “Bize öğretilenlerle o olayı dışarıdan nasıl değerlendiririz?” gibi soruların cevabı verilmeye çalışılıyor. Bir dönem fikri ve siyasi çalışmalara katılan, yaşadığı bir olaydan sonra inancını yitiren ve kendini toplumdan izole etmeye karar veren oyunun ana karakteri (adı sanı yok), insanları sevmeye, topluma karışmaya karar verir. Taksim metrosundan indikten sonra İstiklal Caddesi’ni yürüyerek, orada gördüklerini hem toplumsal öğretilerle hem de hissettikleriyle muhakeme eder.Oyunun metin yazarı Didem Kaplan, şiddet üçlemesinin ortaya çıkmasında yüzevurumcu tiyatro/suratına tiyatro (İngilizce: in-yer-face theatre) akımının etkisi olduğunu söylüyor. Ama ters bir etki bu. Şöyle ki: In-yer-face, 1990’larda İngiltere’de ortaya çıkan, seyircinin oyuna katılmasını ve onu şoke edici unsurlarla etkilemeyi amaçlayan bir tiyatro anlayışı. Yani sahnenin ortasında basbayağı şiddet yaşanıyor. Kaplan, “Bu akımın etkisiyle Türkiye’de sahnelenen oyunlarda şunu fark ettik. Sahnede şiddet çok fazla görünüyordu ama kimse şiddeti içselleştirmemişti. O zaman aklımıza şu soru geldi: Tepki ve şiddet göstererek sen bir yere varabilir misin?” diyor. Bu sorudan hareketle ortaya çıkan üçlemede ekip, sahnede şiddeti göstermek yerine ‘şiddet’ mevzusunu irdelemeyi tercih etmiş.Üçlemenin ilk oyunu, kadına şiddeti ele alan Ayna’da, sahneye 12 kabin içine 12 seyirci yerleştirilmiş ve gerçek şiddet hikâyeleri anlatılmıştı. İkinci oyun olan ‘Şeker’de ise çocuklara yönelik şiddet ve şiddet sonucu hayatını kaybeden çocuklar ele alınmıştı. Didem Kaplan, Şeker’le ilgili olarak, “Toplumsal baskılar, öğretilerimiz, kimi zaman dinin bir korku şekliyle aktarılıyor olması, sevgi ve paylaşımdan ziyade, korkuyla bir şeyleri öğrenme olgusu, aslında farkında olmadan şiddete meyil ortaya çıkarıyor.” diyor ve “Hazır bilgi veriyoruz onlara. Bir şeyi çözümlemeye dair kapı açmaktan çok hep hazır bilgi sunuyoruz.” ifadelerini ekliyor.

20 Mayıs 2014 Salı

Küçük sanatçılar dünyaya açılıyor

İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali’nin üçüncüsü geçtiğimiz günlerde başladı. 15 Haziran’a kadar devam edecek bienal, İstanbul’un ardından önce Anadolu sonra da dünyanın farklı ülkelerine açılacak.Tüm etkinlik ve girişlerin ücretsiz olduğu 3. İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali; Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı aracılığıyla İstanbul sınırlarını aşarak Anadolu’nun 53 ilinden katılım sağladı. Genişlemeye ve giderek dünyaya açılmaya kararlı bienalin bu seneki konukları arasında KKTC, Nepal, Hollanda ve İsveç’ten çocuklar bulunuyor. 5 bin genç ve çocuğun iş ve performanslarına ev sahipliği yapan bienalin mekânları; Kadıköy Şirket-i Hayriye Sanat Galerisi, Doğuş Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi, Şehir Hatları Vapurları, Kadıköy İskele Meydanı, Beşiktaş Çağdaş ve Salt Galata.İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu 2010’da temelleri atılan pek çok projeden eser kalmamışken imece usulüyle ilerleyen bienal, gönüllü kişi ve kurumların desteğiyle üçüncü kez gerçekleşiyor. Bienal Genel Direktörü Gazi Selçuk’a göre işin sırrı; her kurum ve kişinin uzmanlık alanı, zamanı ve bütçesi oranında bienale katılması, destek vermesi. Bir edebiyat öğretmeni gönüllü oluyor, redaksiyon yapıyor. Bir öğrenci gönüllü oluyor, rehberlik yapıyor. Büyükşehir Belediyesi destekliyor, mekân ve iletişim imkânlarından faydalandırıyor. Enka Vakfı destekliyor, personel ücretlerini karşılıyor. Yani herkes bir ucundan tutuyor. Yoksa bu denli büyük bir organizasyonu yapmak için yüzlerce çalışana ve ciddi bir bütçeye ihtiyaç olurdu.“KÜÇÜK OLAN İYİDİR”Küratörler Maria Sezer, Leyla Sakpınar ve Gülçin Özdemir Aksoy; 3. İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali’nin konseptini “Küçük olan iyidir” olarak belirlemiş. Bu tema yardımıyla çocukların küçük kavramı üzerinde düşünerek büyüklerin dünyasına göndermeler yapmalarını isteyen bienal, bir haftasını çocuk hakları temalı çalışmalara ayırıyor.Küçük bir hatırlatma yapacak olursak; Birleşmiş Milletler’in bugünkü halini 1989’da kabul ettiği Çocuk Hakları Bildirgesi, Türkiye’de 1995 yılında Resmi Gazete’de yayımlanarak kabul edildi. 54 maddeden oluşan sözleşme; yaşama hakkı, eksiksiz biçimde gelişme hakkı, zararlı etkilerden, istismar ve sömürüden korunma hakkının yanı sıra aile, kültür ve sosyal yaşama eksiksiz katılma haklarını kapsıyor. Bienal için önemli olan; sözleşmenin kapsamı, çocuklara ne gibi güvenceler verdiği, öğretmenlerin, anne-babaların, büyüklerin ve çocukların bu haklardan ne kadar haberdar olduğu… Bienal bu konuda kapsamlı bir bilinç oluşturmak için elinden geleni yapmaya hazır.Gazi Selçuk'tan velilere öneriler“Aslında her çocuğun nitelikli bir eğitim alması, kültür ve sanat faaliyetlerinde bulunması ve yararlanması hakkı, yasa ile güvence altına alınmış durumda. Ancak hepimiz biliyoruz ki bu, yasalarda yazıldığı gibi gerçekleşmiyor. O yüzden anaokulu, ilköğretim okulu ve ortaokulun ilk yıllarında çocukları olan velilere önemli görevler düşüyor. Biliyoruz ki her velinin çocuğunu düzenli götüreceği bir müze, bir sanat galerisi, bir sanat atölyesi olmayabiliyor. Ama maliyet gerektirmeyen pek çok girişimden bahsetmek mümkün. Örneğin her gün onlarca ambalajlı ürün evlerimize giriyor. Bu ambalajları bir hafta toplarsak heykel atölyesi için yeteri kadar malzeme biriktirmiş oluruz. Bir köşede, hatta balkonda bu malzemeleri çocukların önüne yığmak ve bir bantla nasıl birbirine tutturulacağını öğretmek yeterli. Aslında velilere düşen en önemli görev, malzeme ve ortam sağlayıp gerisini çocuklara bırakmak.”Programda neler var?Ana Sergi’de 4-18 yaş aralığındaki çocuk ve gençlerin ürettiği yapıtlar sergileniyor. Etkinliğin mekânları Beşiktaş Çağdaş ile Şirket-i Hayriye Sanat Galerisi.Atölye Programı’nda geleneksel sanatlar, drama, bayrak yapımı, kutu oyunları, duvar resmi, yeni medya ve karikatür gibi farklı başlıklar altında 90 ayrı atölye çalışması yapılıyor.Dans ve beden performansları İstanbul’un kamusal mekânları Şehir Hatları Vapurları ve Kadıköy İskele Meydanı’nda gerçekleşiyor.Konferans, söyleşi, sempozyum; bienalin yetişkinler için olan bölümü. Sanat ve eğitim alanında uzman onlarca isim bienal mekânlarında izleyici, öğretmen, veli ve öğrencilerle buluşuyor.Çocuk Hakları, 2-8 Haziran tarihleri arasında İsveç Konsolosluğu’nun desteğiyle çocuk ve hakları konusunda farkındalık oluşturacak bir dizi etkinlik, atölye çalışması, sanatçı buluşması ve söyleşiyi kapsıyor.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Bilinmeyen yönleriyle camilerimiz

