28 Şubat 2014 Cuma

Sarıkız’ın türküsü

Küçük bir köyde yaşanan absürt olaylar zincirini mizahî bir dille anlatan ‘Sürgün İnek’, seyircisini salondan eli boş göndermiyor. Bazı sahneler kahkahasız izlenmiyor, ancak film, 28 Şubat dönemini yaşamış seyirciyi güldürdüğü kadar hüzünlendirmeyi de başarıyor.Rus sinemasının zirvelerinden biridir ‘Askerin Türküsü/Ballada o Soldate’. Grigoriy Chukhray’ın yönettiği 1959 yapımı film, propagandaya tenezzül etmeden, savaşın insanlar üzerindeki etkisini çarpıcı bir şekilde işler. 2. Dünya Savaşı sırasında cephede gösterdiği başarıdan dolayı madalya ile ödüllendirilen genç asker Alyoşa, madalya yerine annesini görmek için komutanından iki günlük izin ister. Çünkü cepheye gelirken annesiyle vedalaşamamıştır. İzni alan Alyoşa, trenle çıktığı yolculukta birçok insanla karşılaşır, onlara yardımcı olur. Bu yüzden, izin süresinin çoğunu kullandığı için annesiyle görüşmesi kısa sürer. Annesiyle vedalaşıp tekrar cephenin yolunu tutan Alyoşa, “Geri döneceğim.” diye bağırır. Fakat biz biliriz ki o ‘çocuk’ dönmeyeceği gibi, ondan sonra da savaşlar olacaktır. Nedense, ‘Askerin Türküsü’ ile yakın-uzak hiçbir akrabalığı bulunmayan ‘Sürgün İnek’ filmini seyrettikten sonra, Chukhray’ın bu başyapıtını hatırladım. Belki de içinde yaşadığımız boğucu gündemin etkisindendir. Ama şu kesin, tarihe ‘28 Şubat’ (1997) olarak geçen o baskı döneminden absürt bir kesit sunan ‘Sürgün İnek’, komedi beklerken hüzünlendiren bir film. Güldürmediğinden değil, bazı sahneler kahkahasız izlenmiyor, ancak o dönemi yaşamış seyirciyi güldürdüğü kadar hüzünlendirmeyi de başarıyor. Önce hikâye:SÜRGÜNLERDEN SÜRGÜN BEĞEN!Hayali bir köy olan Gomalak’ta kendi halinde yaşayan evli çift Şevket ve Cemile’nin birbirlerinden ve inekleri Sarıkız’dan başkaca bir şeyleri yoktur. Bu çiftin hayatı köyün ilkokulundaki Atatürk büstünün inekleri tarafından kırılmasıyla içinden çıkılmaz bir hal alır. Olay, sadece Şevket ve Cemile’nin değil, başta okulun öğretmeni olmak üzere köyün ve hatta ülkenin gündemine oturur. Muhtarından ihtiyar heyetine, bürokratından askerine kadar herkes Sarıkız’ın peşine düşer. Bunun üzerine Şevket, olaylar yatışana kadar Sarıkız’ı komşu köy Topuzlu’ya ‘sürgüne’ göndermeye karar verir. Ancak mesele büyüdükçe ilgili bütün kişiler kendilerini trajikomik bir hal içinde bulur. ‘Sürgün İnek’, 2009 yılında yaşanan bir olaya dayanıyor. O dönem gazetelere de yansıyan olayda, Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine bağlı Kadiruşağı köyü sakinlerinden Gül Kılınç’ın ineği ‘Gülsüm’, köydeki Atatürk büstünü kırınca bütün köylüye soruşturma açılır. Bunun üzerine Gül Kılınç, başına bir şey gelir korkusuyla Gülsüm’ü komşu köydeki akrabalarına sürgüne gönderir. ‘Sürgün İnek’in senaristi ve müfettiş rolüyle filmde oynayan Serkan Öztürk, bu olayı 28 Şubat’ın baskı ve korku dönemine başarılı bir şekilde uyarlıyor. Sürgün inek Sarıkız’ın etrafında gelişen olayları absürt bir dille aktaran film, o dönemin paranoya hallerini, fişlenme korkusunu ve bunların bürokrasiye yansıyan ‘kraldan çok kralcılık’ reflekslerini mizahi bir dille anlatıyor. Her biriyle ayrı film çekilebilecek karakterler ve bir daha bir araya gelmesi hayli zor oyuncu kadrosu, filmin güçlü yanlarından. Senaryo, ilk yirmi dakikada beklenen patlamayı yapmakta gecikse de sonrasında yakaladığı durum komedisi ile seyircisini salondan eli boş göndermiyor. 17 yıl önce, küçük bir köyde yaşanan absürt olaylar silsilesini bir başka ‘sürgün dönemi’ sayılabilecek bugünden seyretmek hüzün veriyor insana. 28 Şubat’ın akıl dışı uygulamalarına işaret eden bir öyküyü mizahi bir dille izlerken, tarihe belki de ‘26 Şubat’ (kimine göre 17 Aralık) olarak geçecek başka bir süreci yaşıyoruz. Yıllar önce yaşananlar bütün absürtlüğüyle tekrar ediyor bugün; hatta ‘yarım kalan’ bazı işler, o dönemin ‘mağdurları’ tarafından tamamlanmaya çalışılıyor. Bir haftada üç kez sürgün edilen devlet görevlileri, 10 bine yakın memurun iki ay içinde ‘rutin’ sebeplerle yerlerinden edilmesi, gencecik çocukların sokak ortasında elbirliğiyle öldürülmesi, toplumun bir kesiminin mesnetsiz bir şekilde her gün en yüksek perdeden hedef gösterilmesi, iyice ayyuka çıkan fişlemeler, paranoya halleri, korku ve baskı atmosferi… Kim bilir, bugünlerin akıl almaz uygulamaları ve ‘sürgünleri’ de 15-20 yıl sonra beyazperdede karşımıza çıkacak ve biz seyrederken güleceğiz, ağlanacak halimize. Ancak ‘Askerin Türküsü’nde annesine “Geri döneceğim” diye bağıran Alyoşa’yı izlerken bildiğimiz gibi biliyoruz ki, ‘Sürgün İnek’, baskı dönemlerinin absürtlüğünü anlatan son film olmayacak.İŞTE HAFTANIN FİLMLERİ

27 Şubat 2014 Perşembe

Kitabevime dokunma!

İstanbul, Londra, Paris, New York ve Berlin gibi dünya şehirlerindeki bağımsız kitabevleri bir bir kapanıyor. Son yayımlanan rakamlara göre kişi başına düşen kitapçı sayısında ciddi bir azalma var. Kitabevlerinin kapanmasındaki en büyük sebep yüksek kiralar, dijital yayıncılık, online kitap satış siteleri ve zincir kitabevleri. Bu kapanmalar, yayıncılık endüstrisini bekleyen büyük bir tehlike olarak yorumlanıyor.Taksim Meydanı’ndan Tünel’e doğru yürüdüğünüzde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kitapçı kaldı. Özellikle İstanbul’da aramızdan bir bir çekilen kitabevlerinin sayısı artarken, İstiklal Caddesi’ni kuşatmaya alan mağazalar, restoranlar, kafeler ve oteller bu gözde caddenin düşük bütçeli sakinlerini ürkütüyor. Geçtiğimiz yaz, Robinson Crusoe 389 kapanma tehlikesi yaşamış ve kitabevi bu açmazı atlatmak için müdavimlerine seslenip, RobKart uygulamasını başlatmıştı. Orhan Pamuk başta olmak üzere pek çok yazar ve okur, bir nevi siper olup Robinson Crusoe 389’un kapanmaması için destek vermişti. Böylece kitabevini bekleyen kapanma tehlikesi, bir süreliğine bertaraf edildi. Simurg, Pandora ve Kelepir gibi kitabevlerinin de bulunduğu binaların otele dönüştürülme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı söylentilerini de bir kenara yazmak lazım, zira bu kitabevleri de büyük bir mücadeleyle karşı karşıya. Taşradaki kitapçılarda da durum çok farklı değil, büyük şehirlere göre biraz daha talihli olan bu mekanlar da ilgisizlikle karşı karşıya diyebiliriz. Bağımsız kitabevlerinin kapanması sadece ülkemizde değil, dünyada bir sorun haline gelmeye başladı. Dünya şehirlerinin kültür yoluyla ortak bir sürdürülebilir gelecek inşa edebilmeleri amacıyla, küresel bir inisiyatif olarak faaliyet gösteren Londra merkezli Dünya Şehirleri Kültür Forumu’nun 2013 raporuna göre, mevcut kitabevlerinin ve kişi başına düşen kitapçının sayısı hiç de iç açıcı değil. Rakamlara baktığımızda İstanbul’da 463, Londra’da 802, New York’ta 722, Amsterdam’da 165, Paris’te 1025 ve Berlin’de 245 bağımsız kitabevi bulunuyor. İngiltere’de yeni yayımlanan bir rapora göre ise son 9 yıl içerisinde 500 kitabevi kapılarını kapatmış. İngiliz Kitapçılar Birliği Başkanı Tim Godfray, kitabevlerinin kapanmasını yayıncılık endüstrisini de bekleyen bir tehlikenin alameti olarak yorumluyor. Kitapçılar Birliği’nin başlattığı ‘kitapları seviyorum’ kampanyasının daha da genişletilerek okurların kitabevlerine çekilmesi amaçlanıyor.Fransa, Amazon karşıtı yasa çıkardıDünyadaki pek çok büyük şehrindeki kitapçıların karşı karşıya kaldığı sorunlar arasında yüksek kiralar, dijital yayıncılık, online kitap satış siteleri ve büyük sermayeye sırtını dayamış zincir kitabevleri var. Bağımsız kitapçıların işlerini zorlaştıran bu etmenler, her geçen gün daha da ağını genişletiyor. Kitabevleri bu zorlukları kitap-kafelere dönüşerek, çeşitli etkinlikler ve okumalar düzenleyerek aşmaya çabalıyor. Bir başka deyişle, raflarındaki kitaba gelmeyen okura kitabı götürmeye çalışıyor. Kitabevlerinin bu zorlu durumuna karşı harekete geçen ülkeler de var. Online kitap satış sitelerini haksız bir rekabet olarak kabul eden Fransa hükümeti, geçtiğimiz ay hazırladığı bir yasa ile Amazon’un Fransa içinde ücretsiz kargo ile kitap gönderimini yasakladı. Mecliste onaylanan yasanın, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’nin de onayından geçmesi gerekiyor. Kulislerde Cumhurbaşkanı’nın da bu yasaya olumlu baktığı söyleniyor. Adil bir rekabet ortamını oluşturacağına inanılan bu gelişme pek çok kitabevini sevindirirken, gözler diğer ülkelerin bağımsız kitabevlerinin hayatını sürdürmesi için atacağı adımları bekliyor.

26 Şubat 2014 Çarşamba

Onur Ünlü’den bir ‘imam polisiyesi’

Onur Ünlü'nün yeni filmi 'İtirazım Var'ın çekimlerinde sona yaklaşıldı. Karaköy ve çevresinde yapılan çekimlere ara verip soruları cevaplayan yönetmen, bir cami imamının etrafında gelişen polisiye türündeki filmini anlattı. Serkan Keskin'in başrolde olduğu filmin kadrosunda Hazal Kaya, Öner Erkan, Osman Sonant ve Umut Kurt da yer alıyor.Her filmiyle seyirci kitlesini genişleten Onur Ünlü, yeni filmi ‘İtirazım Var'ın çekimlerini Karaköy ve çevresinde sürdürüyor. Dün Kasımpaşa'daki Camialtı Tersanesi'nde basının karşısına geçen film ekibi, çok detay vermese de filme dair ipuçlarını paylaştı. Oyuncular Serkan Keskin, Hazal Kaya, Umut Kurt, Öner Erkan ve Osman Sonant'ın da katıldığı buluşma daha çok, yönetmen Onur Ünlü'nün açıklamalarıyla şekillendi. ‘İtirazım Var'ın senaryosunu Sırrı Süreyya Önder ile birlikte yazdığını söyleyen yönetmen Ünlü, Önder'e de filmde emekli asker rolü verdiğini ifade etti. Film, cami imamı Selman Bulut'un baş kahraman olduğu bir polisiye öykü anlatıyor. İmamlık yaptığı camide bir cinayet işlenen Selman Bulut, polislerin olayla yeteri kadar ilgilenmediğini görünce cinayeti bizzat araştırmaya başlar. Serkan Keskin'in imam Selman Bulut'u oynadığı filmde, Hazal Kaya da onun kızı rolünde. Onur Ünlü, Selman Bulut'un her şeyden önce insan olduğunu ve içine düştüğü bir durumdan kurtulmak için çabaladığını, karakterin imamdan ziyade insan olduğunu belirterek, bu imamın bildiğimiz imamlardan olmadığını söyledi: “Selman Bulut, bildiğimiz imam tiplemelerinden uzak, farklı bir karakter, sıra dışı bir imam. Antropolojiyle ilgilenmiş, saz çalıyor, boks biliyor ve yeri geldiğinde kullanıyor. Dolayısıyla yazarken o eski imam tipi hiç aklımıza gelmedi. Onu insan olarak düşündüm, karşılaştığı olayda imamlığı ve diğer özellikleri işine yaradığı gibi bazen de onu çelişkiye düşürüyor.” ‘Polis' (2006) ile ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi' (2011) filmlerinden sonra üçüncü kez bir polisiye/kara film öyküsüne soyunan yönetmen, polisiye türünün içinde kalmaya dikkat ettiğini söylüyor. ‘İtirazım Var', bir tür filmi olacak ve polisiyenin bütün klişelerine uyacak, bir başka deyişle ‘Katil kim?' filmi izleyeceğiz. Ünlü, tür klişelerine bağlı kalmanın kendisini eğlendirdiğini, seyircinin de zevk alacağını düşünüyor. Polisiyenin klişe kalıplarını ise karakterler ve onların yaşadıkları üzerinden kırmayı amaçlıyor.ONUR ÜNLÜ'NÜN 'MİLLİ CİNAYET KOLEKSİYONU'‘İtirazım Var', bir serinin üçüncü filmi. Onur Ünlü'nün ‘Milli Cinayet Koleksiyonu' diye adlandırdığı seri, 10 filmden oluşuyor. İlk iki filmin ‘Polis' ile ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi' olduğunu belirten yönetmen, sonraki filmlerin ne olacağına ise henüz karar vermemiş. İnsanın suça bulaşması ve günaha girme öyküsünü önemsediğini söyleyen Ünlü, bu filmde de kara komedi yolunda ilerleyeceğinin işaretini verdi. Bir önceki filmi ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi', bildiğimiz anlamda vizyona girmemişti. Ünlü, dağıtımcılarla yaşadığı sorunlardan dolayı, davet üzerine filmi gösterme yoluna gitmişti. Bu kez M3 Film ile anlaşan yönetmen, filmini 100'ün üzerinde kopya ile sinemalarda gösterecek. Dağıtım yöntemindeki değişikliğin sebebinin dağıtımcı firmalarla ilgili olduğunu söyleyen Ünlü, “Hepimiz çektiğimiz filmden para kazanmayı isteriz, ancak daha da önemlisi seyirciye ulaşmak. ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi' filminde dağıtımcı firma, sınırlı bir dağıtım önermişti, biz de buna tepki olarak filmi davet edenlere kendimiz gösterdik. ‘İtirazım Var' için ise daha çok salonda gösterme sözü alınca bu şekilde yaptık. Belki bir sonraki filmimizde başka bir dağıtım yolu buluruz.” dedi. Onur Ünlü, çoğu filminde başvurduğu fantastik ögelere bu filmde yer vermeyecek. Gezi olayları sırasında Dolmabahçe Camii imamı ve müezzininin göstericilere yardım ettiği için görev yerlerinin değiştirilmesi hatırlatılıp filmdeki imam üzerinden bu konu ile ilgili bir gönderme olup olmayacağı da soruldu yönetmene. Ünlü, bir filmin günlük siyaset ile doğrudan ilişki içinde olmasını doğru bulumuyor: “Biz o imamdan yola çıkmadık, o imamı da tanımıyorum zaten. Sadece çocukları içeri aldığını biliyorum. Şu kadarını söyleyeyim, bizim imamımız Selman Bulut da o çocuklara kapıyı açardı.” Basının karşısına çıkan oyuncular dışında Serdar Orçin, Özgür Çevik, Sırrı Süreyya Önder, Tansu Biçer ve Güler Ökten'in de rol aldığı filmin çekimleri Karaköy, Üsküdar ve Hasköy'de yapıldı. U10 Film'in yapımcısı olduğu ‘İtirazım Var', 18 Nisan'da vizyona girecek.

'Afişler', Türkiye-Polonya kültür elçisi oldu

Polonya afiş sanatının dünya çapında en önemli temsilcilerinden biri olan Andrzej Pagowski'nin "Afişler" sergisi, Polonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 600'üncü yılı dolayısıyla Bursa'da açıldı.Afişler, Nilüfer Belediyesi, Polonya Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu ve Işık Üniversite Güzel Sanatlar Fakültesi işbirliğiyle Nazım Hikmet Kültürevi'nde sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Andrezj Pagowski'nin eserlerinin yer aldığı serginin açılışı, Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey ve Polonya Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Miroslaw Stawski tarafından yapıldı.Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, serginin 600 yıllık Polonya-Türkiye arasındaki dayanışmanın simgesi olduğunu söyledi. Polonya Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Miroslaw Stawski ise, Nazım Hikmet Kültürevi'nin kendileri açısından ayrı bir önemi olduğunu vurgulayarak, Nazım Hikmet'in Polonya ve Türkiye'nin ortak kahramanı olan Celaleddin Paşa'nın torunu olduğunu söyledi. Nazım Hikmet'e 1952 yılında sürgünde olduğu zaman Polonya'nın vatandaşlık verdiğini kaydedenStawski, "1952'den sonra Nazım Hikmet Ran artık Nazım Hikmet Borzecki oldu" dedi.Nazım Hikmet'in adını taşıyan bir kültürevinde böyle bir sergi açmaktan gurur duyduğunu belirten Miroslaw Stawski, Polonya ve Türkiye arasındaki dostluk ilişkisinin yüzyıllarca daha devam edeceği temennisinde bulundu.Açılış konuşmalarının ardından Nilüfer Belediye Başkanı ve Polonya Cumhuriyeti Başkonsolosu Miroslaw Stawski birlikte Andrzej Pagowski'nin "Afişler" sergisini gezdi. Sanatseverler "Afişler" sergisini 15 Mart'a kadar ziyaret edebilecek.(İHA)

25 Şubat 2014 Salı

Endüstriden sanat çıkarıyor

Türkiye’nin ilk endüstri fotoğraf sanatçısı olarak tanınan, ayrıca kayaüstü resimlerini belgeleyen çalışmalarıyla bilinen Ersin Alok’un önümüzdeki günlerde üç sergisi açılıyor. Fabrikadan halka sanat nedir, Gala Bataklığı’nda neler yaşadı, Türk sanayiinin fotoğraflı tarihi ve dahası bu sergilerde...Türkiye'nin efsane fotoğraf sanatçılarından Ersin Alok'un, önümüzdeki günlerde üç sergisi açılacak. Pusula Sanat Galerisi'nde 1 Mart'taki ilk sergisi Hazar Gölü'nün kuzeyindeki Gala Bataklığı'nda çektiği prehistorik çağa ait kayaüstü resimlerinden oluşuyor. Fakat bu resimleri çekmek çok kolay değil. Bugüne kadar kimse belgelememiş. Sürmeli Hotel S'ART'ta 14 Mart'taki ikinci sergisi “Konumsal Konumlar”da 1966'dan bu yana ülkemizdeki fabrikalarda çektiği soyut kareler sergilenecek. ‘Fabrikadan halka sanat nedir?' bu sergide görebilirsiniz. İstanbul Sanayi Odası'nda 11 Nisan'da gerçekleştirilecek olan üçüncü sergisi ise Alok'un aslında dünden bugüne fotoğrafçılık serüvenini özetliyor. Ülkemizin ilk endüstri fotoğrafçısı olarak tanınan Alok, “Fotoğraflarla Türk Endüstrisinin Dünü, Bugünü, Yarını” adlı son sergisinde Türk sanayiinin geçmişten bugüne gelişim ve dönüşümünü fotoğraflarla anlatacak.YEMİNLİ FOTOĞRAF ÇARŞISIRus kayıtlarına göre Gala Bataklığı'ndaki kayaüstü resimler, 1937 yılında bölgede yaşayan köylülerin resimleri fark etmesiyle kayıtlara geçiyor. Alok, bu bilgiyi İtalya'nın kuzeyindeki Po bölgesinde yer alan Profesör Emmanuel Anati'nin kurduğu Kayaüstü Resim Merkezi'nden (Prehistoric Rock Paintings Society) öğrendiğini söylüyor. “Yine o bölgedeki Gonustan'da fotoğraf çekip kitap yaptığımı bilen merkezdeki uzmanlar, yedi yıl önce aslında biraz daha kuzeydeki Gala'da kaya resimleri var. İlgilenir misin, dediler.” Bu merkez önemli, çünkü dünyanın neresinde bir kayaüstü resminin fotoğrafı çekilirse mutlaka buraya gönderiliyor. Dünya çapında bir arşiv sistemi kurulmuş. Fakat Gala Bataklığı'ndaki kayaüstü resimlerinin peşine bugüne kadar düşen olmamış. Zor bir iş, çünkü Hazar Denizi çekilecek ki, kayalardaki resimler ortaya çıksın, bu da ancak on yılda bir olan med cezir demek. Geçen yıl bu zamanlar, Hazar Denizi'ndeki limana iskele inşaatı yapan Türk Liman İşletmeleri şirketinden Ersin Alok'a telefon gelir. Acil olarak bölgede fotoğraf çekmesi istenmektedir. Hazar Denizi'nden elde edilen petrol bu iskeleden gemiye yüklenecek ve dünyanın çeşitli ülkelerine gidecektir. Fakat tam bu sırada deniz çekilince, iskelenin ayakları karada kalır. Deniz suyunun 10 metre çekilmesi afettir ve bunun sigorta şirketine belgelenmesi gerekmektedir. Alman sigorta şirketi Euler Hermes, Türkiye'den sadece Alok'un çektiği fotoğrafları kabul ediyor. Nasıl ki, yeminli mali müşavirler varsa, Alok da Hermes'in yeminli fotoğraf sanatçılarından biri. Dünyada bu işi yapan başka sanatçılar da var. Yani Hazar Denizi'ne gidip o iskele fotoğrafını çeken herkesin karesini sigorta şirketi kabul etmiyor. Türkiye'de bu işi yapan tek sanatçı Ersin Alok olduğu için bütün sanayi şirketleri fabrika fotoğraflarını ona çektiriyor. Alok, buradaki işini tamamladıktan sonra şantiyede çalışan işçilerden birkaç kişi eşliğinde Gala Bataklığı'na doğru yola çıkıyor ve ortaya çıkan o kaya resimlerini iki gün boyunca büyük bir heyecanla fotoğraflıyor. 9. Dağ Filmleri Festivali kapsamında 1 Mart Cumartesi günü açılacak sergide o kareleri göreceksiniz. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğrafçılık Bölümü'nde halen ders veren ve Türk Fotoğraf Enstitüsü'nü kuran Alok, 1966'dan bu yana profesyonel olarak fotoğraf çekiyor. “7-8 binin üzerinde fabrikayı çektiğimi söyleyebilirim.” diyor. Türk sanayiinin dünya sanayiine yetişmeye çalıştığı 1960'lı yıllar, Alok'un profesyonel olarak fotoğraf çekmeye başladığı yıllardır. Mesela 1967'de Arçelik fabrikası kuruluyor ve Müller marka presler getiriliyor. Bu olayı fotoğraflama işi de Alok’a düşüyor. AKM'nin yapılışını, daha sonra yanmasını bile çekmiş. Bazen ülke sınırlarını aşıp Mekke'de tünellerini fotoğraflamış. Ersin Alok'un Beyoğlu'ndaki atölyesinde 11 milyonu aşkın dia, görsel ve endüstri fotoğraflarını çektiği Linhof marka makine arşivi var. “Fotoğraflarla Türk Endüstrisinin Dünü, Bugünü, Yarını” sergisinde bu arşivden seçtiği 47 kare yer alacak. Üç sergiyi gezerken aklınızda bulunsun: Ersin Alok, arkeolojik ve mimari fotoğraf çekimi konusunda gerçekleştirdiği buluşlarıyla ünlü bir isim. Kızıldeniz’e dalan ve orada köpekbalıklarıyla burun buruna fotoğraf çeken ilk Türk fotoğraf sanatçısı. V. Paris Bienali'nde Absürd adlı fotoğrafıyla birincilik kazanan da, Türkiye'nin ilk Dianbank'ını 1967'de kuran da o. Doğu Anadolu Bölgesi'nde 10 binin üstünde kayaüstü resmini yine Alok keşfetti, Yeni Zelanda ve Güney Kutbu dışında her yerde prehistorik ve antropolojik araştırmalar yaptı, bugüne kadar 24 kitabı yayımlandı...

'Gizem Dolu Anadolu' 81 il 81 fotoğraf sergisi açıldı

"Gizem Dolu Anadolu" 81 il 81 fotoğraf sergisinin açılışı, Üsküdar Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezinde gerçekleştirildi.Fotoğraf sanatçısı Resul Çelik ve ana sponsor Gökhan Kopuz'un Üsküdar Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi'nde ortaklaşa düzenlediği 81 ilden 81 fotoğraf sergisine Üsküdar Kaymakamı Mustafa Güler, Ak Parti Üsküdar Belediye Başkan Adayı Hilmi Türkmen, Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara, Ak Parti Üsküdar İlçe Başkanı Sinan Aktaş da katıldı.28 Şubat'a kadar Üsküdar Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi'nde devam edecek olan fotoğraf sergisi ilerleyen günlerde İstanbul'un çeşitli yerlerinde sergileniyor olacak. Fotoğraf sanatçısı Resul Çelik'in 81 ili gezerek çektiği doğa fotoğraflarından dolayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da çektiği tebrik telgrafı ile Resul Çelik'i onurlandırdı. Sergide konuşan Fotoğraf sanatçısı Resul Çelik Türkiye'nin güzelliklerini fotoğraflarıyla tanıttığını belirterek, "Fotoğraf sergilerim her yıl oluyor, ama 81 ilden 81 fotoğrafın olduğu fotoğrafları bu sergide ilk defa sergiliyoruz. Gerekli imkânların sağlanması ve desteğin olması durumunda bu sergiyi birçok ilimizde açıp Türkiye'mizin güzelliklerini sergilerle herkese göstermeyi istiyorum. Türkiye harika bir yer, ülkemizin kıymetini bilmeliyiz. Ülkemizin güzelliklerini herkese göstermeyi istiyoruz. Aynı zamanda bu sergi ülkemizin tanıtımına da katkı sağlıyor" dedi.Sergi ziyaretinde fotoğraflara ilgisinin olduğunu, güzel fotoğrafların insan ruhunu dinlendirdiğini söyleyen Ak Parti Üsküdar Belediye Başkan Adayı Hilmi Türkmen ise " Sevgili kardeşimiz Resul Çelik'i bu güzel sergisinden dolayı tebrik ediyorum. Burada adeta tüm Türkiye'nin özeti var. Türkiye'nin tanıtımı açısından da muazzam bir fırsat çok güzel manzaralar tablolaştırılmış. Sergiyi çok beğendim bütün İstanbulluları da bu sergiye davet ediyorum" şeklinde konuştu.Projeye destek veren ana sponsor Gökhan Kopuz da Türkiye'nin güzelliklerini herkesin görmesini istediğini belirterek " Fotoğraf alanında Resul Çelik'e destek vermemin amacı günümüzde sıkça kullanılan internet ortamında bu fotoğrafların ülke tanıtımı açısından faydalı olmasıdır. Ülkeye katma değer katacak bir proje yapmak istedik, bu yüzden böyle bir projeye destek verdik. Sanatsal faaliyetlerin de ülke tanıtımına katma değer katacağını düşündüğümüz için böyle bir organizasyona destek olduk" sözlerini ifade etti.(İHA)

24 Şubat 2014 Pazartesi

Edebiyat ödülü kitaba zarar mı veriyor?