“Bilinmeyen Yönleriyle” üst başlığını taşıyan ve Ayasofya’dan başlayarak Fatih, Süleymaniye, Sultanahmet ve Selimiye camilerini ele alan beş kitaplık seri Kaynak Yayınları tarından okura sunuldu. Yavuz Afşar’ın yayına hazırladığı eserler, Halit Ömer Camcı ve Mehmet Çiftçi’nin fotoğraflarıyla zenginleşmiş.Osmanlı Devleti’ne beş yüz yıldan fazla başkentlik yapan İstanbul’un sahip olduğu zenginliklerin başında camiler gelir. Özellikle selatin camiler külliyesi, aşevi, türbeleri, haziresi ile bulunduğu çevreye ayrı bir anlam kazandırır. Peki, yerli-yabancı turistler için ilk uğrak yerlerinden olan camiler hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz? Ayasofya ile birlikte, adlarını, yaptıran padişahtan alan dört büyük cami, “Bilinmeyen Yönleriyle” iki kapak arasına girdi. Yavuz Afşar’ın kaleme aldığı beş kitaplık seride, İstanbul’dan Ayasofya ile Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmet camii ve külliyeleri, Edirne’den de Selimiye Camii ve Külliyesi, müstakil kitaplar şeklinde okura sunuldu. Kaynak Yayınları tarafından yayımlanan kitaplarda camilerin yapılış hikâyesinden başlayarak inşa süreci, önemi, külliyesi, avlusu, kubbesi, minaresi, hatları ve kitabeleri ile tüm özellikleri tek tek ele alınıyor. Kitaplar, çokça uğradığımız ama hakkında az şey bildiğimiz kutsal mekânlar hakkında tafsilatlı bilgiler sunuyor.Süleymaniye, imparatorluğun yeni simgesiKanuni Sultan Süleyman, 1547’de yaptığı barış antlaşması ile İspanya Kralı ve Cermen İmparatoru V. Karl’ı vergi ödemeye mahkûm eder. Böylelikle “imparator” unvanının Osmanlı’ya ait olduğunu da kabul ettirir. Kanuni, adına bir imparatorluk camisi için çalışma başlatır. Mimarbaşı olarak da Mimar Sinan göreve getirilir. Koca Sinan, arazide iki yıl kadar çalışma yaptıktan sonra temele ilk taş konulabildi. Elbette Ayasofya’dan geri kalmaması gerekiyordu. Klasik Osmanlı mimarisinin zirve eserlerinden Süleymaniye Camii için Haliç’e hâkim bir tepe seçildi. Bittiğinde, etraftan bakılınca Ayasofya’nın tek rakibiydi. 1550’de başlanan ve 3.200 kilo altına mal olan cami (zamanın Osmanlı bütçesinin onda biri), 7 yılda tamamlanarak 1557’de açılır. Müslümanlar nazarında Kâbe, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’dan sonra dördüncü en kutsal mabet kabul edilen Süleymaniye Camii, ihtişamını bugün de koruyor.Mimarının hayatına mal olan cami: FatihOsmanlı’da Ayasofya’yı geçme yarışında verilen eserlerden ilki Fatih Sultan Mehmet adına yapılan Fatih Camii’dir. İstanbul’da yapılan ilk sultan camisi olan Fatih Camii’nin mimarı, yıllar sonra halefi olacak zatla aynı adı taşımaktadır: Atik Sinan. Rivayete göre, caminin iki önemli sütununu getirtmek için padişah hayli çaba sarf eder. Ancak Atik Sinan, sütunların gereğinden uzun olduğunu görüp yerlerine koymadan önce kestirir. Ne var ki sütunlar bu sefer kısa gelmektedir. Bunu duyan padişah, mimarı yanına çağırıp, “Sütunları kesip kısalttın ve benim camimin Ayasofya’dan daha alçak olmasına yol açtın.” der. 7 yıldan fazla emek verdiği cami, sonunda mimarının canına mal olur. Fatih Camii için az bilinen bilgilerden biri de 1766’daki depremde tamamen yıkılıp yeniden inşa edildiğidir.İki komşu: Ayasofya ve Sultanahmet“Bilinmeyen Yönleriyle” serisinin iki kıymetli kitabı ise yüzyıllardır birbirine bakışan Ayasofya ve Sultanahmet hakkında. İstanbul’da özellikle Sinan mührü olan eserlerle büyük etkisi olan Ayasofya, ihtişamıyla bin yıldan fazla süredir ayakta. Doğu Roma İmparatoru Iustinianos tarafından yaptırılan ve inşasına 532’de başlanan “Hagia Sofia” (Kutsal Bilgelik), beş yıl on ayda tamamlanarak 537’de açılır. Ayasofya, İstanbul’un fethi ile camiye dönüştürülür. Cumhuriyetin kurulmasından sonra da ibadete kapatılarak müze yapılır. O zamana kadarki camilerin en büyüğünü yaptırarak adını kalıcı kılmak için I. Ahmet tarafından inşa ettirilen Sultanahmet Camii için tam da Ayasofya’nın karşısı seçilir. Sedefkâr Mehmet Ağa mimarlığında 1609’da başlanan cami, 7 yıl 5 ay 6 gün sonra 1617’de tamamlanır. Evliya Çelebi’ye göre caminin temel şeyhi bugün Üsküdar’ın manevi misafiri olan Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’dir.Serinin beşinci kitabında ise Mimar Sinan’ın ustalık eseri Edirne Selimiye Camii etraflıca ele alınıyor. Mimar Sinan, Süleymaniye Camii ile heybetine rakip olduğu Ayasofya’nın kubbe ölçüsüne ulaştığı bu eserinde pek çok yönden Ayasofya’yı aşmayı başarmıştır. Selimiye ayrıca “kapladığı yer bakımından” dünyanın en büyük camisi olarak tarihte yerini almıştır.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Darülbedayi’nin ilk oyunu, 98 yıl sonra yeniden sahnede

Türk tiyatrosunun ilk resmi oyunu olarak kayıtlara geçen ve 1916’da Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda sahnelenen Çürük Temel, 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında bugün ve yarın Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda izlenebilecek. Bir aile dramını anlatan oyun, ekimden itibaren yeni sezonda sahnelenmeye devam edecek.İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (Darülbedayi), 20 Ocak 1916’da sahnelediği ilk oyun olan Çürük Temel, 98 yıl aradan sonra yeniden sahneleniyor. Fransız yazar Emile Fabre’ın (1869-1955) La Masion d’Argile adlı eserinden o zaman Hüseyin Suat tarafından tiyatroya uyarlanan oyun, 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Engin Alkan yönetmenliğinde, çağdaş bir yorumla bugün saat 20.30’da Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde izleyici karşısına çıkıyor.Oyunu bugünkü dile aktaran Sezai Gülşen ve Doğan Yavaş’ın yaptığı araştırmaya göre Reşat Rıdvan tarafından yönetilen Çürük Temel’in provaları 30 Ağustos 1915 tarihinde Darülbedayi’nin ilk binası olan Şehzadebaşı’ndaki Letafet Apartmanı’nda yapılmış. 1950’lerin ortalarında yıktırılan ve bugün yerinde İstanbul Üniversitesi Biyoloji bölümü binası bulunan bu apartmandaki ilk genel prova, 19 Ocak 1916 Çarşamba günü saat 21.30’da gerçekleştirilmiş. Bu provaya gelmeleri için davetlilere 14 cm eninde 10,5 cm genişliğinde beyaz karton üzerine davetiyeler gönderilmiş ve provayı Şehzade Ziyaeddin Efendi ve kardeşi ile savunma, adalet, bayındırlık bakanları izlemiş. Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunda; Muhsin Ertuğrul, Madam Felegyan, Kınar Sıvacıyan, Eliza ve Adrien Binemeciyan, Ahmet Refet Muvahhit, Nurettin Şevkati ve Sara Mannik rol almış.Çürük Temel, Darülbedayi’nin ilk oyunu olmasının yanı sıra adı Türk tiyatrosu ile özdeşleşen Muhsin Ertuğrul’un da rol aldığı ilk oyun. Oyun sahnelendikten sonra Halit Fahri Ozansoy, oyunculardan Sara Mannik’in bir ara kapıyı hızla çekmesiyle çıkan gürültünün gerçekçi duyguyu vermesi yönünden yenilik olduğunu belirtmiş, Muhsin Ertuğrul’un oyunculuğu ile ilgili ise şöyle yazmış. “… bilhassa Ertuğrul Muhsin’in rolündeki muvaffakiyeti halkı heyecan içine sürüklüyor ve sahnede safha safha açılan bir aile faciasının en derin psikolojik hareketlerine alakayı gittikçe çoğaltıyor.” Boşanmanın ailede ve özellikle çocuklar üzerinde yaptığı olumsuz etkiyi anlatan oyun, İzmir’de geçiyor. Varlıklı bir aileye mensup Münire Hanım’ın ikinci evliliğinden olan genç kızı İclal evlenme arifesindedir. Münire Hanım’ın ilk evliliğinden bir kızı ve oğlu vardır, fakat oğluyla 20 yıldır hiç görüşmemiştir. Olaylar dededen kalma halı fabrikasının iflas etmek üzere olduğunun anlaşılmasıyla gelişmeye başlar. Fabrika satılmaya karar verilir. Ancak Münire Hanım’ın oğlu Ferid bir anda ortaya çıkar ve bu fabrikadan pay ister. Fabrikanın başında bulunan Necib Bey için bu talep bir şeref ve haysiyet meselesidir. Çocuklarla ebeveynlerin uzlaşmaz biçimde haklarının peşinde diğerlerine karşı verdikleri amansız savaş kimsenin mutlu olmadığı bir dağılmayla sona erer.Çürük Temel, İBB Şehir Tiyatroları’nın 80. kuruluş yıldönümünün kutlandığı 1995’te, Zihni Küçümen’in yönetmenliğinde okuma tiyatrosu olarak sahnelenmiş, oyunun metni, eski diline hiç dokunulmadan yeni oyuncular tarafından okunmuştu.“Demode anlatım biçimini modern dile dönüştürdüm”Engin Alkan/Yönetmen: “Yüzyıl öncenin estetik algılarıyla seyirciyle buluşmuş bir metni bugünün seyircisinin haz duygusuna yöneltmek, onu köhneleşmiş bir yapıttan bugün de soluk alıp veren bir dünyaya dönüştürmek elbette ki çok titiz bir çalışmayı gerektiriyordu. Çürük Temel hâlâ geçerliliğini yitirmemiş insan çelişkileriyle yüklü, sözü olan bir oyun. Öncelikle sözü bugünün seyircisine iletilebilmesi gerekiyordu. Metnin bugün demode kabul edilebilecek melodramatik anlatım biçimini modern bir tragedya diline dönüştürerek, trajik unsuru en başta gösterip, bu noktaya varılan süreci sergilemeye gayret ettim. Yıkılmış, çökmüş, parçalanmış bir fabrika atmosferiyle başlayan oyunda, seyircinin gösteri boyunca ‘çözüm nedir?’ sorunsalına cevaplar bulmaya çalışmasını amaçladım.”