Edebiyat ödüllerinin yazara ve kitaba kattığı değer, uzun yıllardır tartışılan bir konu. Yeni yayımlanan bir araştırmaya göre ödül kazanan bir kitap, ödüle aday gösterilip de kazanamayan kitaba oranla okurlar tarafından olumsuz değerlendiriliyor. Bunun yanı sıra ödülün kitaba kazandırdığı ‘etiket’ olmasa kitapseverlerin o eseri okuma ihtimali daha düşük gözüküyor.Edebiyat ödüllerinin okurların gözünde ne derece etkili ve ehemmiyetli olduğu öyle içinden kolay çıkılabilecek bir soru değil. Özellikle ülkemizde, seçici kurullardaki değişmez isimlerin varlığı bir yana, edebiyat ödüllerinin ‘layık görülen’ eserlerin değerlendirilmesindeki kıstaslar hep bir soru işaretine ya da eleştiriye kapı aralamıştır. Ödülün, yazarını yeni bir sınıfa taşıdığı açık bir gerçek, fakat her ödülün biraz da politik bir yanı olduğunu kabul edersek, ödülün kitabı ve yazarını göstererek işaret ettiği değer, pek çok örtük ve açık mesajı beraberinde taşır. Belki bu yüzden ‘muktedirler’ tarafından bir ödüle layık görülen yazara ve kitabına karşı kimi okurlar öfke ve tepki gösterir. Nobel, Man Booker, Costa, Pulitzer, Goncourt, Bachman ve Cervantes gibi uluslararası önem taşıyan bu ödüllerin yanı sıra ülkemizde de Sait Faik, Necatigil, Yaşar Nabi, Haldun Taner, Orhan Kemal, Cemal Süreya ve Erdal Öz gibi ödülleri sayarsak, şimdilerde esamisi unutulan ödülleri dâhil etmezsek, bir hayli kabarık bir liste var karşımızda. Bu ödüllerin hem kitabın satışına hem de yazarına kattığı prestij ortada. Edebiyat ödülleri eski debdebeli dönemlerini geride bırakmış olsa da, özellikle Nobel’in tetiklediği sorular yumağı diğer ödüllerle kıyaslandığında ortaya farklı bir tablo çıkıyor.Sevgili okur ve ödüllü kitapBir edebiyat ödülünün yazar için ‘ödülden önce’ ve ‘ödülden sonra’ iki yeni devri beraberinde getirdiği bir gerçek. Mesela Orhan Pamuk bir söyleşisinde “Bazı yazarlar, Nobel’den sonra artık yazamazlar, alışılmış bir durumdur bu. Yaşlandıklarındandır. Yazmak yerine, Nobel’in tadını çıkarmayı tercih ederler belki de. Bende öyle olmadı. Talihliydim. Nobel alırsam ve ardından ‘Masumiyet Müzesi’ çıkarsa, ne biçim okunur diye geçti aklımdan.” demişti. Pamuk haklı çıkmış ve Masumiyet Müzesi ‘o biçim’ okunmuştu. Özellikle Nobel Ödülü’nü kazanan yazarlar için söylenen ödülün yazarın kendisine zarar verdiği, onu daha ciddi kıldığı hatta yazılan eserlerin edebi değerinin düştüğü türünden görüşler de açıkça dillendirilmekte. Daha da önemlisi kimi Nobelli yazarlar ödülden sonra ne yazsam okunur, satar fikriyle yazı yolculuklarına devam ettikleri söyleniyor. Peki, ödül almış bir kitap ile onun en büyük alıcısı ‘sevgili okur’ arasında nasıl bir ilişki var? Amerika ve İsviçre’den Amanda Sharkey ve Balázs Kovács adlı iki akademisyen, bir kitabın ödül aldıktan sonra ve ödül almadan önce okurlar tarafından nasıl değerlendirildiğine odaklanan yeni bir araştırma gerçekleştirdi. Booker, Ulusal Kitap, PEN ve Faulkner gibi ödülleri kazanmış 32 kitap üzerinden yaklaşık bin kişiyle gerçekleştirilen araştırmaya göre, okurlar ödül kazanan kitabı, ödüle aday olduğu döneme göre daha olumsuz değerlendiriyor. Bir başka deyişle üzerine ödül etiketi kondurulan kitap okurun gözünde, edebi değer ve nitelik algısı açısından sorgulanmaya açık bir hale geliyor hatta daha düşük bir değerde algılanabiliyor. Kitabın başkası tarafından ödüllendirilerek ‘değerli’ kategorisine konulduğunu söyleyen araştırmacılara göre okurlar, ödül almış bir eseri kişisel zevkleri, deneyimlerinden ötürü değil, ödül aldığı için okumakta. Araştırmaya katılan okurlardan ödüle aday kitaplar için bir derecelendirme istenmiş, ödüller açıklandıktan sonra okurlar tarafından yeniden bir değerlendirme yapılarak iki sonuç arasında analiz gerçekleştirilmiş. Araştırma, ödülün yazarın yeni okurlar kazanması üzerinde büyük etkisi olduğunu, ödül almamış aynı kitaba okurun normal şartlarda yönelmesinin daha düşük olduğunu dile getiriyor. Ödüllü kitap ve okur arasındaki bu kafa karıştırıcı ilişkiyi irdeleyen bu ilginç araştırmanın tüm sonuçları önümüzdeki ay açıklanacak. Araştırma kuşkusuz yeni bir tartışmanın zeminini oluşturacak, fakat iyi bir okurun rakamlara fazla kafa yormayacağı bir gerçek. Peki, bir edebiyat ödülü Pamuk’un dediği gibi sadece “Nobel ödülü, edebi kariyerin bir parçası, güzel bir şey; o kadar ama” olarak özetlenebilir mi?

22 Şubat 2014 Cumartesi

Kültür - Sanat Rehberi

FKM’de tiyatroya devam Tiyatro: Fırat Kültür Merkezi tarafından düzenlenen ‘Vesile’ adlı tiyatro şubat ayının son gösterisini yapacak. Hakikati kavrama, hakikatle hemhal olmanın ancak Cenab-ı Hakk’ın sevkiyle mümkün olabileceğini konu alan tiyatro bu akşam saat 19.30’da sahne alacak. Çemberlitaş Fırat Kültür Merkezi’nde oynanacak oyunun biletleri 10 ile 15 TL arasında değişiyor. FKM’de bir de Mahmut Tahsin tarafından yazılan ‘Gidenlerin ve Kalanların Hikâyesi’ de tiyatro severlerle buluşacak. Oyun; insanın, hayatının her alanında evrensel ahlak ve empatiyle sosyal hayatını devam ettirme çabasında olması gerektiğini vurguluyor. ‘Tuna Boyu’ adlı tiyatro ise yarın saat 14.30. Biletler tam 15, öğrenci 12 TL.***Nanoteknoloji kongresi başlıyorKongre: Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlüğü ve Makine Teknolojileri Kulübü işbirliğiyle ‘III. Ulusal Nanoteknoloji Kongresi’ düzenleniyor. Program, konunun öneminin farkına varılması, üniversitelerinin nanoteknolojiye katkısının artırılması amacıyla şirket temsilcileri, akademisyenleri ve öğrencileri bir araya gelecek. 27-28 Şubat’ta Yıldız Teknik Üniversitesi Beşiktaş Yerleşkesi’nde yapılacak kongreye giriş ücretsiz.Yeni Türkü Bursa’daKonser: Aşk Yeniden, Olmasa Mektubun gibi birçok şarkıya imza atan Yeni Türkü, bu akşam Bursa Tayyare Kültür Merkezi’nde saat 20.30’da sahne alacak. 27 Şubat’ta ise Adana Hayal Kahvesi’nde 21.00’de sevenleriyle buluşacak. 28 Şubat’ta da Gaziantep Şehitkamil’de 22.45’te sahneye çıkacak grup Anadolu turnesini sonlandıracak.***Enver Aysever ile ‘Aykırı Kumpanya’Fuar: Enver Aysever, canlı bir belgesel tadında sahneye çıkmaya hazırlanıyor. Tarz açısından ilk olan bu gösteriyi sahneye taşıyan ekibin ismi gösterinin ruhunu iki kelimeyle özetliyor: ‘Aykırı Kumpanya’. Kumpanyanın solisti Sibel Alaş... Aysever ve ekibi 23 Şubat saat 16.00’da Trump Kültür ve Gösteri Merkezi’nde seyircinin karşısına çıkıyor. Öğrenci 35, tam 55 TL olan biletler Biletix’de...Ferhat Göçer yeni albümüyle sahne alıyorKonser: Ferhat Göçer, yeni albümünün lansman konserinde sevenleriyle buluşuyor. Bu akşam Bostancı Gösteri Merkezi’nde konser verecek sanatçı söz ve müzikleri kendisine ait olan yeni albüm şarkılarının yanı sıra eski ve unutulmayan şarkılarını da seslendirecek. Sunar Medya ve Event34 tarafından organize edilecek konserin biletleri Biletix’te. Fiyatlar 56.50-113 TL arasında değişiyor.e.emre@zaman.com.tr

Sinemada canlı tiyatro ve opera devri

Sinemada, bir tiyatro oyununu, bir operayı veya klasik müzik konserini canlı izleme etkinliği yaygınlaşmaya başladı. New York Metropolitan Operası’nın 2006’da başlattığı bu sessiz dijital devrimin ardından dünyanın önde gelen sanat kurumları da tiyatro oyunlarını, operalarını ve konserlerini sinema salonlarına taşıyor. Pera Müzesi’nin Berlin Filarmoni Orkestrası’nın işbirliğiyle, dijital konser serisinin beşinci etkinliği ise bugün saat 20.30’da gerçekleştirilecek.Tiyatro, opera ve klasik müzik gibi sanat dalları, sinema perdesiyle girdikleri renkli ve canlı işbirliğine bir süredir sessizce devam ediyor. Dünyanın öbür ucundaki bir tiyatro oyununu veya bir operayı canlı izleme imkânı veren bu dijital devrim, kendi izleyici kitlesini çoktan oluşturmuş durumda. 2006’da New York Metropolitan Operası’nın başlattığı bu etkinliğe, dünyanın pek çok sanat kurumu da ayak uydurmaya başladı. Berlin Filarmoni, Royal Opera House, National Theater gibi sanat kurumlarının da bu yönteme başvurmasının temelinde, daha çok izleyiciye ulaşmak yatsa da etkinliğin maddi getirisi de cazip nedenler arasında. Türkiye’deki sanatseverler de ilk kez 2010’da sinemada opera-bale deneyimini yaşamış, fakat sonraki yıllarda bu etkinliklerin devamı gelmemişti. Pera Müzesi ise geçtiğimiz ekim ayında Goethe-Institut Istanbul ve Berlin Filarmoni Orkestrası’nın işbirliğiyle, dünyanın ilk sanal konser salonu Dijital Konser Salonu’nun (Digital Concert Hall) sunduğu canlı yayın programından ayda bir kez müzikseverlere ücretsiz konserler sunuyor. Sinemada canlı yayın, büyük şehirlerin ağını kırarak, sanatın taşradaki izleyicilere de ulaşmasını kolaylaştırırken, hem sinema izleyicisi hem de sahne sanatlarına meraklılar farklı bir deneyim yaşıyor. New York Metropolitan Operası, 2006-2012 yılları arasında, 11 milyon dolar para kazanmış ve bu, birçok ülkedeki sanat kurumunu harekete geçirmişti. Metropolitan Operası’nın dünyanın dört bir yanından ortalama izleyicisi ise 250 bine ulaşmış durumda. İngiliz ulusal tiyatrosu National Theater da 2009’dan bu yana ülke genelinde pek çok sinemada canlı yayın yapıyor. İlk canlı oyunları Phèdre, 50 binden fazla kişi tarafından izlenmişti. Bu rakam her yıl artıyor. İngiltere’deki Royal Opera House dünya çapında 800 sinemada canlı yayın yaparken, Berlin Filarmoni Orkestrası da pek çok sinemadan canlı yayın yapıyor. Sanat kurumlarının programlarında sinemadan canlı yayın artık vazgeçilmez bir hale dönüşmüş durumda. Tiyatro ve opera bu alanın başını çekiyor.FİLMLERDEN FAZLA GİŞE YAPAN TİYATRO OYUNLARISinemada canlı tiyatro ve opera gösterilerinin teknik kısmı biraz farklı işliyor. Bu alanda uzmanlaşan yönetmenler, izleyiciyi bir film izleme hissinden kurtarıp, olabildiğince tiyatro salonundaymış havası oluşturmaya çalışıyor. Sinema ve tiyatro izleyicisinin farklı deneyimlerini dikkate alan yönetmenler, çeşitli kamera teknikleriyle bu işi çözmeye çalışıyor. National Theater dijital bölüm yöneticisi David Sabel, “Eğer işimizi iyi yaparsak izleyici sinema perdesinde bir film yerine tiyatro oyunu izlediğini hisseder.” diyor. Kimi eleştirmenler özellikle tiyatro izleyicisinin her iki deneyimden haberdar olması gerektiğini savunuyor. Kimileri ise sinemada canlı yayının özellikle bağımsız ve düşük bütçeli tiyatrolar için bir tehdit oluşturduğu görüşünde. Her iki yöntemin, sahnede veya sinemada tiyatronun, amacın daha fazla izleyiciye ulaşmak olduğunu düşünürsek, birbiriyle yarışta olduğunu söylemek yanlış olur, zira sinemada canlı yayın, sahne sanatları adına yeni bir imkân. Bunun yanı sıra, geçtiğimiz yıllarda Nesta adlı araştırma şirketi tarafından yapılan değerlendirmede; film izleyicileri, sinemada canlı yayın bir tiyatro oyunu izledikten sonra gelecekte tiyatroya gitmeleri ihtimalinin arttığını dile getirmişti. Sinema perdesinde canlı bir tiyatro oyunu, klasik müzik konseri veya opera izlemek bütünüyle farklı bir deneyim. Mesela sinema izleyicisinin en büyük rahatsızlığı, film öncesi bitmek bilmeyen reklamların yerine izleyiciler, sahnenin arkasında olan biteni izliyor ve yönetmenler, besteciler, oyuncular ve orkestra şefleri ile kısa söyleşilerle karşılaşıyor. Bilet fiyatları arasında da ciddi bir uçurum var. Sinemada canlı performanslarda tiyatro biletleri yaklaşık yarı fiyatına düşerken, operada ve klasik müzik konserlerinde biletler üçte bir fiyatına kadar inebiliyor. Bu dijital devrim sanat kurumları için yeni bir gelir kapısı olurken, tiyatrolar oyunlarının dünyanın dört bir yanında sahneleme imkânı buluyor ve büyük ilgiyle karşılaşıyor. Hatta kimi performanslar, gösterimdeki filmlerden daha çok gişe yapabiliyor. Sinema perdesinde canlı tiyatronun, operanın veya klasik müzik konserinin başarılı olacağını açıkçası kimse tahmin etmemişti. Lakin farklı sanat dallarının işbirliğine girip yeni üretim alanları oluşturması elbette sevindirici, asıl meraklandıran ise bizi daha ne türden yeniliklerin bekliyor olduğu.

21 Şubat 2014 Cuma

Kıyametin gölgesinde söylenen şarkılar

‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Reha Erdem’in en kişisel filmi. Bütünlükten uzak ve karmaşık bir öykü anlatan film, esasında inanma(ma) sancısının acı bir meyvesi. Acı olduğu kadar kıymetli bir meyve. Zira, Reha Erdem sinemasının bugüne kadarki en büyük eksik parçası.90’lardan itibaren yükselişe geçen ‘Yeni Türk Sineması’ birçok yetenekli yönetmenin yanında ustaları da çıkardı içinden. Şimdi tek tek isimlerini saymaya gerek yok ancak ‘ustalar’ içinden en sıra dışı olanı Reha Erdem’dir. Her filmiyle başka bir dünyadan seslenir seyirciye. Hem uzak hem yakındır filmleri; ne kadar yabancıysa bir o kadar sırdaş… Henüz, ‘Yeni Türk Sineması’ ifadesi zihinlerde bile gezinmezken o, 1988 yılında ‘A Ay’ı çekmişti. Her filmde dünyasını genişleten Erdem, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ ile bir kez daha şaşırtıyor. Şarkı Söyleyen Kadınlar, bir kıyamet atmosferinde anlatıyor öyküsünü. İstanbul’un adalarından birinde muhtemel bir deprem nedeniyle tahliye kararı alınır. Herkes adadan ayrılır ancak bir grup insan bu karara uymayarak kalmaya devam eder. Yavaş yavaş terk edilen adada kıyamet öncesi bir atmosfer hüküm sürerken hayat şartları iyice zorlaşır. Köpeğiyle birlikte yaşayan Mesut, ayrılmayanlardandır. Evin işleriyle ilgilenen Esma, bir gün ormanda yürürken karşılaştığı kimsesiz bir genç kadını eve getirir. Derken, Mesut’un oğlu Adem, evliliğinde yaşadığı sorunlar ve yakalandığı hastalık sebebiyle babasının evine sığınır. Adem’in de gelmesiyle olaylar giderek garip bir hal almaya başlar.MASALLARIN SAKLADIĞI‘Jîn’den kalma masalsı bir gerilim atmosferinde açılıyor ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’. Esma (Binnur Kaya), rüzgârlı bir gecede kırmızı peleriniyle ormanda ilerlemektedir. İnsan suretindeki kurtlar arasında kalan kırmızı başlıklı Jîn gitmiş, yerine ‘Kosmos’un şifacısıyla uzaktan akraba kırmızı pelerinli Esma gelmiş. ‘A Ay’dan bu yana, masalların sakladıklarını, yine masalların içinde gezinerek anlatıyor Reha Erdem. Vitrinde görünen masalın ardındakileri bulup çıkarıyor ve platformu ters çeviriyor; dolayısıyla masalların gözden kaçırmaya çalıştıklarıyla karşılaşıyoruz. Onun filmlerine her seferinde bu kadar şaşırmamızın bir sebebi de bu. ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’da çok karakter görünse de aslında iki ana karakter var: Kadın ve erkek. Reha Erdem, bir kez daha, insanın bütün acziyetini erkeğin omuzlarına yüklüyor. Dünyaya gelmek için bir kadına ihtiyaç duyan erkeğin, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan yetişkinliğe geçmek için yine kadına muhtaç olduğunu fısıldıyor. Hatta Erdem’e göre, erkekliğin hoyratlığından uzaklaşıp çocuksuluğun saflığına ulaşması için de erkeğe ‘kadın eli’ değmesi şart. Reha Erdem için kadın ne kadar inanmaya yakın ise erkek de o kadar inkâra meyyal. Kıyamet atmosferinde geçen öykünün en temel meselesinin inanç olması bu yüzden. Bu yüzden kadınlar, erkeklerden uzak olduğu vakit daha özgür. Erkeği şüpheyle eşdeğer tutuyor Erdem. Erkek, hiç de şuh olmayan bir kadının üzerine çullandığı vakit, kadının “Yapma, beni Allah yarattı” demesi kadının inanmışlığıyla ilgili. Erkeğin cevabı ise acziyetin ve şüphenin göstergesi: “Peki, beni kim yarattı?”İNANMA(MA) SANCISIİki saate yakın izlediğimiz bütünlükten uzak ve karmaşık öykü, esasında inanma(ma) sancısının acı bir meyvesi. Acı olduğu kadar kıymetli bir meyve. Zira Reha Erdem, ilk defa bu kadar kişisel bir filmle çıkıyor seyircinin karşısına. Önceki filmlerinde uç veren fakat mecazlardan dolayı kendini tam olarak göstermeyen inanç meselesi ilk kez bu kadar net ve perdesiz bir şekilde ortaya dökülüyor. Hatta o kadar perdesiz ve filtresiz ki, ister istemez bir kafa karışıklığına sebep oluyor. Çünkü filmin kendisi bir kafa karışıklığının, inanma(ma) sancısının ürünü. Bir tarafta kıyamet öncesi gerilimli bir masal atmosferinde ilerlerken, diğer tarafta kutsal kitaplardan alıntı gibi duran, üstten bir yargıyla olayları seyreden bir dış ses size yön veriyor. Yönetmen, kendi düşünce dünyasını, daha ötesi ruh dünyasını tüm çıplaklığıyla perdeye yansıtıyor. Dolayısıyla filmi, Reha Erdem filmografisinde ayrıksı bir yere yerleştirmek makul gibi görünse de gerçekçi olmaz. Tam aksine, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Reha Erdem sinemasının bugüne kadarki en büyük eksik parçası. Bu film olmadan yönetmenin sinemasını anlamak ve tanımlamak eksik bir çaba olacaktır. Bu yönüyle ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Reha Erdem filmografisinin mütemmim cüzüdür. Reha Erdem’in sinema yolculuğu açısından durum böyle olsa da sinema açısından filmin hayli handikapları var. İçerik, tema ve atmosfer bakımından yönetmenin sinemasının işaretlerini taşıyan film, anlatım dili ve bütünlük konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyor. Başka bir deyişle, kekeme bir film Şarkı Söyleyen Kadınlar. Bu kekemelik, sinema anlamında bir zaafın işareti; fakat filmin ‘inanma(ma) sancısı’yla kurduğu güçlü ilişkiyi düşününce kekemelik kaçınılmaz. Hasıl-ı kelam; seveni az, sevmeyeni çok bir film olacak ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’. Reha Erdem’in kişisel yolculuğunu ve sinemasını çözmek için ise kilit bir film.

Kültür - Sanat Rehberi

Rüzgârlı Pazar, Sivas’taTiyatro: Mustafa Kutlu tarafından bir hikâye tarzında kaleme alınan Rüzgarlı Pazar, Yaşar Elmas tarafından tiyatroya aktarıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla sahnelenen Rüzgârlı Pazar, ‘Bir kent masalı’ tabiri yerinde olur. Oyunda öteden beri ülkemizde görülen ve nedense bir türlü gündemin ilk sıralarına çıkamayan ‘derin yoksulluk’ konusu ele alınıyor. Bugün ve 28 Şubat Cuma günleri saat 19.30’da tiyatro severlerle buluşacak oyun, Sivas’ta Fidan Yazıcıoğlu Kültür Merkezi’nde oynanacak. Oyunun biletleri, Fasıl Cafe, Aralık Kitap Cafe, Oyunbozan Atölye ve Polat sinemalarından temin edilebilir.***Medine-İstanbul kardeşliğiSöyleşi: Marmara Belediyeler Birliği tarafından düzenlenen “İstanbul Dersleri”, araştırmacı-yazar Süleyman Zeki Bağlan’ın vereceği “Medine’nin Kardeş Şehri, İstanbul Üzerine: İstanbul’dan Renkler, Çizgiler, Sesler” konferansıyla devam ediyor. Program, 25 Şubat’ta 14.00-16.00 saatleri arasında, Eminönü’ndeki Marmara Belediyeler Birliği merkez binasında gerçekleştirilecek.***Medine-İstanbul kardeşliğiSöyleşi: Marmara Belediyeler Birliği tarafından düzenlenen “İstanbul Dersleri”, araştırmacı-yazar Süleyman Zeki Bağlan’ın vereceği “Medine’nin Kardeş Şehri, İstanbul Üzerine: İstanbul’dan Renkler, Çizgiler, Sesler” konferansıyla devam ediyor. Program, 25 Şubat’ta 14.00-16.00 saatleri arasında, Eminönü’ndeki Marmara Belediyeler Birliği merkez binasında gerçekleştirilecek.***Alexander Gavrylyuk, İstanbul’daKonser: Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, klasik müzikseverlerle buluşmaya devam ediyor. Bu haftanın konuğu, kariyerinin büyük çıkışını henüz çocuk yaştayken kazandığı Horowitz Piyano Yarışması’ndaki birinciliğiyle yapan Alexander Gavrylyuk. 2009 yılında ünlü orkestra şefi Vladimir Ashkenazy ile Prokofyev’in tüm piyano konçertolarını kaydetmişti. Sanatçı, bu konçertoların arasında en sevileni 3. Konçerto’yu Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile seslendirecek. Konser, bugün Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda saat 20.00’de gerçekleşecek. Biletix’te yer alan biletlerin fiyatları, 45-130 TL arasında değişiyor.***Müthiş motosiklet ve bisiklet gösterileri buradaFuar:2014 yılı motosiklet ve bisiklet sezonunun açılışı, MOTED, MOTODER ve BİSED’in desteğiyle düzenlenen Eurasia Moto Bike Expo Fuarı’nda gerçekleşiyor. Motosiklet, bisiklet kulüpleri ve derneklerinin de katkıda bulunduğu fuar, Dünya Fuar Yapım tarafından 27 Şubat-2 Mart günleri arasında İstanbul Fuar Merkezi’nde ziyaretçilerine kapılarını açıyor. Fuara giriş ücreti hafta içi 10 TL, hafta sonu 20 TL.

20 Şubat 2014 Perşembe

'Sansürü savunduğum doğru değil'

2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Çinli yazar Mo Yan, Türkiye’ye geldi. Basından kaçan, röportaj vermek istemeyen Yan ile İstanbul gezisinde sohbet ettik. Mo Yan, Nobel konuşmasında sansürü savunduğu iddiasını yalanlıyor ve “Sansür hayatımızın bir gerçeği ama sansürü savunduğum doğru değil.” diyor.2012 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Çinli yazar Mo Yan ile sohbetimiz, “Türkiye’ye gelmekte geç kalmışım.” sözleriyle başlıyor. İstanbul’a hayranlığını anlatıyor uzun uzun. “Doğuyla batının muhteşem bir harmonisiyle karşılaştık. Hayallerimizin üzerinde bir şehir çıktı İstanbul.” diyor. Mo Yan, Pasifik ülkerleri ile Sosyal ve İktisadi Dayanışma Derneği (PASİAD) ve Türk-Çin Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜÇSİAD) düzenlediği “Çin’den Türkiye’ye 100 Entelektüel” projesi kapsamında Türkiye’ye geldi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın destek verdiği bu projeyle bugüne kadar 94 entelektüel ağırlandı. Mo Yan, şüphesiz bu projenin en ağır misafiri. Nobel’li yazar bir hafta ülkemizde kalacak. Bu sürede İstanbul’u gezecek. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve Nobel’li yazar Orhan Pamuk ile görüşecek. Mo Yan’ın Türkçede yayımlanmış henüz bir eseri var. “Kızıl Darı Tarlaları” adlı romanı geçtiğimiz yıl Can Yayınları’ndan çıktı. Üç kitabının daha Çin devleti tarafından dilimize tercüme edildiğini söylüyor. Çinceden Türkçeye çeviri zahmetli bir iş ve zaman alıyor.NOBEL’DEN SONRA PEK BİR ŞEY DEĞİŞMEDİ Mo Yan mütevazı bir yazar. “Nobel alacağımı ben de beklemiyordum.” diyor gülümseyerek ve devam ediyor: “Ödülden sonra beni tanıyan insanların sayısı çoğaldı. Beni arayanlar giderek arttı. Kitaplarım otuza yakın dile çevrildi. Ama hayatımda değişmeyenler daha fazla. Mesela benim kalbim hâlâ değişmedi, aynı yerinde duruyor. Dünyaya bakışım, duygularım değişmeyen şeyler.” Yan’ın Çincede yayımlanmış çoğu roman ve uzun hikâye 20 eseri var. Pekin’de yaşıyor. Çin’deki birçok yazar gibi geçimini sadece yazarak sağlamıyor. Kültür örgütlerinde üyelikleri var. Ders veriyor. 2012 yılında Nobel’i Çinli bir yazar aldığında, edebiyat çevrelerinde bu seçim “sürpriz” olarak değerlendirilmişti. Ödülün en büyük favorisi Japon yazar Haruki Murakami olarak görülüyordu. Nobel jürisine göre ise realizm ile halk masallarını, geçmiş ile çağdaşı birleştirdiği için ödülün sahibi Mo Yan olmuştu. Çinli yazarla ilgili ikinci bir sürpriz de “sansürü” savunduğu yönünde haberlerle yaşanmıştı. Batı ve Türk medyasında çıkan “Mo Yan da sansürcü çıktı” haberlerini hatırlatıp işin aslını sorduk kendisine. “Sansürü savunduğum doğru değil” dedi. “Bir gazeteci, ‘Kitapların sansürlenmesi ile alakalı ne düşünüyorsunuz?’ diye sormuştu. O soru üzerine ben de hiçbir sansürü kabul edilebilir bulmadığımı ifade etmiştim. Tercüme ile ilgili sorunun olduğunu düşünüyorum. Hiçbir şekilde sansüre desteğim olamaz.” Tepki çeken bir cümlesini soru olarak yöneltiyorum: “Sansür havaalanında güvenlik kontrolü kadar gereklidir.” sözü size ait değil mi? “Sansür hayatımızın her alanında olan bir şey. Havaalanından çıkarken bizi kontrol etmeleri gibi. Bu gereklidir anlamında değil; var olan bir şeydir anlamında söyledim. Hiçbir sansürü savunmuyorum. Ama bu bir gerçek. Bunun sadece ülkemizin bakış açısıyla alakası yok. Havaalanındaki güvenlik gibi düşünün. Kabullen ya da kabullenme, bu var.”KEŞKE BAŞKA YAZARLARINIZ DA ÇİNCEYE ÇEVRİLSEMo Yan “devletçi” olmakla eleştirilse de onun kitaplarının Çin’de yasaklanıp toplatıldığını biliyoruz. “1996 yılında basılan bir kitabım toplatıldı. Ama aradan yedi yıl geçtikten sonra Çin’in hem ekonomik anlamda, hem hoşgörü ve refah seviyelerinin de yükselmesiyle yeniden basılmaya başlandı. Bu Çin’in edebiyata, sansüre karşı bakış açısını da gösteriyor. Ben de toplumsal sorunları ele aldım eserlerimde. Çok ciddi ağır şekilde eleştirdiğim noktalar oldu. Kitaplarımı açıp okuyabilirsiniz.” Mo Yan’ın Türk edebiyatı hakkında bildikleri ise Orhan Pamuk ile sınırlı. Orhan Pamuk’tan “dostum” diye bahsediyor ve onun Çin’de sevilen bir yazar olduğunu söylüyor. Çinceye çevrilen “Benim Adım Kırmızı”yı Pamuk daha Nobel ödülü almadan okuduğunu hatırlatıyor. “Mutlaka Orhan Pamuk kadar ünlü ve iyi yazarlarınız vardır. Keşke o yazarların da bizim dilimizde romanları yayınlansa.” (Mo Yan röportajının tamamı pazartesi Aksiyon’da)Eserleri 30 dile çevrildiMo Yan, 1955’te Çin’in Shandong eyaletine bağlı Dalan kasabasında doğdu. Kültür Devrimi sırasında 11 yaşındayken okulu bırakıp çiftçi olarak çalıştı. Ardından bir pamuk fabrikasına girdi ve yazmaya başladı. Otuz yıldır yazıyor. Asıl adı Gun Móyè olan yazar, 1984’ten itibaren Çince “sakın konuşma” anlamına gelen Mo Yan adını kullanıyor. Mo Yan’ın roman ve uzun hikâye başta olmak üzere yayımlanmış 20 eseri var. Başlıca romanları arasında, Kurbağa, Bir İlkbahar Gecesinde Yağan Yağmur, Kızıl Darı Tarlaları, Sarımsak Baladı, İçki Cumhuriyeti: Bir Roman bulunuyor. Öyküleri, “Patlamalar ve Diğer Öyküler” ve “Şifu: Bir Kahkaha Uğruna Her Şeyi Yaparsın” adlı derlemelerde toplandı. Nobel’i kazandıktan sonra eserleri 30’a yakın dile çevrildi. Kızıl Darı Tarlaları romanından uyarlanan Hong Gao Liang/Kızıl Darı Tarlaları filmi 1988 yılında Berlin Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazandı. Mo Yan, 2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken Çin’de doğan ve Çin’de yaşamayı sürdüren ilk Çinli Nobel ödüllü yazar oldu.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Altın Portakal Şiir Ödülü sahibini buluyor