16 Mayıs 2014 Cuma

Kömür karası çaresizlik

Kaybettiğimiz maden işçilerinin hatırasına saygının gereği bugün sinema sayfamızda ‘Haftanın Filmi’ eleştirisi yok. Haftanın değil yılın, on yılların ve madencilik tarihimizin en müessif faciasına hürmeten sinema sayfamız maden işçilerinin dramını anlatan filmlere ayrıldı. Söylenecek hiçbir söz boğazımıza gelip oturan düğümü çözmeyecek, geride kalanların acısını teselli edemeyecek.Onları Ramazan ayında televizyon ve gazete haberlerinde görürüz. “Yerin metrelerce altında sahur/iftar yaptılar” haberleri için yılda bir kez maden işçilerine mikrofon uzatılır. Ramazan zamanı gündem sayfalarını ve ana haber bültenlerini ‘renklendirmek’ için basının dikkatine ‘mazhar’ olan maden işçileri, sair zamanlarda ise ancak ölüm haberleriyle medyada yer bulabiliyor. Son birkaç gündür tekrar ettiği gibi…Soma’daki maden faciası, bizden alıp götürdüğü canlar itibarıyla ne yazık ki ‘tarihî’ bir olay olarak kayda geçti. Gözümüzde yaşlar, boğazımıza düğümlenen kelimelerle dua etmekten ve utanmaktan başka bir şey yapamıyoruz. “Dicle kenarında otlayan kuzulardan” bile kendini mesul hisseden yöneticilik anlayışından “Bunlar işin doğasında var.” noktasına savrulduğumuz gerçeğinin çaresizliğiyle baş başayız. Bu tür olayların öncesinde ve sonrasında iradesini ortaya koymayan idarecilere, sorumlulara, taşeron sistemindeki adaletsizliklere karşı çaresizlik belimizi büküyor. Belki birkaç hafta sonra öfke patlamalarımız da geçecek. Ancak hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya koyulmak, ‘rutin’lerimize devam etmek vicdana sığmıyor.Kaybettiğimiz maden işçilerinin hatırasına saygının gereği bugün sinema sayfamızda ‘Haftanın Filmi’ eleştirisi yok. Haftanın değil yılın, on yılların ve madencilik tarihimizin en müessif faciasına hürmeten sinema sayfamız maden işçilerinin dramını anlatan filmlere ayrıldı. Söylenecek hiçbir söz boğazımıza gelip oturan düğümü çözmeyecek, geride kalanların acısını teselli edemeyecek. Ancak, kömür karasına bulanmış yüzleriyle helal rızkının peşinde koşan bu insanların aziz hatırasına hürmeten, insan olmanın utancını sırtımıza yüklenebiliriz belki…Maalesef yıllar içinde yaşanan onca faciaya rağmen, sinemamızın maden işçilerinin dramına yeterince eğilmediğini söylemek zorundayız. Bu yıl 100 yaşını dolduran Türk sinemasında ‘kömür karası’ hayatları konu alan bir elin parmakları sayısınca film var. Bunlar arasında ‘Maden’ filmi, bütünüyle bu konuyu esas alan, başka bir hikâyeye eklemlemeden, merkezine maden işçilerinin sorunlarını alan tek film. Diğerleri ise madeni mekan ya da madencileri yan unsur olarak hikâyeye dâhil ediyor.‘Karaelmas’ şehrindeki yabancıSinemamızda ‘maden filmleri’nin ilk örneği olan Halit Refiğ’in yönettiği 1962 yapımı ‘Şehirdeki Yabancı’ filmi, Zonguldak’taki maden ocağında çalışan Aydın’ın yaşadıklarını anlatıyor. “Memlekete faydalı” bir insan olması için İngiltere’de okutulan maden mühendisi Aydın, doğduğu şehir Zonguldak’ta çalışmaya başlayınca ilk iş, maden direklerinin çürüklüğünü bildirir. İşadamı, gazeteci ve siyasetçiden oluşan üç kötü karakter, Aydın’la dalga geçer: “Bizim mühendis, memleketi değiştirecekmiş demek!” ‘Partici’ işadamı Mustafa Bakırcı, çürük malzeme kullanmıştır direkleri yaparken ve bu yüzden bir göçük olur. Mühendis Aydın, safça bir soru sorar: “Anlayamıyorum, parti menfaatleri insan canından daha mı üstün?” Göksel Arsoy, Nilüfer Aydan, Reha Yurdakul, Ali Şen ve Erol Taş’ın oynadığı filmin senaryosu Vedat Türkali’ye ait.‘Burada cinayet işleniyor!’Türk sinemasında maden işçilerinin ağır çalışma şartlarını ve sorunlarını en çarpıcı şekilde anlatan, Yavuz Özkan’ın yönettiği 1978 yapımı ‘Maden’ filmidir. Cüneyt Arkın ile Tarık Akan’ın, İlyas ile Nurettin adlı iki madenciyi oynadığı filmde maden ocağında gerekli güvenlik önlemlerinin alınması için imza toplanır. Madendeki sorunların konuşulduğu bir toplantıda İlyas, madenin yöneticisine imzaların akıbetini sorar. Aldığı cevap “Gene bozgunculuk yapıyorsun İlyas!” olur. İlyas ‘kader arkadaşlarına’ dönerek onlara seslenir: “Arkadaşlar! Burada cinayet işleniyor. Yeterli tedbir alınsa ölenlerimizin %90’ı kurtulurdu.” İlyas’ın hışmından ‘sendika ağaları’ da payını alır. Ancak bir süre sonra İlyas, göçük altında kalır.Madenci şairlerBu yıl Oscar yarışında Türkiye’yi temsil eden ‘Kelebeğin Rüyası’, genç yaşta hayatını kaybeden iki ‘kayıp’ şairin, Muzaffer Tayyip Uslu ile Rüştü Onur’un iç burkan öyküsünü anlatmıştı. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği film, Zonguldak’taki kömür madeninde çalışan iki şairin, şiir ve hastalık dolu dünyalarına odaklansa da, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında madende çalışmayı zorunlu kılan ‘Mükellefiyet Kanunu’nu gündeme taşıyan açılış sahnesiyle ‘maden filmleri’ kategorisine girmeyi hak ediyor.‘Yük’ü ağırdır madencilerin‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ ile mevsimlik tarım işçilerinin dramını perdeye taşıyan usta yönetmen Erden Kıral, 2012 yapımlı ‘Yük’te iki maden işçisi arasındaki gerilime odaklanmıştı. Film, bir cinayet sonrası yaşanan suçluluk duygusunu konu alan psikolojik gerilim türünde olsa da, özellikle madencilerin işyerindeki hallerini bütün çıplaklığıyla verdiği, maden sahneleriyle sinemamızda ayrıcalıklı bir yere sahip. İki maden işçisini oynayan Nadir Sarıbacak ile Tansu Biçer ise performanslarıyla filmin değerini artırıyor.Mühendisler de kıskanır1930’ların Zonguldak’ından bir kesit sunduğu ‘Kıskanmak’ (2009) filmiyle Zeki Demirkubuz da maden ocağına inenlerden. Nahid Sırrı Örik’in aynı adlı eserinden uyarlanan film, açılışındaki Cumhuriyet balosu sahnesi ile dönemin karakteristik özelliklerini ortaya koyar. İstanbul’dan bu ‘sıkıcı’ kömür kentine gelen maden mühendisi Halit, eşi Mükerrem ve kız kardeşi Seniha arasındaki gerilimli ilişkiye odaklanan filmin az sayıdaki maden sahneleri ise görülmeye değer.1860 Fransa’sında da olmuş!Fransız yönetmen Claude Berri imzalı ‘Germinal / Tohum Yeşerince’ (1993), Başbakan’ın Soma’daki facianın ‘doğallığına’ vurgu yaparken verdiği dünyadaki örnekleri teyit eden bir film! 1860’lar Fransa’sında yaşanan bir maden trajedisini konu alan yapım, Emile Zola’nın ünlü eserinden yapılan uyarlamaların en iyisi. Gerard Depardieu’nun oynadığı film, Kuzey Fransa’daki küçük bir maden kasabasındaki maden işçilerinin çalışma şartlarının iyileştirilmesi amacıyla başlattığı grevi perdeye taşıyor. -Kitabı okumayanlar için- filmin sonu hayli trajik bir şekilde noktalanır.Dünyadan 10 maden filmiDiri Gömülenler /Ace in the Hole (1951 / ABD)The Molly Maguires (1970 / ABD)Ariel (1988, Finlandiya)Germinal (1993 / Fransa)Ekim Düşü /October Sky (1996 / ABD)Çok Geç /Prea Tarziu (1996 / Romanya)Billy Elliot (2000 / İngiltere)Kör Boşluk /Mang Jing (2003 / Çin)Tek Başına /North Country (2005 / ABD)İnce Buz, Kara Kömür /Bai Rin Ya Huo (2014 / Çin)