Antalya'da 1997 yılından bu yana verilen 'Altın Portakal Şiir Ödülü'nün bu yılki sahibi, 22 Şubat Cumartesi günü belli olacak.Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) işbirliğiyle düzenlenen Altın Portakal Şiir Ödülü ve Sempozyumu'nda bu yıl, Doğan Hızlan başkanlığındaki seçici kurul 2013 yılı içinde basılmış şiir kitapları arasından yapacağı değerlendirmeyle ödülün sahibini belirleyecek. Antalya'da 1997 yılından bu yana her yıl bir şaire verilen 'Altın Portakal Şiir Ödülü, 22 Şubat Cumartesi günü 18'inci kez sahibine kavuşacak.ENİS BATUR'DAN ŞÜKRÜ ERBAŞ'Aİlk yıl Enis Batur'a ve bugüne kadar Haydar Ergülen, Gülten Akın, Ahmet Oktay, Emirhan Oğuz, Ahmet Telli gibi Türk şiirinin önemli isimlerine verilen ödüle son olarak Şükrü Erbaş layık görüldü. Bu yıl Altın Portakal'a kavuşacak olan şair, Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Ahmet İnam, Hüseyin Ferhad, Şükrü Erbaş'tan oluşan seçici kurul tarafından belirlenecek.PANELLER VE PROGRAMGeçen yıl ödül alan Şükrü Erbaş adına sempozyumun düzenleneceği 'Altın Portakal Şiir Ödülü ve Sempozyumu' etkinliği, perşembe günü yapılacak paneller dizisiyle başlayacak. 20 Şubat günü Akdeniz Üniversitesi Olbia Salonu'nda saat 13.30'da, 'Felsefeden Şiire, Şiirden Felsefeye' başlıklı panelde Ahmet İnam, Cihan Camcı, Hayri Yetik, Utku Özmakas konuşmacı olacak. Panelde felsefecilerin gözünden Ahmet Haşim, Nedim, Cemal Süreya ve Edip Cansever'in şiiri tartışılacak. Aynı gün saat 15.30'da yine Olbia Salonu'nda 'Edebiyatımızda Kadın Gerçeği' başlıklı panel gerçekleştirilecek. Moderatörlüğünü Kamile Yılmaz'ın yapacağı panelin konuşmacıları Betül Dünder, Emel İrtem, Eren Aysan olacak.Programın ikinci günü olan cuma günü, saat 15.30'da Antalya Sanatçılar Derneği'nde (ANSAN) iletişim biçimi olarak şiir tartışılacak. Moderatörlüğünü Akdeniz Üniversitesi'nden Emine Uçar İlbuğa'nın yapacağı panelde Aydın Çubukçu, Didem Gülçin Erdem, Faris Kuseyri, Şehmus Ay konuşmacı olarak yer alacak. Aynı gün saat 17.30'da Kaleiçi Bademaltı'nda 'Taşra ve Edebiyat' tartışılacak. Akdeniz Üniversitesi öğretim üyelerinden Merih Taşkaya'nın yöneteceği panelde Abdullah Ataşçı, Asuman Susam, Ethem Baran, Mesut Varlık, Süreyya Filiz düşüncelerini aktaracak.Sempozyumda, 22 Şubat Cumartesi günü ise 17'nci Altın Portakal Şiir Ödülü'nün sahibi Şükrü Erbaş şiiri tartışılacak. O gün ayrıca Antalya Kültür Merkezi'nde bir araya gelecek seçici kurul, ilk basımı 2013 yılında yapılmış şiir kitapları arasından yaptığı değerlendirme sonucunda belirleyeceği, 18'inci Altın Portakal Şiir Ödülü'nün sahibi açıklayacak.(DHA)

‘Bütün süper kahramanlar Mussolini’ye benziyor, çok aptallar’

İçgüdü, Sil Baştan, Rüya Bilmecesi, Lütfen Başa Sarın gibi filmlerle adını duyuran 2000’li yılların başarılı yönetmeni Michel Gondry, 13’üncü !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali kapsamında dün Fransız Kültür Merkezi’nde sinema severlerle buluştu.Süper kahraman filmlerinden çocukluğundan beri nefret ettiğini söyleyen Gondry, 2011 yılında yaptığı Yeşil Yaban Arısı filminden sonra da durumun değişmediğini dile getirdi. Bir daha süper kahraman filmi yapıp yapmayacağı sorusuna ise “Bana sorarsanız faşist teorilerin temelinde bile onlar yer alıyor diyebiliriz. Hepsi Mussolini’ye benziyor, çok aptallar. Dolayısıyla bir daha böyle bir süper kahraman filmi yapmak istemiyorum.” ifadeleriyle cevap verdi. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali kapsamında son filmi “Uzun Boylu Adam Mutlu mu? Noam Chomsky ile Canlandırma Bir Sohbet”in Türkiye galasına katılan Michel Gondry, belgesel çalışmasını anlattı. Ünlü dilbilimci Noam Chomsky’yi anlattığı belgeselde Gondry, onun düşüncelerini animasyona, çizgilere dönüştürüyor ve kenarlarına düştüğü notlarla bunları anlamlandırmaya çalışıyor. Başlangıçta projesinin Chomsky için naif bir proje olduğunu belirten Gondry, “Amerika’da bir sansür var. Çok resmi olmayan ve çok konuşulmayan bir sansür ama her şeyi rahatlıkla konuşamıyorsunuz. Dolayısıyla ben böyle bir tarz geliştirdim. İlk başta Noam’ın benimle çok ilgilenmediğini hissettim. Beni geri çevirmek üzere olduğunu düşündüm ama filmin çekim süresince yavaş yavaş yakınlaşmaya başladık.” ifadelerini kullandı. Chomsky’nin bilimsel çalışmalarının yanı sıra politik aktivizminin de olduğunu kaydeden Gondry, “Noam özellikle ifade özgürlüğü konusunda birçok davaya destekte bulunuyor ama ben kendi kapasitemi onun bilimsel çalışmalarına odaklanarak daha iyi kullanacağımı düşündüm. Bir yandan da animasyon çalışmalarımı bir bilim adamının çalışmalarıyla bağdaştırmak gibi bir projem vardı, onu gerçekleştirmiş oldum.” şeklinde yorumladı. Belgeselde Noam Chomsky’nin bazen anlaşılması güç olan konuşmalarını çizimleri ile daha somut hale getirmeye çalışan Gondry, “Ben anladığım zaman seyircinin de daha anlayabileceğini düşünüyorum, dolayısıyla kendi algım üzerinden hareket ediyorum.” dedi.Gondry’nin ev yapımı filmler fabrikası“Ev yapımı filmler fabrikası” ismini verdiği projesinden de bahseden Michel Gondry, projenin film sektörü dışındaki insanların kendi filmlerini yapmaları için hayata geçirilmiş bir proje olduğunu aktardı: “10-15 şehre yayılan projeye insanlar, arkadaşları ile grup olarak ya da yalnız katılabiliyorlar Herhangi bir iddiamız yok ama tamamen film sektörünün dışındaki insanlara yönelik bir şey.” dedi. Proje için küçük kullanışlı setler hazırladıklarından bahseden Gondry, geleneksel ve kullanışlı setler oluşturarak demokratik bir yöntemle film çektiklerini belirtti. “Çekerken çok basit bir montajı kamerada yapıyorlar. İlla çok fazla insanın izlemesi büyük prodüksiyonlara ulaşması şart değil, 15-20 kişinin izlediği hikâyeler bile çok eğlenceli oluyor.” yorumunu yaptı. “Ev yapımı filmler fabrikası”nın temel amacının yaratıcı sektörlerin dışında çalışan insanların kendilerini ifade edebilecek kadar bir yaratıcılığa erişmelerini sağlamak olduğunu söyleyen Gondry, bugüne kadar 100 civarında film yaptıklarını ve her gittikleri şehirde birkaç bin izleyiciye ulaştıklarını söyledi.

18 Şubat 2014 Salı

Resimlerle Sultangazi'nin tarihi

Sultangazi Belediyesi 50. Yıl Kültür Merkezi, sanatsal faaliyetlere ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Ressam Mahmut Yiğitoğlu'nun İstanbul ve Sultangazi'nin tarihi, kültürel ve turistik değerlerini işlediği resim sergisi sanatseverlerle buluştu.Ressam Mahmut Yiğitoğlu'nun yağlı boya, sulu boya, pastel boya, guaj boya ve karakalem çalışmalarından oluşan 20. Kişisel Resim Sergisi, Sultangazi Belediyesi 50. Yıl Kültür Merkezi'nde sanatseverlerle buluştu. Serginin açılış törenine Sultangazi Belediye Başkanı Cahit Altunay, AK Parti İlçe Başkanı Murat Atım, AK Parti Seçim Koordinasyon Merkezi Başkanı Süleyman Yiğitoğlu ile çok sayıda davetli katıldı. 1972 yılında resim çalışmalarına profesyonel olarak başlayan Ressam Mahmut Yiğitoğlu'nun kişisel sergisinde yağlı boya, sulu boya, pastel boya, guaj boya ve karakalem çalışmalarından oluşan çok sayıda kompozisyon bulunuyor.Açılışta konuşma yapan Yiğitoğlu, Sultangazi'nin ve İstanbul'un tarihi, kültürel ve turistik değerlerini yansıttığı sergisini sanatseverlerin beğenisine sunmaktan memnuniyet duyduğunu söyledi. Sultangazi Belediye Başkanı Cahit Altunay da konuşmasında sanata ve sanatçıya her zaman değer verdiklerini belirterek, "Sanatın dili evrensel bir dildir. Bu nedenle her insana ulaşarak güzellikleriyle aydınlatır" dedi.Protokol üyeleri daha sonra açılış kurdelesini keserek; sergideki tabloları inceledi. Sergi, 24 Şubat Pazartesi gününe kadar sanatseverlerle buluşacak.(İHA)

Bilgisayarla yakınlık kuramadım sözümü dinlemiyor

Türk sinemasının ‘Sultan’ı Türkân Şoray, geçtiğimiz aylarda kadim dostu Selim İleri’ye son model ve tam donanımlı bir bilgisayar armağan etti. Bugüne kadar bütün eserlerini daktilo ile yazan ve bir çeşit bilgisayar korkusu yaşayan Selim İleri, ilk günlerde dokunamadığı bilgisayar ile yavaş yavaş yazı tecrübelerine girişti. Bu da ister istemez, ‘Selim İleri, iyi-kötü günleri birlikte geçirdiği, tuşlarına vururken kimi zaman heyecandan ellerinin titrediği daktilosuna veda mı ediyor?’ sorusunu akıllara getirdi. Daktilo tamircisi bulamamanın zorluğu ve dostlarının manevi baskısı usta yazarı on beş yaşından beri birlikte olduğu yorgun ve dirençsiz dostundan ayırmaya zorluyor. Geçtiğimiz günlerde “İstanbul Mayısta Bir Akşamdı” (Everest Yayınları) adlı kitabı yayımlanan İleri ile bu kez kitabını değil, daktiloyu ve yazmayı konuştuk.Babanızın Zürih’ten getirdiği şu meşhur Corona Standart marka daktilonuzun öyküsü nedir?Babam 1920’li yıllarda yükseköğrenimini tamamlamak için Zürih’e gitmiş, o yıllarda daktiloyu almış. Fakat aldığı daktilo ikinci el. Uzun yıllar onunla çalıştı. Babamı 1968’de kaybettik ve o günden bugüne hep o daktiloyla yazdım ben. Sultanahmet’teki tamircim haber gönderdi: “Artık hiç kalmadı daktilo, bu son defa bir tamir olacak. Selim Bey duysun, bilsin.” Orası ne oluyor diye sordum. Sonradan döner kebapçı oldu. Sonra zavallı daktilom, korkudan olsa gerek, hiç sakatlanmadan, yıpranmış ve yaşlanmış bir şekilde, Necatigil’in eşsiz “Daktilo” şiirini anlatan bir tutumla, bugüne kadar tamiratsız götürdü beni.Marquez, “Linotype daktiloların gürültüsünü severdim, yağmurun sesi gibi gelirdi bana.” der. Daktilonun sesi size neyi çağrıştırıyor?Daktilonun sesini duymuyorum. Hiç farkında değilim. Aradan geçen zamanla, neredeyse 50 yıla yakın, aramızdaki ilişki organik bir noktaya dönüştü. Ses olarak bana belki de bir gün yağmur sesi vermiştir ama hiçbir gün beni rahatsız etmedi.Teknolojiyle aranızın hiç de iyi olmadığını biliyoruz. Daktilodan bilgisayara tam olarak geçtiğinizi söyleyebilir miyiz, sizi kim ikna etmeyi başardı?Hiçbir yere geçemedim. Aşağı yukarı beş ay kadar oldu. Türkan Şoray bana büyük incelik gösterip bir bilgisayar armağan etti. Önce çok sevindim. Bütün eşim dostum, ‘Zorunlu olarak bilgisayara geçeceksin ve işte bu kendi kendine bir fırsat oldu’ dedi. Ayşe ve Hüseyin Sarısayın bana “her şeyi çarçabuk öğrenirsin” diyerek bir hayal kurdular. Sonra derslere başladık. Haftada iki kere onlara gitmeye başladım. Yani son derece yeteneksizim herhalde. Dersler sürekli devam etti. Yapabildiğim açma-kapama, dosya açma ve dosyayı kaydetme oldu.Bilgisayarda yazarken yaşadığınız zorluklar neler?Klavyeyle cümle kurmaya başladığımda sorun oluyor, çünkü ben a, z, e, r ile başlayan bir daktiloyla yazıyordum. Yumuşak g’de takılıyorum. Cümle kurarken düşündüğüm şeyi o hızla klavyeye geçirememekten mi, yoksa gerçekten o ekranı görmekten mi ya da aygıtla kendi aramda bir dostluk kuramamaktan mı, cümle zihnimden hemen kayboluyor. Ancak cümle çok kısa bir şeyse olabiliyor. Herkes kendi yazımı veya başkasının yazısını alıp yeniden yazmayı tavsiye etti. İnsanın kendi yazısını yeniden yazmasına alışığım hatta öykü roman, en az üç dört kere yazarım fakat burada olmuyor.Sizi gönülsüzce yönlendiriyor anlaşılan…Garip bir şekilde kelimeyi yanlış yazıyorum, onun üzerine bilgisayar garip işaretler vermeye, bağırıp çağırmaya başlıyor. Yazdıklarım, bilgisayarın kendi kelime dağarcığında yoksa hemen altını çiziveriyor, ben de alay ediyorum kendisiyle, “cahil!” diye. Kelimenin nasıl yazılması gerektiği konusunda tam bir diktatör gibi dikiliveriyor önüme. Ona bakarken, aşağıda nereye bakacağımı kaybediyorum. Kısacası, bir türlü yakınlık kuramadık. Sanırım bilgisayarla kolayca dize yazabilirsiniz fakat uzun uzun cümleler çok zor. Bence daktilodan sonra bilgisayara geçen yazarların uzun-kısa cümle yazma değişiklikleri hakkında bir araştırma yapılırsa ilginç sonuçlar çıkacaktır.Haydar Ergülen “Daktilonun yurdu yazı/mektup olur bazı bazı/ölür müydü daktilolar/yalnızca şiir yazsaydı.” diyor. Buna ne diyeceksiniz?Çok güzel demiş. Tabii şiirin yerine, Haydar da kabul ederse, romanı, öyküyü de eklemek isterdim. Ama daktilonun da öldüğüne inanmıyorum ben. Bilgisayarla işlevleri farklı. Daktilo sizin dış dünyayla bağınızı hafif bir miktarda kesebilen bir şey. Bilgisayar ise kullanım açısından farklı. İnsanlar haberlere bakıyor, o ne yazmış ne etmiş diye inceliyorlar sonra yeniden yazıya dönüyorlar. Fakat bir roman, bir öykü, bir şiir bu kadar iç içe geçen zamanlarla yazılabilir mi bilmiyorum? Bilgisayar haberleşme, bir bilgi aracı ve Türkçeye çok iyi tercüme edilmiş: bilgisayar. Belki günün birinde kendim de yararlanırım, bunun için bilgisayarın sadece bir ‘bilgi sayar’ olduğuna inanıyorum.Kimi yazarlar bilgisayara geçmemek için el yazısına döndü, sizin böyle bir niyetiniz oldu mu?Büyük bir hata etmişim, keşke el yazısıyla devam etseydim. İlkokulda kendimce bir şeyler yazmaya çalışırdım, hep el yazısıydı. Belki de o daktilo çıkmasaydı, ömrümün sonuna kadar el yazısıyla devam ederdim. Şimdi yapamıyorum, bedenen de yoruyor. Bir de en kötüsü, yazdığımı okuyamıyorum. El yazım bozuldu. Bilgisayarla bir adaptasyon olacak diyorlar ama bu yaştan sonra nasıl gerçekleşecek meçhul.Roland Barthes “Bugün bile hâlâ, daktilo, sınıf belirten bir araçtır, güç gösteren bir uygulamayla bağlantılıdır.” der. Buradan hareketle, daktilonun yerini bilgisayar mı aldı artık?Evet, bu sözü bilgisayara dönüştürebiliriz. Hatta daktilo daha masum. Daktilo, sınıfsallık açısından baktığımız vakit Fransızların küçük burjuva dedikleri sınıfın karşıtı bir yerde kalmış oluyor. Fransızlar o kötü burjuvayı biraz alayla söylerler. Bence bilgisayar bir kötü burjuva gereci.Yine Marquez “Otel odalarında, geçici mekânlarda ve bir de ödünç daktilolarda çalışamam.” der. Sizin bu türden sınırlarınız var mı?Olamadı, çünkü klavyemin a, z, e, r olması hasebiyle hiçbir zaman gittiğim yerdeki daktilolar yazmaya uygun olmadı. O yüzden başkalarının daktilolarında çalışmak aklıma gelmedi. Mesela, Bilge Karasu’nun bir yaz evi olsaydı, orada çalışabilirdim, çünkü onun daktilosu da a, z, e, r idi.Nasıl çalışırsınız, çalışma saatleriniz düzenli midir?Eskiden geceleri geç saatte, 10.00-10.30’da yazmaya başlardım. Gençliğimde hep öyle çalıştım. Şimdi öyle bir şey kalmadı, sabah 8.00-8.30 gibi en geç kalkmış oluyorum ve 9 gibi de daktilo başına geçiyorum. Öğlene kadar, bazen öğleden sonrayı da buluyor çalışmak. Genelde öğlene 13.00-13.30’a kadar sürüyor.Yazarken nasıl bir yöntem uyguluyorsunuz?Direkt daktilo ile yazıyorum, çok uzun yıllardan beri bunu yaptım fakat “Her Gece Bodrum” ve “Cehennem Kraliçesi”nin bazı bölümlerini elle yazdığımı hatırlıyorum. Dediğim gibi, organik bir bağ var aramızda onu da yadırgamıyorum.Çok düzeltme yapar mısınız?Bende değişmeyen bir problem bu. Bütün bir 45 yıl boyunca, her yazdığımı en az bir kere daha yazarım. Hiçbir zaman bir kez ile yetinemem. Bazen otuz-kırk kere, tümünü demeyeyim, bir romanın başını yazdığım olmuştur.Kendini biçimci olarak tanımlayan Truman Capote, “Biçimcilerin bir virgülün yeri veya bir noktalı virgülün kullanımıyla ilgili takıntı yapabilecekleri iyi bilinir. Bu tip takıntılar ve onlara harcadığım zaman beri rahatsız eder.” diyor. Noktalama işaretleriyle aranız nasıl, sizi rahatsız eden bu türden takıntılarınız var mı?Ben de bu açıdan bir tür kaçıklık içindeyim. Yalnızca kendim yazarken değil, yayımlandığı andan itibaren sürer bu. Yanlış yayımlanmışsa veya yayımlandıktan sonra okuduğum vakit, kendime canım sıkılabilir. Burası noktalı virgül olacaktı, burası virgül olacaktı diye. Hatta bazen noktalama işaretlerinin yetersiz kaldığını hissettiğim anlar bile oluyor. Keşke şurada noktalı virgül ve virgül arası bir işaret olsaydı da o konulsaydı gibi de düşünüyorum.Türk edebiyatında yalnız size mahsus bir şey bu titizlik galiba…Evet, Necatigil’in iki çizgileri, bize kesitliyi haber vermek isteyen... Yine Leyla Erbil’in bir dönem üç virgül yan yana kullanması, herhalde dizgicilerin aklını kaçırtmak içindi. Yazdıklarımı hep sesli de okurum ben. Birçok insan bana yıllarca “Çok zor, anlaşılmıyor ne yazdığın. Keşke yemek yazıları gibi yazsan” gibi şeyler dediler. Oysa ben onlara kendi yazdıklarımı okuduğum vakit, “şimdi anlıyoruz ne demek istediğini” diyorlar, çünkü ben noktalama işaretlerinin hakkını vererek okumaya çalışıyorum. Onlar ise okurken noktalama işaretlerine gözlerini yumuyor. İnsanlar basit, sıradan şeylere alıştırıldı ülkemizde, özellikle de Türk edebiyatında.Unutamadığınız bir anınız var mı bu konuda?Altın Kitaplar’da çalıştığım dönemde bir redaktör hanım, ünlü bir şairimizin de kız kardeşiydi, yayımlanacak bir kitabın bütün noktalı virgüllerini atmış. Daha basılmadan ‘neden yaptın?’ diye sordum. “Daha kullanmıyoruz, kaldırdık bunları.” dedi. Mesela, Oğlak Yayınevi’nde çalışırken uzatma işaretlerini ısrarla kullanıyordum (hâlâ kullanıyorum), onlar ise kullanmıyorlardı ve büyük bir tartışma yaşanmıştı aramızda. Hâlbuki bir yayınevi, yazarın metnindeki noktalama işaretini kaldırdığında, yazarı suistimal etmiş oluyor.Yazma sürecinde sizi rahatlatacak neler yaparsınız?Bazen çok ender olarak yazdığım şeyin içinde geçiyorsa, diyelim ki bir tango dönemine 1930’lu yıllara ait bir şey yazarken, o tangoyu defalarca üst üste dinlediğim olur. Müzik dışında çok fazla yardımcı bir kılavuzum olmadı. O da her zaman değil, ender bir şey.Yazarken neler dikkatinizi dağıtır?Çok şey. Öncelikle evin içinde hiç kimsenin olmaması gerekir. Başka odada da kimse olmayacak. Bir tek ben olacağım evde. O yüzden bir tatile çıktığım vakit hiç yazı yazamıyorum. En önemlisi mutlak bir yalnızlık olması gerekiyor ve bu mutlak yalnızlığı bozan herhangi bir şey, bir telefon sesi ya da bir kapının çalınışı, bunların hepsi beni çok rahatsız eder.Yazının başından kalktıktan sonra, üstünde çalıştığınız metni zihninizden uzaklaştırabiliyor musunuz?Hayır, bırakamıyorum. Çok yorucu bir şey oluyor. Metin benimle sürekli beraber. Sanırım Ingeborg Bachman’dı, şöyle bir tespiti var: Bir telefon sesi her şeyi bitirir, dış dünyayla en küçük bir bağ kurmak bir eser için en büyük kötülüktür, diyor. Buna katılıyorum. Yani soyutlanıyorsunuz, gündelik olaylar, siyaset ikinci planda kalabiliyor veya kalmadığı takdirde yazdığınız şey zarar görüyor.Yeni kitabınızı bilgisayardan mı yoksa daktilodan mı yazılmış olarak göreceğiz?Bu gidişle hiçbir yerden göremeyeceğiz. Yazı hayatım, Mel’un ile noktalanmış olacak! Çünkü daktiloya da adapte olamaz hale geldim. Gazetenin yazılarını 3-4 saatte yazarken artık akşama kadar bitmiyor yazı. Şunu söyleyebilirim, daktiloyu seviyorum ama beni bilgisayara alıştırmak isteyen insanlara da şükran borçluyum.İstanbul kitaplığı genişlediSelim İleri’nin son kitabı “İstanbul Mayısta Bir Akşamdı” geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu kitapla birlikte İleri’nin İstanbul yazılarını topladığı “İstanbul Kitaplığı” da onuncu kitaba yaklaşmış oldu. İleri, “Yıldızlar Altında İstanbul”, “İstanbul Seni Unutmadım” ve “İstanbul’un Sandık Odası” gibi daha önceki kitaplarında da olduğu gibi İstanbul Mayısta Bir Akşamdı’da okuru İstanbul’un geçmişinde bir gezintiye çıkarıyor. İleri, sayfalar ilerledikçe İstanbul sokaklarında dolaşırken yeri geliyor Halide Edip’e, Halit Ziya’ya, Mehmed Rauf’a uğruyor. Bazen İstanbul’un sokaklarında Racine, Corneille ve Shakespeare’den sesler duyuluyor. Kitap, “İstanbul Sonsuz Şehir”, “İstanbul’da Edebiyat”, “Gelmez Günler”, “Unutulmayanlar” ve “Mutfaktan” olmak üzere beş bölümden oluşuyor.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Kütahyalı müzikolog Gomidas’ın şarkı defteri açıldı

Kütahya doğumlu Ermeni müzikolog Gomidas’ın (küçük kare) 19. yy. sonu ve 20. yy. başında Osmanlı-Rus İmparatorlukları topraklarında derlediği ve bugüne kadar kaydedilmeyen 12 eser, “Yerkaran-Gomidas Vartabed'in Ermenice, Kürtçe ve Türkçe Derlemelerinden Düzenlemeler” albümünde yayınlandı. Burcu Yıldız ve Ari Hergel'in hazırladığı albümde, Gel Beyim, Ay Doğar Bedir Allah, Vay O Milletin Haline gibi halk şarkıları yer alıyor.Gomidas Vartabed, gerçek adıyla Soğomon Soğomonyan (1869-1935) Kütahya doğumlu bir müzisyen. Ermeni müziği denilince hatırlanması gereken en önemli isimlerden biri. Çünkü Gomidas, rahip, şef, besteci ve müzikolog kimliğinin yanında 4 binin üzerinde halk ezgisini, şarkısını notaya aktarıp arşivlemiş bir derlemeci aynı zamanda. Daha okul yıllarında farklı bölge ve kültürlerden gelen arkadaşlarından ve rahiplerden dinlediği şarkıları, dini eserleri kayda geçirmeye başlar Gomidas. İleriki yıllarda eğitimine, kadrosunda önemli müzisyenlerin yer aldığı Kevorkyan Ruhban Okulu'nda devam eder. Müzikle ilgili en temel eğitimini burada alır. Burada hem klasik Batı müziğini hem de Ermeni kilise müziğinin tarihi ve teorisini öğrenir. Sonra Berlin'de müzikoloji eğitimi alır. Hayatı boyunca bir yandan öğretmenlik yapar, diğer yandan da korolar kurar, konserler verir. Bunu yaparken en büyük amacı ise halk şarkılarından oluşturduğu repertuarları şehirli dinleyicilere sunmak ve bu şarkıları olabildiğince çok kimseye dinletmek. 1935 yılında hayatını kaybeden Gomidas'ı yeniden gündeme getiren ise onun derlemelerinden düzenlenen bir albüm. Öğretim görevlisi Burcu Yıldız ve müzisyen Ari Hergel tarafından hazırlanan “Yerkaran - Gomidas Vartabed'in Ermenice, Kürtçe ve Türkçe Derlemelerinden Düzenlemeler” albümü Gomidas'ın şimdiye dek çoğu daha önce hiç kayda alınmamış derlemelerini içeriyor. Yerkaran (şarkı defteri) albümünün hikâyesi ise yaklaşık dört yıl önce, Yıldız ile Hergel'in Gomidas'a ait Türkçe ve Kürtçe derlemelerin notalarına ulaşmaları ile başlıyor. Erivan'da 14 cilt halinde yayımlanan Gomidas'ın derleme arşivinin son cildinde Türkçe ve Kürtçe eserlere rastlıyorlar. Ki bu Kürtçe şarkılar, müzikologlara göre kayda geçirilmiş ilk Kürtçe eserler. Sonra zor bir seçim süreci geliyor. Binlerce eser, seslendirildiğinde ortaya nasıl bir eser çıkacağı belli olmayan bir derya... Repertuarın seçimi esnasında Yıldız ve Hergel'in kriterleri şunlar olmuş: Özellikle daha önce kaydı yapılmamış eserleri seçmek, dil ve üslup çeşitliliğini yansıtmak ve kendi müzikal birikimlerini ve tercihlerini ortaya koymak. Seçim sırasında, notasyonları bulunan parçaları deşifre ederek yorumlayıp, şarkı formunda icra edebileceklerine inandıkları melodilerin üstüne gitmişler. Eserlere intro ya da ara ezgi eklemek, bazı parçaların akışında değişiklikler yapmak, çalınacak enstrümanların tercihleri gibi konularda da Yıldız ve Hergel'in müzikal arka planı ve anlayışları devreye girmiş. Gomidas Vartabed'in geniş bir coğrafyadan beslenen bu benzersiz repertuarına sesiyle, sazıyla destek veren çok önemli sanatçılar var. Türkiye'den, Ermenistan'dan, Fransa'dan ve Amerika'dan Gomidas'ın hatırasını yaşatmak üzere şarkılara destek veren isimler şöyle: Aram Kerovpyan, Ara Dinkjian, Norayr Kardashian, Ashugh Bingyol, Aytekin Ataş, Şevval Sam, Levent Güneş, Murat İçlinalça, Tatyana Bostan, Sami Dural ve Ali Tekbaş. Albümün dışında önümüzdeki ay Birzamanlar Yayıncılık tarafından neşredilecek bir de kitap var. Müzik araştırmacılığı tarihine katkı sunacak kitapta Gomidas'ın akademik çalışmaları, müzikal faaliyetlerinin belgeleri, arşiv niteliği taşıyan görseller ve albümde yer alan bazı eserlerin notaları bulunacak.