15 Mayıs 2014 Perşembe

Sanat dünyası da yasta

Önceki gün Manisa'nın Soma ilçesinde meydana gelen ve 200'den fazla işçinin hayatını kaybettiği maden kazası, sanat dünyasını da yasa boğdu.Pek çok sanat kurumu, ülke genelinde ilan edilen üç gün yas nedeniyle kültür-sanat etkinliklerini iptal ederek ileri bir tarihe erteledi. Dün ve bugün yapılması planlanan 19. İstanbul Tiyatro Festivali gösterileri, Staatskapelle Berlin & Daniel Barenboim konseri ve diğer tüm İKSV etkinlikleri ulusal yas nedeniyle iptal edildi. Ayrıca 5. Avea Sıra Dışı Müzik Konserleri kapsamında yarın İstanbul Kongre Merkezi'nde gerçekleştirilmesi planlanan Afro-Cuban All Stars konseri iptal edilen etkinlikler arasında. Rock'n Roll grubu Aerosmith'in dünya turnesi kapsamında dün akşam gerçeleştireceği konser ise saatler kala iptal edildi.Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin, Antalya ve Samsun'da bulunan yerleşik sahnelerinde 20 Mayıs’ta sahnelenecek tüm oyunları iptal etti. Ayrıca turne ve etkinliklerine de erteleme kararı alan Devlet Opera ve Balesi, 3 Mayıs'ta başlayan ve 17 Mayıs'ta sona erecek 4. Eskişehir Opera ve Bale Günleri'nin halen devam eden programını da iptal ederek ileri bir tarihe erteleme kararı aldı.Kadir Has Üniversitesi Rezan Has Müzesi de Soma'da yaşanan acı olay nedeniyle 21 Mayıs Çarşamba günü gerçekleştirecekleri “Urartu Takı Koleksiyonu Sergisi” açılışını ileri bir tarihe erteledi. Özyeğin Üniversitesi'nde 14-15-16 Mayıs tarihlerinde gerçekleşecek gençlik festivali ve konserler de iptal olan etkinlikler arasında. İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği de (İFSAK) üç yas günü yapılacak etkinliklerini iptal etti. Bu kapsamda bugün sahnelenecek "Ben Kadın" isimli gösteri 27 Mayıs'a, yarın yapılacak Ayın Fotoğrafı Yarışması ise 23 Mayıs'a ertelendi. Oyun Atölyesi'nde bugün Talimhane Tiyatrosu'nun sahneleyeceği “Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince, Ama Şimdi İyi” adlı oyun Soma'daki facia nedeniyle iptal edildi.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Dublinliler 100 yaşında!

Romanları 20. yüzyıl edebiyatının klasikleri arasında yer alan James Joyce’un Dublinliler eseri 100 yaşında. Joyce’un henüz ünlenmeden önce yazdığı, Dublin’de geçen on beş hikâyeyi günümüz İrlandalı yazarları yeniden kaleme aldı. Penguin Yayınları ise 100. yıla özel bir baskı yayımladı.Romanları 20. yüzyıl edebiyatının klasikleri arasında yer alan İrlandalı usta yazar James Joyce’un (1882-1941) Dublinliler adlı eseri 100 yaşında. Joyce’un 1904-1914 arasında henüz çok ünlenmeden önce yazdığı, Dublin’de geçen 15 kısa hikâyeyi içinde barındıran bu benzersiz kitabın yeni baskılarının yanı sıra bu öyküler günümüz İrlandalı yazarları tarafından yeniden yazıldı. Türkçede ilk kez 1987’de Murat Belge’nin çevirisiyle yayımlanan Dublinliler’in (İletişim Yayınları) yazarı için Belge’nin ise şöyle bir tespiti var: “Joyce’un edebiyat tarihindeki yerini yok sayamayız. Hattâ “Joyce’dan önce ve Joyce’dan sonra” diye bir ayrım bile yapılabilir belki. Çünkü Joyce bir sanat olgusu, yeryüzü sanatının vardığı önemli bir aşamadır.” Orhan Pamuk ise dünya edebiyatının ‘baba’ isimlerinden Joyce’u bize şöyle anlatır: “Zola’nın metni bir babanın elimizden tutarak bize “Bak şu binaya ve düşün,” demesine benzer. O binanın anlamını belki apaçık söylemez, ama sezdirir. Joyce’un metni ise bizi, o binanın duvarına çarptırır. Metin uzaktan gülümseyerek bakar ve karşısında yapayalnız kalırız.”Joyce’un ustalıklı kalemiGünümüz İrlandalı yazarların Joyce’un gölgesinden bir türlü kurtulamadıkları söylenir. Bu algıyı değiştirmek için Tramp Press adlı İrlandalı yayıncı, Joyce’un Dublinliler’inde yer alan on beş öyküyü İrlandalı yazarlara yeniden yazdırmaya karar verdi. Dubliners 100 adlı kitap ilhamını Joyce’tan alarak yazılmış on beş yeni öyküyü barındırıyor. Penguin ise Dublinliler’i 100. yıla özel bir baskıyla okura sunarken, pek çok yayınevi de yeni Dublinliler’i okurla buluşturuyor. Dublinliler’de çoğunlukla işçi sınıfı ve orta sınıftan düzenbaz, sonradan görme zenginler, çocuklarını döven babalar, âşık gençler, yaşlı teyzeler gibi karakterler yer alır. Murat Belge, kitaptaki bütün hikâyeler arasında tematik bir ortaklık ve gelişme olduğundan söz ederken, her bir öykünün ayrı ayrı okunabileceği gibi kitabın bütününün bir roman olarak tasarlandığını da ekler. Çocukluk, gençlik ve orta yaşlılık üzerine birbirini takip eden hikâyeler, bir tamamlanmaya işaret eder. Bu sıradan gibi görünen hayatlar Joyce’un ustalıklı kalemiyle önümüze serilir. Kitabın kapı kapı yayıncı dolaştığını ve pek çok kez reddedildiğini de ekleyelim.Joyce, 14 Ocak 1941’de hayata veda ettiğinde, ardında onlarca kitap bırakmıştı. Ulysses, Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Sürgünler… Joyce’un bu edebi mirasının üzerinde korkulu bir gölge gibi dolaşan ve huysuzluğu ile nam salan seksenli yaşlardaki torun Stephen Joyce’tan edebiyat dünyası epey çekmişti. Onun izni olmadan Joyce’un eserleriyle ilgili bir çalışma yapmak ne mümkün! Fakat, Ocak 2012, dünyanın dört bir yanından yayıncılar ve yapımcılar için büyük umutlarla beklenen bir gündü. Joyce’un eserlerinin telif hakları dolunca, huysuz torunun iznine gerek kalmamıştı. Türkçede de son dönemlerdeki Joyce bolluğu dikkatli okurun gözünden kaçmamıştır. Şunu da yeri gelmişken hatırlatalım, edebiyat tarihine Ulysses gibi benzersiz bir eser armağan eden Joyce, bu kitabı aslında ilk kez 1906’da, Roma’da bir bankada çalışırken Dublinliler’e eklenecek bir öykü olarak düşünür. Fakat bu gerçekleşmez. 1918’de ABD’de çıkan Little Review dergisinde dizi şeklinde yayımlanmaya başlayan Ulysses, 1920’de ilginç bir şekilde yasaklanır ve roman 1922’de okurla buluşur. Umberto Eco’nun tespitiyle “Dublinliler nasıl bir ‘felç’ halini ifade ediyorduysa Ulysses de bir ilişki eksikliğini ifade eder… Bu tam bir çözülme halidir. Dünya çözülmüş olduğunu bilir ama ne yapsa içsel bir düzen ya da örüntü bulamaz…”Dublinliler’in 100. yaşı dolayısıyla Joyce’un eserlerine yeniden bakmanın vaktidir, özellikle Joyce’un yarı-otobiyografik romanı Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ne, zira ne demişti kitabın kahramanı Stephen Dedalus, “Soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek istiyorum”, hele ki bu zamanlarda...