15 Şubat 2014 Cumartesi

Mektubat çıktı, sırada Asa-yı Musa var

Risale-i Nur Külliyatı’nı, bu eserleri aslından okumakta zorlanan kesimlerle de buluşturmak amacıyla Ufuk Yayınları’nın başlattığı sadeleştirme çalışmalarında yeni bir dönemeç daha dönüldü.Yayınevinin, Lemalar ve Sözler’den sonra yayına hazırladığı Mektubat ile birlikte artık külliyatın dört temel kitabından üçü, geniş kitlelerin istifadesine sunulmuş oldu. Yayınevi yetkilileri, Şualar’ın da yayınlanmasının ardından, iman hakikatlerini farklı kesimlere de ulaştırma misyonlarının büyük ölçüde hayata geçmiş olacağını söyledi. Külliyatın ana kitapları kadar, derleme risalelerin de büyük ilgi ile karşılandığını ve şu ana kadar 11 farklı sadeleştirilmiş risalenin çıktığını belirten Ufuk Yayınları satış müdürü Sezer Karadağ, “2012 Ocak ayında yayımladığımız Lemalar 250 bin, 2013 Mart’ında çıkan Sözler ise 150 bin okura ulaştı. Keza, 2012 Şubat’ında çıkardığımız Küçük Sözler de 250 bini geçmiş durumda. Bu ay yayımlanan Mektubat’ın ilk baskısını 80 bin adet yaptık.” dedi. Okur ilgisinin sadece kitap ilk çıktığında değil, sürekli ve düzenli olduğunu belirten Karadağ, şöyle konuştu: “Bu da, eserlere ciddi bir ihtiyaç olduğunu ve bu ihtiyacın yenilendiğini gösteriyor.” Kitapların hedef kitlesinin Risalelerin dilini anlamakta zorluk çeken gençler ve yurtdışında yetişen Türkler olduğunu belirten Ufuk Yayınları editörü Seyfullah Özkurt ise eserlerin beklentilerini aşan bir ilgi gördüğünü ve çok sayıda tebrik ve teşekkür telefonu aldığını aktarıyor. Özkurt, “Bu kitaplar sayesinde namaza başlayan, kafasındaki sorulara tatminkâr cevaplar bulduğunu söyleyen kimseler, sadeleştirme çalışmasının başından beri en büyük motivasyon kaynağımız oldu.” diyor. “Hiç mi olumsuz tepki almadınız?” diye sorduğumuzda ise Özkurt, “Açıkçası, arayanların beşte biri kadarı, yaptığımız işi tasvip etmediklerini söyleyenlerden oluşuyor. Aslında bunların da önemli bir bölümü, bu eserlerin bu haliyle, daha önce ulaşılamayan büyük bir kitleye ulaştığını ve orada büyük hizmet ettiğini kabul ediyor, fakat eserlerin orijinal hallerinin korunması noktasında aşırı hassaslar. Bu, bizim de hassasiyetimiz ve onların bu hassasiyeti bizi, eserlerin orijinal hallerinin her zaman muhafaza olunacağı ve okunacağı noktasında mutmain kılıyor. Zaten biz de hiçbir zaman, eserleri orijinalinden okuyabilen kimselerin, sadeleştirilmiş risaleleri okumaya başlamalarını hedeflemiş değiliz.” diyor. Özkurt’un verdiği bilgiye göre, okuyucusuyla buluşmayı bekleyen sıradaki risale, Asa-yı Musa. “Bunun ve Gençlik Rehberi’nin bir an önce çıkmasını çok arzu ediyoruz.” diyen Özkurt, bu iki eserin, külliyatın sadeleştirilmesi çalışmasının ruhunu da en fazla yansıtacak kitaplar olduğunu düşünüyor. Şualar için ise okuyuculara biraz daha sabır tavsiye ediyor. KÜLTÜR-SANAT

14 Şubat 2014 Cuma

Aşk imiş ‘Her’ ne var ise âlemde

Beş dalda Oscar’a aday olan ‘Aşk / Her’, bir insan ile bilgisayar yazılımı bir ses arasındaki duygusal ilişkiyi konu alıyor. Alışılmışın dışında bir gelecek atmosferi çizen filmin aşk ve insana dair söyledikleri ise zayıf kalıyor.Türkçenin en çok iğdiş edilen kelimelerinden biri aşk. Özellikle son yıllarda aşkın suyunu çıkardılar! Çok satan ya da az satan kitapların yarıya yakınına isim seçilirken hep bu kelime kullanılır oldu. Hele bir de uyduruk terkipler ile manayı öldürenler var ki, Allah semtimizden uzak eylesin. Spike Jonze’nin yönettiği ve beş dalda Oscar’a aday olan ‘Her’ filminin ‘Aşk’ adıyla Türkiye’de gösterime girmesi bu furyadan sayılabilir mi, emin olmak zor. Zira, filmin göbeğinde tuhaf bir aşk hikâyesi var, diğer taraftan ticarî açıdan ‘yerinde’ bir kararla bugün gösterime giriyor. ‘Aşk’ filmi, bir insan ile bilgisayar yazılımı bir ses arasındaki duygusal ilişkiyi konu alıyor. Tanımadığı insanlara başkaları adına mektup yazarak hayatını kazanan Theodore, karısından boşanmak üzere olan tek başına yaşayan bir adamdır. Ara sıra yan komşuları Amy ve Charles ile ayaküstü konuşur, o kadar. Hayatındaki yalnızlığı gidermek için Samantha adlı bir bilgisayar yazılımı ile ‘tanışır’. Sezgisel ve duygusal özelliklere sahip gelişmiş bir işletim sistemi olan Samantha, sadece sesli iletişime geçtiği kalbi kırık Theodore’un ilgisini çeker. Ancak ikilinin sesli iletişimi geliştikçe olaylar farklı bir hal alır.BEN SENİ HİÇ SEVMEDİM KİSpike Jonze, dördüncü uzun metraj filmi ‘Aşk’ta, etkileyici bir gelecek atmosferi sunuyor. Filmin, aşk ve insan üzerine söylediklerinden ziyade oluşturduğu bilim-kurgu evreni daha dikkat çekici. Alışılageldiği üzere insanı ürküten bir atmosfer yerine hemen herkesin isteyebileceği, ‘beklenen’ bir gelecek çiziyor. Yazılım teknolojisi açısından bugünlerde arzu ettiğimiz bir gelecek çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla, sokakta yürürken gözünü ‘akıllı’ telefon ya da tabletten ayırmayan günümüz insanının içine düştüğü ‘tuhaf’ durum, yerini bu tür şeylerin göze batmadığı bir dünyaya bırakıyor. Hatta Theodore, kız arkadaşım diye bahsettiği Samantha’nın bir bilgisayar yazılımı olduğunu söyleyince komşuları “Tamam, onu da getir pikniğe” diyebiliyor. Esasen bu durum, nice bilim-kurgu filminde tasvir edilen distopik gelecekten daha ürkütücü. Ne var ki film, bu dünyayı sadece arka fon olarak kullanıp daha basit bir şeyin peşine düşüyor. Romantik komedi olmadığı halde, romantik komedi filmlerinin klişesine sığınıyor: “Aradığın aşk, yanı başında!” Bütün o ilgi çekici gelecek atmosferi, insanın içine düştüğü ‘yalnızlık sendromu’ ve iletişimsizlik vurgusu böylesine basit bir söyleme feda ediliyor. Oyunculuklar bahsinde, Oscar’a aday olan Joaquin Phoenix, hepi topu üç insan yüzü görünen filmin yükünü başarılı bir şekilde taşıyor. Ancak Matthew McConaughey ve Leonardo DiCaprio’nun performanslarının yanında pek şansı yok. Spike Jonze’nin senaryosu ise bu naif söylemiyle Akademi’nin gönlünü çelebilir. ‘Aşk’ın talihsizliği, ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’ filmiyle aynı hafta gösterime girmesi. İki filmin ‘modern zamanlarda aşk’ bahsinde söylediklerine bakınca sıklet farkı ortaya çıkıyor. ‘Aşk’, doğrudan doğruya teknolojiyi hedef alarak, onu gerçeklik sanrısı veren bir ‘düşman’ gibi gösteriyor. Kökü geçmişe uzanan, günümüzden bir ‘Adam & Eve’ öyküsü anlatan ‘Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’ ise teknolojiyle değil modern zamanlar ve o zamanın ‘çocuklarıyla’ problem yaşıyor. Başka bir deyişle, bütün naifliğine rağmen Theodore, Adam ve Eve’in acıyarak baktığı insanlardan biri! Esasında ‘Aşk’ın modern zamanlar ya da teknoloji ile bir derdi yok, sadece “Bakın gelecekteki halimiz bu; gelin birbirimizle iletişime geçelim” gibi hayli düz bir söylemin peşinde. Jarmusch ise bir şeyler söylemek için makinelerle donanmış bir geleceğe gitmeye gerek olmadığını, günümüzde durup şöyle bir etrafa bakmanın yeterli olacağını söylüyor. Hatta daha fazlasını: Eskiden âşık olmak bile insaniydi, şimdi ise insanla ilgili ne varsa hepsi yüzeysel! Daha karamsar fakat daha çarpıcı; üstelik ‘Aşk’ın peşinden koştuğu ‘gerçekliğe’ daha uygun.HAFTANIN FİLMLERİ

Kültür - Sanat Rehberi

İstanbul’da kitap bereketi devam ediyorFuar: CNR Kitap Fuarı, 1-9 Mart günleri arasında Yeşilköy CNR EXPO’da yapılacak. İlk defa düzenlenecek fuarın teması, medya ve çocuk. 250 marka ve 150’nin üzerinde yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla gerçekleştirilecek fuar, 20 bin metrekarelik alana yayılacak. İstanbul’un bu yeni kitap fuarı, Yeşilköy’de şehrin neredeyse kalbinde, metro, metrobüs, tramvay, Marmaray gibi ulaşım araçlarına yakın bir mevkide düzenleniyor. Öğrencilerin sosyal medya üzerinden katılacağı yarışmalarda çeşitli ödüller dağıtılacak. Fuara giriş ücretsiz olacak.***Teneke değilim ben! Sinema: 90’lı yılların gözde sinema kahramanı Robocop efsanesi geri döndü. Jose Padilha’nın yönettiği ve Joel Kinnaman, Gary Oldman, Michael Keaton’un oynadığı Robocop filmi, yeni bir hikâye ile bugün sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. 2028 yılında geçen maceranın ana karakterleri yine robotlar. Detroit’teki suç dalgasının önüne geçmeye çalışan polis Alex Murphy ağır yaralanınca, kısmen insan, kısmen robot bir makineye dönüştürülüyor.***Ege sahilinde öykü günleriFestival: İzmir Öykü Günleri’nin bu sene yedincisi düzenleniyor. Selahattin Akçiçek Eşrefpaşa Kültür Merkezi’ndeki açılışla başlayacak serinin ilk etkinlikleri klasik müzik dinletisi ve Murathan Mungan film gösteriminin yanı sıra Bora Abdo, Mehmet Anıl, Neslihan Önderoğlu ve Hasan Ali Toptaş okumaları. Edebiyatseverlerin yakından tanıdığı isimlerin söyleşileriyle devam edecek etkinlikler, pandomim gösterileriyle renklenecek. Program için: www.edebiyathaber.net***Osmanlı döneminde BalkanlarKonferans: Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından başlatılan sohbet programları Prof. Heath Lowry’nin sunumuyla devam ediyor. ‘Balkan Tarihi Konuşmaları’ başlıklı program serisinin konusu; Balkanlar’daki Osmanlı varlığı, İslamlaşma, şehirleşme, iskan ve toprak politikaları, siyasî ve sosyal yapı, iktisadî, idarî ve askerî düzenlemelerin yanı sıra kimlik ve dil meseleleri. Osmanlı Dönemi Balkanlar’ı üzerine çalışmaları bulunan Prof. Heath Lowry, Kuzey Yunanistan’ın Fethi örneği üzerinden Osmanlı döneminde Balkanlar’ın şekillenmesini anlatacak. Yer: Bilim ve Sanat Vakfı İstanbul Vefa, Tarih: 15 Şubat saat 16.00.***Göbekli Tepe, İstanbul’a geliyor Sergi: Şanlıurfa’da gün yüzüne çıkan Göbekli Tepe kalıntıları, arkeoloji dünyasının son dönemdeki büyük keşiflerinden biri olarak nitelendiriliyor. Göbekli Tepe’nin tanıtımı amacıyla düzenlenen fotoğraf sergisi, Şanlıurfa’dan sonra İstanbul’da da ziyaretçileriyle buluşacak. Tarihi 12 bin yıl öncesine uzanan ve 1995 yılında ilk defa keşfedilen ‘dünyanın en eski tapınağı’ Göbekli Tepe’de çıkarılan eserlerin seramiğe basılı fotoğraflarından oluşan sergi, 25 Şubat-10 Mart günleri arasında İstinyePark’ta ücretsiz gezilebilecek.