13 Mayıs 2014 Salı

Meddah usulü ‘Benim Adım Kırmızı’

Orhan Pamuk’un romanından uyarlanan “Benim Adım Kırmızı: Tasvirler” sahnelenmeye başlandı. Eylül 2013’te kurulan Cazu Tiyatro’nun sahneye aktardığı oyunun galasına da gelen Pamuk, genç oyunculardan telif almadı fakat ‘eğer metni beğenmezse oynanmayacağına’ dair küçük bir dostluk kontratı istedi.Bugüne kadar farklı topluluklarda tiyatro ile uğraşan dokuz arkadaş, 2013 yılının Eylül ayında Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanını sahneye aktarmak üzere bir araya geldi. O günden bu yana, yaklaşık sekiz aydır bu oyun üzerinde çalıştılar. Provalarını, metin üzerindeki okumalarını, nasıl bir sahneleme yapacaklarına dair aralarındaki fikir tartışmalarını www.kirmizigunlukler.blogspot.com.tr adresinde gün gün yazdılar. Provalardan fotoğraflar eklemeyi de unutmadılar bloglarına. Bu arada Orhan Pamuk’a, sahneleyecekleri metni gönderdiler, telif vs. gibi konularda iznini almak istediler. Pamuk, henüz yola çıkmış gruptan para pul talep etmedi ama haklı olarak “eğer metni beğenmezse oynanmayacağına ve oyunun nerelerde sahneleneceğine dair” küçük bir kontrat, daha çok dostluk anlaşması gibi bir yazı istedi gençlerden. Seve seve kabul etti onlar da. Pamuk, Cazu Tiyatro’yu dokuz aydır uzaktan ve sessizce takip ediyor, bloglarını beğendiği oyun ekibinin kulağına gitmiş, ama yine de geçtiğimiz perşembe günü Mecidiyeköy’deki Sahne Hal’da yapılan “Benim Adım Kırmızı: Tasvirler”in galasında Pamuk’u görmeyi beklemiyordu dokuz arkadaş.Pamuk, Benim Adım Kırmızı’da sadece bir aşk ve cinayet hikâyesi anlatmıyor, Doğu ve Batı resmindeki bakış, taklit, temsil konularındaki farklılıkları da tartışıyor. Cazu Tiyatro, Pamuk’un resim sanatı çerçevesinde sorguladığı bu bakış ve temsil meselesini, bakma ve bakılmanın sanatı olan tiyatro ve oyunculuk sanatları bağlamında ele almayı deniyor. Benim Adım Kırmızı’yı okumayanlar, sahnede minyatürle karşılaşacak, ama görsel olarak değil, okuyanlar ise romandan kopmuş parçaları izleyecek. Çünkü oyunda sadece kitabın küçük bir bölümü; padişah için yapılmaya başlanan ama cinayet nedeniyle yarım kalan minyatürün tasvirleri sahneye taşınıyor. “Benim Adım Kırmızı: Tasvirler”, ellerinde bendir çalarak ilahi okuyan yedi meddah sahnesiyle başlıyor, solo performanslarla devam ediyor. Kitapta geçen asıl hikâyeye göre nakkaşlar Frenk usulüne göre bir minyatür yapmaya başlarlar; ‘köpek, ağaç, para, şeytan, ölüm, kırmızı’nın tasvirleri vardır bu minyatürde ama bitmez, bitemez… Sahnede, kendilerine meddah diyen oyuncular bu tasvirleri taklit ediyor. Bir Karagöz ustası gibi. Ellerinde o tasvirlerin kuklaları, bendirleri de perdeleri…Ana hikâyeyi sahneye hiç taşımadıklarını anlatan oyunun yönetmeni Oğuz Arıcı, “Metinde çok büyük bir değişiklik yapmadık. Yeniden de yazmadık. Sadece Orhan Pamuk’un yazdığı kısımları keserek, birbirine bağlayarak, kısaltarak sadece meddah ve tasvirleri anlattığı bölümleri kullanarak yeni bir metin oluşturduk.” diyor. Tasvirlerini Hilal Polat’ın yaptığı oyunda rol alan Behiç Cem Kola, Bengi Kırlaroğlu, Cansu Kahvecioğlu, Cenk Külçe, Hasan Şahintürk, Tuba Keleş ve Uğur Açıkgöz oyunculukları ile göz dolduruyor. Orhan Pamuk oyunu beğenip beğenmediği konusunda bir açıklama yapmadı ama davete icabet, biraz da icazet vermek gibi bir şey... (www.cazutiyatro.com)

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Göbeklitepe’den çıkan 700 eser, yeni müzede sergilenecek

Şanlıurfa’nın 18 km kuzeydoğusundaki Göbeklitepe’deki arkeolojik kazılar, bu sene 20. yılını doldurdu. Bir yıldır yerli turistlerin akınına uğrayan Göbeklitepe’de çıkarılan 700 eser, temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde sergilenecek.Dünyanın en eski ve en büyük inanç merkezi olduğu anlaşılan Göbeklitepe’de arkeolojik kazılar başlayalı 20 sene oldu. 12 bin yıl öncesinden haber veren bölge son bir senedir yerli turist akınına uğruyor. Kazı başkanı Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü Orient Bölümü uzmanı ve Erlangen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Klaus Schmidt ve 80 kişiden oluşan kazı ekibi ise yeni bilgilere ulaşmak üzere bölgede çalışmalara devam ediyor. Bu yılki kazılar 25 Mayıs’ta sona erecek. Klaus Schmidt, eşi Çiğdem Köksal-Schmidt ve Almanya, Belçika, Hollanda’dan gelen bilim adamları, her gün saat 06.00’dan 14.00’e kadar yeni kazı alanında çalışıyor, sonra Şanlıurfa merkezdeki ‘kazı evi’nde yemeklerini yiyip dinleniyor, akşam üzeri 17.00 gibi tekrar kazıya devam ediyorlar.Schmidt’e göre 90 dönümlük Göbeklitepe’deki kazılar, 50-60 yıl daha sürebilir, bölge o denli büyük ve zengin. Bugüne kadar 1 ibadet yeri ortaya çıkarıldı. Schmidt, kazı alanının etrafında 21 adet gömülü ibadet yeri olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ana kazı alanının sağ ve solunda benzer yapılara ulaşabiliriz ama amaç az kazı ile çok bilgiye ulaşmak.”Göbeklitepe’nin en karakteristik buluntuları T şeklindeki dikilitaşlar. Üzerinde tilki, kuş, yılan, turna gibi hayvan figürleri bulunan ve boyutları 5 metreye kadar çıkabilen bu anıtsal taşlara yeni kazı alanlarında da rastlandı. Fakat bu seferkilerin üzerinde daha fazla hayvan figürü var. Schmidt, “Biz zannediyorduk ki, taş devrinde insanlar ellerinde sopalarla geziyor, mütevazı ve basit bir şekilde yaşıyorlar. Oysa o dönemde de bir medeniyet var. Tarımı bulmuşlar, inanç merkezi yapmışlar. Bütün arkeoloji dünyası şu anda bunları konuşuyor.” diyor. Göbeklitepe ile ilgili bu yılki en önemli gelişme, 20 yıldır çıkarılan eserlerden 700’ünün, yapımı beş yıldır süren ve temmuz sonunda açılması planlanan Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’nde (Müzenin adı daha önce Edessa olarak açıklanmıştı) sergilenecek olması. Göbeklitepe’nin kendisi zaten açık hava müzesi gibi ama kazılarda bulunan küçük heykeller ve kandil gibi çeşitli eserler sergilenmemişti.37 bin metrekarede, 10 bin eser Göbeklitepe ziyaretinden sonra Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi Müdürü Müslüm Ercan, müzeye basın turu düzenledi. Üç ay sonra açılacak müzeyi önden görmenin heyecanı ile Ercan’ı soru yağmuruna tuttuk. Müzede toplam 10 bin eser sergilenecek. Dışarıdan bakıldığında sarımtırak rengiyle oldukça büyük bir alana yayılan 37 bin metrekarelik müze, iki bölümden oluşuyor. 31 bin metrekarelik alan arkeoloji müzesine ayrılmış. Burada tarih öncesi çağlar; paleolitik, neolitik ve kalkolitik dönem anlatılacak. Sergilenecek en önemli eserler arasında Nevali Çori Höyüğü bulunuyor. 23 yıl önce Atatürk Barajı’nın altında kalacağı için olduğu gibi kaldırılan ve bugüne kadar aynen korunan höyüğün kurulumu bitmiş. Göbeklitepe ana kazı alanının benzeri de yine burada sergilenecek. Müzenin 6 bin metrekarelik ikinci bölümü ise Haleplibahçe adı verilen mozaik müzesi. Şanlıurfa’da 11 ayrı merkezde tespit edilen 500 metrekare mozaik, yerlerinden kaldırılıp buraya getirilmiş. İki bölüm arasına inşa edilen Arkeopark’ta ise tarihi canlandırmalar ve eğitim faaliyetleri yapılacak. Arkeopark’ın en sürpriz canlandırması, 6D teknolojisi ile hazırlanan Hz. İbrahim’in ateşe atılması olacak. Şanlıurfa, çok daha büyük sürprizlere gebe bir şehir. Çünkü Göbeklitepe ile çağdaş, 6 ören yeri daha bulunuyor. Göbeklitepe’nin bu yılki sponsorlarından Akyürek Holding, bölgenin bilinirliğinin artması için tanıtım çalışmalarına destek veriyor.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Matisse’in makastan çıkan kolajları

Fransız ressam Henri Matisse’in, son dönemlerinde kanser hastalığıyla savaşırken makas, kağıt ve toplu iğneleri kullanarak yaptığı kolajlar, Londra Tate Modern Müzesi’nde sergileniyor. Sergi, Matisse için son 10 yılda gerçekleştirilmiş en kapsamlı seçki.Sanatçının hastalığı da başka türlüdür. Elindeki o sihirli değnekle bu huysuz zamanların yönünü akla gelmeyecek bir tarafa döndürür. Virginia Woolf hastalık üzerine yazdığı denemesinde “hastalıkta sözcüklerin mistik bir niteliği vardır sanki. Yüzeydeki anlamlarının gerisindekini kavrarız, sezgilerimizle oradan buradan bir şeyler toplarız.” derken, hastalığın her türlüsünün, epeyce önce unuttuğumuz kimi şeyleri çekip çıkardığına da işaret eder biraz da. Hele bir sanatçının, hastalığın bedene verdiği huysuzlukla, bu keyifsiz anları nasıl gördüğü oradan neler topladıkları izlenmeye değerdir. 20. yüzyılın önemli sanatçılarından Fransız ressam Henri Matisse’in (1869-1954) Londra Tate Modern Müzesi’nde açılan “The Cut-Outs” adlı sergisi tam da bu hastalık ve ‘yüzeyden’ kurtulup daha da derinlerde bir arayışa çıkmanın karşılığı. Matisse’in son dönemlerinde kanser hastalığıyla savaşırken gerçekleştirdiği yüz otuzu aşkın irili ufaklı eser, sanatçı için son 10 yılda düzenlenmiş en kapsamlı seçki.Doğu estetiğinden izlerMatisse, 71 yaşında, yakalandığı hastalığından sonra sanatından bir adım geri atmaz. İkinci hayat diye niteliği bu zamanlar, onun için gayet üretken ve yeni işlerin denendiği bir dönemdir. Tekerlekli sandalyeye bağlı hayatını eline aldığı makası çalıştırarak renklendirir. Guajla boyanmış kâğıtlara çeşitli formlar veren Matisse, oturduğu yerden kolajlarını oluşturur. Yapraklar, dans eden insanlar, balıklar, yıldızlar ve atlar Matisse’in makasının çalışmasıyla şekil alırken, çocuksu bir heyecanla işleyen elleri onu yeni bir hayata bağlar. Asistanına elindeki uzunca sırıkla kestiği kâğıtların nereye yerleştirileceğini gösteren sanatçının kolajları, uzaktan yağlıboya bir resmi andırıyor. Yakından baktığınızda ise kimi kâğıtların köşelerine iliştirilmiş toplu iğneler hâlâ yerli yerinde. Birçok koleksiyondan derlenen kolajlara, sanatçının çeşitli dönemlerde yaptığı yağlıboya tablolar, heykeller ve vitraylar eşlik ediyor.Kolajlarındaki yalınlık herkesin kolayca yapabileceği hissi uyandırsa da kullandığı formlar ve renkler Matisse’in üslubunu açık ediyor. İkinci hayatındaki bu üretme tutkusu onu, odasındaki duvar kâğıtlarını kolajlarla değiştirmesine kadar uzanır. Sergide bu devasa kolajların yanı sıra çeşitli kitaplara ve dergilere hazırladığı kapaklar da yer alıyor. Matisse’in Doğu estetiğine ilgisini bu son dönemlerinde yaptığı kolajlarda da görmek mümkün.Tate Modern, bir sanatçının hem hastalık hem de yaşlılığa rağmen üretme tutkusunu gösteren sergi hakkında hazırladığı filmi, ülkedeki pek çok sinemada gösterime koyacak. Müzenin gerçekleştireceği bu sinema-sergi buluşması da bir ilk. Londra’dan sonra New York Modern Sanatlar Müzesi’nde açılacak sergi, 7 Eylül’e kadar gezilebilir.Matisse için Aragon'dan roman, Byatt'tan öykülerİngiliz öykücü A. S. Byatt’ın, Matisse’in içinden geçtiği üç öyküsü Türkçede. Matisse Öyküleri’nde (Can Yayınları), ‘Medusa’nın Ayak Bilekleri’, ‘Sanat İşi’ ve ‘Çin Istakozu’ adlı öykülerle birlikte Matisse’e ait el çizimleri yer alıyor. Kitap, Peter Kemp’in deyişiyle “bir boya kutusu parçalanmışçasına imgelemimizin retinasına çarpıyor.” Matisse röprodüksiyonunun asılı olduğu berber dükkânının sahibi; Matisse’in tablolarındaki renklere tutularak, onun izinden yürümeye çalışan bir ressam ve Matisse konusunda tez hazırlayan bir üniversite öğrencisi ile tez danışmanı profesör arasında geçenleri anlatan bu üç öykü, kurmacanın gözünden Matisse’i görmek isteyenler için taze ve renkli bir kitap. Yayıncılara küçük bir not: Fransız şair Louis Aragon’un 1971’de yazdığı Henri Matisse başlıklı romanını da Türkçede görmek elbette güzel olacaktır.

9 Mayıs 2014 Cuma

Edebiyat müzesi gerilimi sürüyor

Kültür Bakanlığı ile Türkiye Yazarlar Sendikası arasındaki ‘Edebiyat Müzesi’ gerilimi sürüyor. Sendika tarafından 2002 yılında Yıldız Sarayı’nda kurulan müzenin boşaltılması için Bakanlığın verdiği süre bugün doluyor. Ancak sendika, müzeden çıkmayacağını açıkladı. Kültür Bakanlığı’ndan dün sabah TYS’ye ulaşan son yazıda ise “Belgeleri bize verin, müzelerimizde koruyalım.” denildi.Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) tarafından 2002 yılında kurulan Yıldız Sarayı Araba Dairesi içindeki Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği’nin boşaltılması için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın TYS yönetimine verdiği süre bugün doluyor. TYS, müzeyi boşaltmama konusunda kararlı olduğunu göstermek için dün Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası’ndaki merkezinde basın toplantısı düzenledi. TYS Başkanı Mustafa Köz’ün başkanlık ettiği toplantıya eski başkanlardan ve üyelerden Enver Ercan, Ataol Behramoğlu, Adnan Özyalçıner, Türkiye PEN Yazarlar Derneği Başkanı Tarık Günersel ve konunun Meclis’e taşınmasına öncülük eden HDP milletvekili Levent Tüzel katıldı.Mustafa Köz, “TYS’nin 40. yılında daha neşeli bir konu ile karşınızda olmak isterdik ama durum ortada. Bizim açımızdan bu bir sorun değildi, Kültür Bakanlığı sorun haline getirdi, biz sorunun çözülmesini istedik, yine aynı duygu içerisindeyiz. Görüşme isteklerimiz iki yıldır karşılıksız kaldığı gibi Kültür Bakanlığı, boşaltma için sendikamıza bir aylık bir süre vermiştir. Bu süre bugün doluyor. Müzenin boşaltılmasından sonra yüzlerce değerli yapıtı, belgeyi nerede ve nasıl koruyacağımıza ilişkin bir öngörümüz yoktur. Ancak biz, yargı (temyiz) kararını beklemeden ya da bakanlıktan olumlu bir yanıt almadan belgeliği boşaltmayacağımızı halkımıza duyururuz. Belgeliğin, polis karakoluna çevrilen AKM, harabeye dönüştürülen Emek Sineması ve ihale ihanetleriyle satılmaya çalışılan Şinasi Sahnesi gibi bir kültür suikastına uğramasını istemiyoruz.” dedi.Toplantıda Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan dün sabah gelen son yazışma hakkında bilgi verildi. Bakanlık müsteşarı Özgür Özaslan imzalı belgede, sürecin bugüne kadarki hukuki aşamaları özetlendikten sonra “Yıldız Sarayı Müzesi Arabacılar Dairesi’ndeki Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği’nde korunmakta olan eserlerin/objelerin sendikanız tarafından bakanlığımıza devredilmesi halinde söz konusu eserlerin niteliğine uygun bakanlığımız müzelerinde/edebiyat kütüphanelerinde muhafaza ve sergilenmelerinin değerlendirilebileceği hususunda bilgilerinizi ve gereğini rica ederim.” denildi.“Belgeliği dağıtmak istiyorlar”Adnan Özyalçıner: “TYS, 1974’te kurulmasının bir tek nedeni vardı. 1971 muhtırası kültür ve sanat alanını altüst etmiş. Yazarları, sanatçıları hapishanelere göndermiş, kitapları yok etmiş, düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırmıştı. Bunun üzerine 70 kişilik bir yazar grubu toplandı ve söz ve yazı özgürlüğünü korumak için sendika kurulmasına karar verildi. Bugüne baktığımızda aynı mücadelenin devam ediyor olması üzücü ama mücadele sürecek. Şimdi belgeliği dağıtmak istiyorlar. Orhan Kemal belgelerini Orhan Kemal Müzesi’ne, Tanpınar belgelerini Tanpınar Müzesi’ne götürmek istiyorlar. Bizim 12 yıldır verdiğimiz emek boşa gidecek.”“Arabacılar Dairesi’ni bile çok gördüler”Ataol Behramoğlu: “Sendikamızın tarihi bizim de tarihimiz demek. 40 yıl geçmiş. 1974’te yurtdışından gelip üye olmuştum sendikaya. Kardeşim Nihat Behram kurucularından. 40 yılda Türkiye neler yaşadı ise biz de onları yaşadık. Sarayın Arabacılar Dairesi’ne, Türkiye’nin yüz akı yazarları sığmış, Kültür Bakanlığı da bu daireyi bile çok görüyor. Buna izin vermeyeceğiz. Gerekirse burada nöbet tutacağız. Kültür Bakanlığı’na hitaben bir yazı kaleme alıp ve bu utancı dünyaya duyuracağımızı ileteceğiz kendilerine. Aslında TYS’nin müzesini de içinde açabileceği büyük ve ciddi bir mekâna ihtiyacı vardır. Arabacılar Dairesi ile aslında bu iş yürümez.”“Belediyenin birçok mekânı var”Enver Ercan: “Şu anda gelinen noktayı komik buluyorum. 40 yıl istikrarlı bir şekilde hayatını idame ettiren yazar örgütü her ülkeye nasip olmaz. Gelinen nokta, belgelerinizi bize teslim edin, biz dağıtalım. Bakanlığın ve belediyenin İstanbul’da birçok yeri olduğunu biliyorum. Bunlardan herhangi birini TYS’ye tahsis edebilir.”“Muhalif seslere tahammül gösterilmiyor”Levent Tüzel: “Bu, alelade bir mesele değil. Müze belgeliğin boşaltılmak istenmesi, bunun üzerinde ısrarla durulması, sadece bir inşaat ya da protokolün yenilenmesinden öte aslında hükümetin ve Kültür Bakanlığı’nın izlediği bir siyasetin yansımasıdır. Aykırı düşüncelere muhalif seslere kesinlikle tahammül gösterilmiyor. Demokrasi anlayışlarının bir tezahürü bu olay.“Uluslararası yazar örgütlerine de duyurduk”Tarık Günersel: “Meselenin uluslararası boyutu da var. Hazırladığımız metni İngilizce, Almanca ve Fransızcaya çevirerek uluslararası yazar örgütlerine de gönderdik. Arşiv bir toplumun hafızası, kişiliğidir. Bu belgeliğin yok edilmesi intihardır. Ömer Çelik’in kulaktan dolma yanlış bilgilerle kendince bir şey yapmaya çalıştığı apaçık.”

8 Mayıs 2014 Perşembe

Dünyanın en küçük ‘Küçük Prens’ kitabı sergilenecek

Fransız yazar Antoine de Saint-Exupéry tarafından 1943’te yazılan ve tüm dünyada milyonlarca okura ulaşan Küçük Prens’in 71. yaşı, 10-31 Mayıs tarihleri arasında Zorlu Center AVM’de çeşitli etkinliklerle kutlanacak.250’den fazla dile çevrilen ve 140 milyondan fazla satan Küçük Prens kitabı ile ilgili ilk etkinlik, koleksiyoner sergileri olacak. Küçük Prens tutkunu Yıldıray Lise’nin sahip olduğu 500 parçadan oluşan koleksiyonun en özel 120 parçası Zorlu Center AVM’de sergilenecek. Parçalar arasında dünyanın en küçük boyutlu Küçük Prens kitapları, aynadan okunabilen tersten yazılmış versiyonlar, Küçük Prens’in çeşitli dil ve lehçelerdeki örnekleri, cep telefonlarındaki kodlarla yazılmış özel basımlar ve 1953’ten bu yana yayınlanan Türkçe özel nüshalar da yer alacak. Ayrıca “Küçük Prens” kitabını yansıtan özel olarak hazırlanan alanda, girişten itibaren hikâye anlatılmaya başlanacak ve AVM içerisinde ayrı bir bölüme fotoğraf çektirmek için 3D özel tasarım objeler yerleştirilecek. Etkinliğe birinci günü katılan herkese isme özel “ilk gün zarfı” ve etkinlik boyunca boyama sayfaları hediye edilecek, minik ziyaretçiler etkinlik alanında daha birçok sürprizle karşılaşma fırsatı yakalayacak. Etkinlik kapsamında her gün 11.00-19.00 saatleri arasında, atölye ve sergi çalışmaları da gerçekleştirilecek.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Sanatı ticarîleştiren adam İstanbul’da

“Bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak.” sözü ağızdan ağza dolaşan Pop Sanat’ın kralı Andy Warhol’un eserleri 20 Temmuz’a kadar Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde.Pera Müzesi’nin 4. ve 5. katlarında bugün ziyarete açılacak ‘Andy Warhol / Herkes İçin Pop Sanat’ sergisinde Slovak asıllı Amerikalı sanatçının 87 yapıtı görücüye çıkıyor. Slovakya Modra’daki Zoya Müzesi koleksiyonundan derlenen yapıtlar arasında sanatçının daha önce Türkiye’de sergilenmeyen serigrafi dizileri ve desenleri yer alıyor. Bunlar arasında Campbell’s Çorbası, Kovboylar ve Kızılderililer, Tehlikedeki Türler ve Çiçekler dizilerinin yanı sıra Mick Jagger, Franz Kafka, Albert Einstein ve Lenin gibi isimlerin portreleri de bulunuyor.Herkesin Amerikalı bildiği ama dün sergi için düzenlenen basın toplantısında tekrar tekrar vurgulandığı üzere aslen Slovakyalı olan Andy Warhol’un (1928-1987) 20. yüzyılda dünyanın sanata bakışını değiştirdiği karşı konulmaz bir gerçek. Popüler, fani, harcanabilen, düşük maliyetli ve seri imal edilen bir sanat üreten Warhol; reklam tasarımcısı olarak başladığı kariyerine fotoğrafları doğrudan tuvale aktarmak için serigrafiyi bir araç olarak kullanarak devam etti. Böylece kitle tüketim mallarının (Campbell’s’ın konserve çorba tenekeleri, dolar banknotları ve Heinz ketçap kutuları gibi…) ve ünlülerin (Marilyn Monroe, Liz Taylor ve Elvis Presley gibi…) görüntülerinin reprodüksiyonlarını yapmaya başladı.1962’de Los Angeles’ta açılan ilk kişisel sergisinde ortaya koyduğu üzere çoğaltılabilirlik ve yeniden üretilebilirlik onun için çok önemliydi. Çünkü iki teknik de söz konusu kişiyi ya da nesneyi gerçeklikten uzaklaştırıyordu. Marilyn Monroe’yu bir Marilyn Monroe görüntüsüyle değiştirdiğinde artık o bir birey değil sadece bir birey görüntüsü oluyordu. Fikirler, insanlar ve olaylar dahil her şeyin yavaş yavaş metalaştığı maddi bir dünyada Warhol tabii ki başarılı olacaktı.Oldu da. Hem sanatsal hem de ticari anlamda yeni Amerikan sanatının tartışılmaz bir yıldızıydı. Popüler kültür için sanatı bir kenara bırakıyor gibi görünüyordu çünkü galeri ve müze gibi sanat dünyası kurumlarının her şeyi sanata dönüştürmeye hazır olduğunu biliyordu. Bu durumu ‘Andy Warhol’un Felsefesi’ isimli kitabında çekinmeden vurguluyordu da: “Ben ticari bir sanatçı olarak başladım ve bir ticari sanatçı olarak bitirmek istiyorum. Ben ‘sanat’ denen şeyi, ya da adına her ne deniyorsa, yaptıktan sonra, ticari sanata girdim. Ben bir ticari sanatçı olmak istiyorum. Ticarette başarılı olmak sanatın en büyüleyici türü. Ticaret Sanatı, Sanat’ın ardından gelen adımdır.” Ama tabii ki Grzegorz Dziamski’nin dediği gibi Warhol 1960’larda başarılı bir sanatçı olmasaydı, 1970 ve 1980’lerde yaptığı işlerin kazandığı değere asla ulaşamayacaklarını çok iyi biliyordu; yani başka bir deyişle ticari sanata giden yolun ticaretten önce sanattan geçtiğini… Ama sonuçta yolun sonu belli.‘Andy Warhol / Herkes İçin Pop Sanat’ sergisi 20 Temmuz’a kadar açık kalacak. Warhol’u daha yakından tanımak isteyenler içinse Türkiye’de bulunan yeğeni James Warhol, amcası hakkında 10 Mayıs Cumartesi günü saat 18.00’de Pera Müzesi Oditoryumu’nda bir konferans verecek. Ayrıca çocuklar da onu tanıyabilsin diye 11 Mayıs Pazar günü saat 11.00’de ‘Andy Amcanın Evi – Andy Warhol’a Müttthişş Bir Ziyaret’ adlı kitabını okuyacak.Londra kraliyet sanat akademisinden konukSuna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi ‘Andy Warhol / Herkes İçin Pop Sanat’ sergisine paralel olarak 3. katını bir başka sergiye açıyor. 246 yıllık geçmişiyle İngiltere’nin ve dünyanın en köklü sanat kurumlarından Londra Kraliyet Sanat Akademisi’nin işbirliğiyle düzenlenen serginin ismi ‘Stephen Chambers: Büyük Ülke ve Diğer Hikâyeler. Bu sergi vesilesiyle İstanbullu sanatseverle ilk kez buluşacak İngiliz çağdaş sanatçı Stephen Chambers (d. 1960) son 20 yıla uzanan baskıresim ve yağlıboya birikimini İstanbul’a getirdi. Londra Kraliyet Sanat Akademisi’ne 2005 yılında kabul edilen sanatçının William Wyler’in 1958 yapımı western filmi Büyük Ülke’ye atıfta bulunan aynı isimli çalışması bu alandaki en büyük baskı kompozisyonu olma özelliğini taşıyor ve 78 ayrı resimden oluşuyor. Chambers’ın sanatını daha yakından tanımak isteyenler bugün saat 19.00’da sergi katında gerçekleşecek söyleşiye katılabilirler. Söyleşide sanatçıya serginin küratörü Edith Devaney eşlik edecek.

6 Mayıs 2014 Salı

"Devlet 44 yıldır suç işliyor"

Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasa tasarısına tepkiler sürüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın geç gelen açıklamaları yetersiz bulunurken Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı’nın (TOBAV) başlattığı ‘Sanata Evet’ kampanyası Türkiye’nin dört bir yanına yayılıyor. TOBAV Genel Başkanı Tamer Levent, 1970’te sanatçıları geçici olarak 657 sayılı yasaya bağlayan devletin 44 yıldır suç işlediğini söylüyor.TÜSAK yasa tasarısı çalışmaları başladığından yani 2013 yazından bu yana TOBAV neler yaptı ve ne gibi sonuçlar aldı?Türkiye Eleştirmenler Birliği Dergisi OYUN’a kapsamlı bir yazı yazıldı ve TÜSAK madde madde eleştirildi. Daha sonra kamuoyundan 46.463 imza toplanarak; eğer gerçekten böyle bir yasa tasarısı çalışması yapılacaksa bunun sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ve fikir sanat eseri hukukçularıyla birlikte yapılması gerektiği; imzaların da eklendiği resmi bir dilekçeyle bakanlığa bildirildi. 4 Ekim 2013’te verilen bu resmi dilekçeye hâlâ resmi bir cevap alınamadı.Yasa tasarısı 3 Mart’ta Ankara’da ilgili kuruluşların görüşüne sunuldu. O gün herhangi bir ilerleme kaydedildi mi?Bu toplantı öncesinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde birlikte olunmuştu. Ama o zaman yasa tasarısı bizlerin eline resmen geçmemişti. Sadece gayri resmi olarak ortada dolaşan bir metin vardı. Ben orada söz alarak, bakanlık yetkililerine; söz konusu kurumun özerk olmadığını, uzmanlığa dayalı özerkliği ortadan kaldırdığını, Devlet Tiyatrosu (DT), Devlet Opera ve Balesi (DOB) ve Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nü mülga ettiğini; böyle giderse sanatsal üretimin tamamen duracağını, ayrıca bu durumun 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ile UNESCO WIPO (World Intellectual Property Organisation) kurallarına aykırı olduğunu belirttim. Bakanlık yetkilileri “yok öyle bir şey” cevabını verdi. Ancak Ankara toplantısı öncesinde bu kez yasa taslağı bize resmen gönderildi. Bu yok denilen unsurlar aynen taslakta yer alıyordu. Bu çelişkiyi belirttik. Ancak yine “yok öyle bir şey” denince diyalog kuramayacağımız bir ortamda bulunduğumuzu düşünerek toplantıyı terk ettik.TOBAV önderliğinde change.org üzerinden yürütülen ve Antalya, İzmir, Mersin gibi şehirlerde destek gören ‘Sanata evet’ kampanyası nasıl gidiyor? Önümüzdeki günler için neler planlanıyor?Bu kampanyadaki imza sayısı 25.600’ü geçti. Bir de izleyicilerimiz tiyatro kapılarında kendiliklerinden imza topluyor. Change.org ve ıslak imzalar bir araya gelince daha önce bakanlığa dilekçemiz ile verdiğimiz 46.463 imza aşılacak. Ancak bakalım binlerce imzanın yer aldığı bu dilekçeleri verdiğimiz Kültür Bakanlığı, yani demokrasinin de kültürünü oluşturmakla yükümlü bakanlık; bu imzalı, tarihli ve sayı numaralı dilekçemizi yine neye dayanarak kaale almayacak? Bizler şimdi UNESCO kuruluşları WIPO ve PEARLE (Performing Arts Employment Association League in Europe) ile ilişki kuracağız. Uluslararası hak arama kuruluşları, meslek birlikleri ve sendikalara başvurarak tüm sanat dallarını kapsayan bir yasa için çalışmalar yapacağız. Bu çalışmaların temelinde fikir ve sanat eseri üretimine karşı olan 657 sayılı yasa yerine, fikir ve sanat eserinin özerk üretimini gerçekleştirecek ancak meslek haklarını da koruyacak bir yapılanma olacak.TÜSAK yasalaşır da DT ve DOB kapatılırsa Türkiye’de tiyatro, opera ve bale sanatlarını nasıl bir gelecek bekler?Bu alanların hiçbir geleceği olmaz. Bu kurumlar 50 ve 60 yıllık gelenekleriyle sistemli ve kaliteli sanat üretiminde yetkinleştiler. Üstelik meslek tanımları, haklar ve fikir hakları konusunda netliği olmayan ortamlarda ülkemizin dünya gururu oldular. Bu kurumları kapatanlar bu alanların işleyişini, kan dolaşımını durdururlar. Canlı bir bedeni cansız hale getirirler. Sonra da onu bir daha diriltemezler. Çünkü bu alanda teknik bilgi donanımı olan insan çok az. Bunu DT ve DOB organizasyonları dışında net olarak görüyoruz. Aynı kurumlar içinde bile ehil olan ve olmayanlar arasında farklar oluyor. Her iki kurumun kuruluş yasaları korunmalı. Özlük hakları konusunda gerekli mesleki tanımlar yapılarak, kendi özel kanunları çıkarılmalı. 4 madde için geçici olarak bağlandıkları 657’den de bu şekilde kurtarılmalılar. 1970’te çıkan 657 sayılı kanunun dip notunda bu kurumların 657’ye geçici olarak bağlandıkları belirtildiği halde devlet 44 yıldır bu konuda suç işliyor. Bu kurumlarda çalışanlar maaş artışı alamıyor, devletin gösterdiği atalet nedeniyle mağdur oluyor, hatta devlet memuru zannedilme noktasına geliyor. Hal bu iken TÜSAK onları tümüyle 657’ye bağlamak istiyor. Bu anlamda 4 Mayıs 2012’de Başbakan’ın Malatya’da yaptığı konuşmada “Sanatçının memuru mu olurmuş?” sorusuna; “Evet, bizde hem de tamamen memur olur!” cevabını vermek uygun düşer.DT ve DOB’un mevzuat yapısındaki aksaklıklar için gerçekten iyi niyetli bir şeyler yapılacaksa, onlar neler olmalı?Kuruluş kanunları korunarak, özlük hakları tanımları yapılmalı. Bu çalışma, DT ve DOB dışında çalışan ve söz konusu sanatları kendi özel şartları ile yapanların da tanımlarını yapmalı. Böylece sanat mesleklerinin isimlerini kullananlar bunu hem hak etmiş hem de haklarını elde etmiş olacaklar. Ayrıca DT ve DOB’da çalışanların da 44 yıllık mağduriyeti tazmin edilmeli.