13 Şubat 2014 Perşembe

Dedektif gibi çalışıp Edirne Sarayı’nın çinilerini belgeledi

Gülbin Ünver Mesara başkanlığında çalışmalarına devam eden Süheyl Ünver Sanat Atölyesi’nin sanatçıları, yarın Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde bir buçuk yıllık çalışmalarını sergileyecek. Fakat serginin gizli bir kahramanı var. 1878’deki Rus istilasından sonra çil yavrusu gibi tüm dünyaya dağılan Edirne Sarayı’nın çinilerinin peşine düşen Azade Akar, yirmi küsur yıldır dedektif gibi çalışarak bu çinileri belgeliyor.Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver Sanat Atölyesi’nin sanatçıları, bir buçuk yıllık çini, kalemişi, Edirnekâri dallarına ait minyatürlü ve tezyini çalışmalarını yarın Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde açılacak “Edirne’de Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler” sergisinde sergileyecek. 28 Şubat’a kadar açık kalacak sergide Edirne’deki Selimiye, Üç Şerefeli ve Muradiye camileri, Sultan II. Beyazıd Camii ve Külliyesi ile Eski Cami’nin süslemeleri ve bunlara ait minyatürler yer alacak.Ayrıca Edirne’ye ait sivil mimari örnekleri, Edirne’ye özgü süsleme üslubu Edirnekâri ve Edirne mezar taşlarına ait zengin desen çalışmaları da sergilenecek eserler arasında. Bu vesileyle, şehre kültürel anlamda büyük hizmetleri bulunan Prof. Dr. Süheyl Ünver de vefatının 28. yılında yâd edilecek. Buraya kadar kurduğumuz bütün cümlelerden anlayacağınız gibi yeni bir geleneksel sanatlar sergisiyle karşı karşıyayız. Oysa Edirne Valiliği’nin katkılarıyla hazırlanan serginin, 1878’deki Rus istilasında yanan ve günümüze çok küçük bir bölümü kalan Osmanlı Devleti’nin en önemli ikinci sarayı, Edirne Sarayı’nı ilgilendiren bir öyküsü var. Tunca Nehri’nin batısına geniş bir araziye inşa edilen ve Fatih Sultan Mehmet devrinde tamamlanan Edirne Sarayı, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim devrinde çinilerle süsleniyor. Fakat bu çinilerin büyük bir kısmı yangından sonra çil yavrusu gibi dünyanın her yerine dağılıyor. Saray yanmıştır ama harem, mutfak ve hamamdakiler başta olmak üzere çinilerin kimi sağlam kimi perişan, çoğu kırık dökük halde kalmıştır. O yıllarda önce İngiliz sefiri, Sultan II. Abdülhamid’den yeni kurulan Victoria Müzesi için bu çinilerden hatıra almak için izin ister, sonra Almanlardan isteyenler olur. Memleketinin selameti için endişelenen ve bu nedenle herkesle iyi geçinme derdinde olan Sultan’dan izin çıkınca toplamda koca koca 105 sandık çinilerle doldurularak Avrupa’nın yolunu tutar. Fakat çiniler ne müzeye verilir, ne de kraliçeye hediye edilir. Avrupa’da başlayan oryantalizm modasının etkisiyle 1881’de piyasada müthiş bir çini pazarı oluşur ve türeyen antikacılar yüzünden yurtdışına kaçırılmaya başlayan çiniler de elden ele satılır. Bugün dünyaca ünlü British Museum, Victoria ve Albert ile Louvre gibi müzeler çini koleksiyonlarını, daha sonra şahsi koleksiyonlardan satın alarak oluşturur. Edirne Sarayı’nın çinilerini bulmak üzere 20 küsur yıldır Avrupa’dan Amerika’ya gitmediği ülke, Louvre’dan Victoria Albert’e, Lizbon’daki Gülbenkyan Müzesi’nden Rusya’daki Hermitage’a kadar gezmediği müze, girmediği depo kalmayan, Süheyl Ünver’in 25 yıl asistanlığını yapan ve hocasıyla yaptığı gezilerden 25 defter biriktiren Azade Akar, bu hikâyenin, dolayısıyla yarın açılacak serginin başkahramanı. Çünkü sergide, atölye sanatçıları, artık mevcut olmayan Edirne Sarayı’nın çinilerini Akar’ın yapboz parçaları gibi oradan buradan toplayıp bir araya getirdiği arşivi sayesinde orijinaline yakın canlandırdılar. Akar, “Ta Kanada’da buldum bazı çinileri. Bir kısmına Eyüp Sultan’da rast geldim. Arkadaşlarımız o çinileri yeniden çalıştı. Şimdilik16. yüzyıl çinilerine sergide yer verdik.” diyor.1960 ve 1970’li yıllarda Tercüman gazetesinde sanat yazıları yazan ve artık Frankfurt’ta yaşayan Akar, sergi için hazırlanan “Edirne Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler ve Edirne Sarayı İznik Çinileri” adlı kitapta çinilerin eski ve yeni hallerini yan yana koyarak karşılaştırıyor ve bulunma hikâyelerini anlatıyor. Eserler arasında ayrıca Şermin Ciddi’nin hazırladığı Edirne Sarayı’nın ilk hali ve yangın anının minyatürü dikkat çekici.‘Rusya’daki çinili ocağı çok zor fotoğrafladım’Azade Akar: “En önemlisi de Rusya’daki ocağın resimlerini getirdik buraya. 17. yüzyılda Osmanlı sarayında dört metre boyunda ocaklar var. Ruslar 1829’daki ilk işgalde Edirne Sarayı’nda üç ay kalıyor, giderken çinilerle süslenmiş bu ocakları söküp götürüyorlar. Ocaklardan biri Rusya’daki Hermitage Müzesi’nde teşhirde. Yalnız Ruslar ne fotoğraf çektiriyor, ne de detaylı bir şekilde müzeyi gezmeye izin veriyorlar. 2004 yılında yanıma Rusya’dan bir sanat tarihçisi alarak müzedeki o ocakları fotoğraflamayı başardım ama az kalsın çektiklerime el koyacaklardı. Sanatçı arkadaşlarımız bir buçuk metre boyunda ocağın minyatürünü de yaptılar. ”

12 Şubat 2014 Çarşamba

Göçmenlik, bütün dünyanın sorunu

Rachid Bouchareb, ABD-Meksika sınırında çektiği yeni filmi ‘Şehirde İki Adam / Two Men in Town’ ile Berlin’de Altın Ayı için yarışıyor. Cezayir asıllı Fransız yönetmen, göçmenliğin bütün dünyada yaşanan bir sorun olduğunu ve Müslümanları da etkilediğini söylüyor.Cezayir asıllı Fransız yönetmen Rachid Bouchareb (Raşid Buşareb), bu yıl dördüncü kez Berlin Film Festivali'nde. 2009'da ‘Londra Nehri / London River' ile Ekümenik Jüri Ödülü kazanan yönetmen, yeni filmi ‘Şehirde İki Adam / Two Men in Town' ile Altın Ayı için yarışıyor. Bouchareb'in ABD-Meksika sınırında çektiği filmde Oscar ödüllü Forest Whitaker, Harvey Keitel, Ellen Burstyn, Luis Guzman ve Brenda Blethyn rol alıyor. Cinayetten tutuklanan ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılan William Garnett (Forest Whitaker), 18 yıl sonra şartlı tahliyeden yararlanarak hapisten çıkar. Hapiste Müslüman olan, içindeki şiddet duygusu ve öfke ile mücadele eden Garnett, ‘iyi halden' dolayı şartlı tahliyeye kavuşur, ancak ‘normal hayata' ayak uydurması o kadar kolay değildir. Bir taraftan, yıllar önce çocuğunu öldürdüğü kasabanın şerifi, diğer taraftan da eski ‘karanlık' dostları onu rahat bırakmaz. 55 yaşındaki Rachid Bouchareb, Cezayir göçmeni bir ailenin Fransa'da doğup büyümüş bir çocuğu. Dolayısıyla Fransız televizyonuna çektiği ilk filmlerinden bu yana göçmenlerin ve Müslümanların yaşadığı sorunlar bir şekilde filmlerine sızıyor. Öyle ki, 2. Dünya Savaşı'nda Fransa için savaşan Cezayir asıllı askerlerin öyküsünü anlattığı 2006 yapımı ‘İsimsiz Kahramanlar / Days of Glory', Fransa'da küçük çaplı bir sansasyona sebep olmuş, ataları Fransa için savaşıp kahramanlık madalyası alan göçmenlerin günümüzde 3. sınıf vatandaş olarak dışlanması ciddi tartışmaları beraberinde getirmişti. Son filmi ‘Şehirdeki Adam'ın Berlinale'deki gösteriminden sonra Rachid Bouchareb ile bir araya geldik. “Yıllar sonra hapisten çıkan bir insanın hayata alışması ve içindeki suçluluk duygusuyla mücadelesini nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Bir taraftan da Amerika'da geçen politik bir film yapmak istiyordum.” sözleriyle filmin ortaya çıkış öyküsünü anlatan yönetmen, Forest Whitaker ile tanıştıktan sonra filmi çekmeye karar vermiş. Ancak “Elimizde hikâye yoktu” diyen Bouchareb, Alain Dellon'un başrolü oynadığı, Jose Giovanni imzalı 1973 yapımı ‘Two Men in Town' filminin kafasındaki hikâyeye uygun olduğunu fark ederek onu uyarlamaya karar verir. Kendi filminin farklılığını ise esprili bir yaklaşımla anlatıyor: “Tabii ki o filmde Alain Delon Müslüman olmuyordu!” Orijinal filmden esinlendiğini ancak onu bir kenara bırakarak tamamen yeni ve farklı bir öykü yazdığını söylüyor Bouchareb, “Yeni hikâyede Amerika'da İslam'ın yaşadığı sorunlarla ilgili olarak İslam'ı seçen bir Amerikalıyı merkeze aldım ve göçmenlik sorunlarıyla ilgilendim. Dolayısıyla farklı bileşenler dâhil oldu hikâyemize.” dedi.GÖÇMENLİK, ENTEGRASYONU ZORLAŞTIRIYORBouchareb, İslam'ın ABD'de ve Fransa'daki yansımaları ve karşılaştığı sorunlar üzerine politik cevaplar vermek yerine iki noktaya vurgu yaptı: Medyanın rolü ve göçmenlik. Fransa ve ABD'nin farklı ülkeler olduğu için sorunların da farklı olacağını söyleyen yönetmen, Fransa'daki Kuzey Afrika göçmenlerine dikkat çekti: “Fransa genelinde 5 milyon Müslüman yaşıyor. Avrupa'nın başka ülkelerinde de Müslüman nüfus var. Fransa'da Müslüman topluluğun medyada gündeme gelmesi ve oralarda yer alması gayet normal. Ancak Amerika'ya her gittiğimde Müslümanlar medyada çok kötü bir şekilde yer alıyor.” Son filmi de dâhil olmak üzere filmlerinde genellikle dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanan ‘Müslüman' karakterlerin öyküsünü ele alan Bouchareb, Müslümanların Batı dünyasına uyum konusunda göçmenliğin önemli bir sorun olduğunu düşünüyor. Bu uyum sorununun sadece Fransa'da değil, Avrupa'nın diğer ülkelerinde ve Amerika'da da olduğunu vurgulayan yönetmen esas problemin Müslümanların uyumundan ziyade göçmenlikle ilgili olduğunu söylüyor: “Ben Fransa'da doğdum ama biliyorsunuz ailem Cezayir göçmeni. Benim gibi, ailesi göçmen olan çocuklarla birlikte büyüdüm. İçlerinde İtalyan ve Portekiz göçmenleri de bulunuyordu. Çocuklar olarak aramızda çok iyi bir uyum vardı. Aslında Kuzey Afrikalıların göçmenlik sorunu dinî sorunlarının daha önünde. Göçmenlik daha önemli bir sorun.” Peki çözümü nedir bunun sorusuna ise “Tek dünya tek millet!” cevabını vererek gülümsüyor.

11 Şubat 2014 Salı

Şevket Dağ’ın 40 eseri müzayedeye çıkıyor

Türk resminin önemli isimlerinden Şevket Dağ'a ait 40 eser ile Ayasofya Müzesi'nin restorasyonunu gerçekleştiren Gaspare Fossati'ye ait Ayasofya konulu 7 suluboya eser 1 Mart'ta Artı Mezat'ta satışa çıkıyor.Son Osmanlı halifesi II. Abdül-mecid'in en yakın dostu olan, yurtdışında “Türk Ressam” lakabıyla bilinen Şevket Dağ'ın (1876-1944) interiyör (ev içi), natürmort, peyzaj konulu yağlıboya 40 eseri Teşvikiye'deki Artı Mezat Sanat Galerisi'nde 1 Mart'ta düzenlenecek müzayede ile satışa çıkıyor. Artı Mezat'ın sahibi Jale Tantekin yönetiminde saat 15.00'te yapılacak müzayedede, sanatçının eserlerinin yanı sıra resim çalışmaları sırasında kullandığı palet, fırça ve boyalarından oluşan şahsi eşyaları da yer alacak. Ressam Sırrı Eldem'e ait böyle bir koleksiyonun ilk kez gün yüzüne çıktığını ve yine ilk kez bu kadar çok Şevket Dağ eserinin bir arada olmasının önemli olduğunu belirten Artı Mezat Sanat Galerisi sahibi Jale Tantekin, “Şevket Dağ'ın bu özel çalışmalarının ilgi görmesini bekliyoruz. Türk resminin önemli isimlerinden biri Dağ, 50 yılı aşan sanat hayatında cami tabloları ile ünlendi.” dedi. Müzayedede ayrıca Sırrı Eldem'in Şevket Dağ hakkında 1945 yılında yazdığı, ancak maddi imkânsızlıklar sebebiyle yayınlanamamış biyografik eser de orijinal haliyle ve yayın hakkıyla satılacak. Sanay-i Nefise Mektebi'ni (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) 1897 yılında birincilikle bitiren Şevket Dağ, Türk resim sanatında asker ressamlar kuşağının yetiştirdiği ilk sivil ressamlarımız arasında yer alıyor. 1919 yılında arkadaşları İbrahim Çallı ve Hikmet Onat'la birlikte Türk Ressamlar Cemiyeti'ni kuran Dağ, Mahmudiye Rüştiyesi, Vefa, Galata, Nişantaşı ve Galatasaray Liseleri'nde resim öğretmenliği yaptı. Ünlü ressam Fikret Mualla'nın da hocası. Yurtdışında “Türk Ressamı” olarak bilinen Dağ'ın en ünlü resimlerinden biri, Japon Büyükelçisi tarafından satın alınarak Tokyo Müzesi'ne gönderilmişti. Ayrıca ressam, 1909'da Münih Sergisi'nde altın madalya kazanmış ve Paris'te “Salon des Artistes Français”de üç tablosu sergilenmişti. Şevket Dağ'ın “Ayasofya” isimli bir çalışması, daha önce 2 milyon 150 bin liralıya alıcı bulmuştu.Ayasofya'nın restoratörü Fossati'nin tablolarıMüzayedede, yine özel bir koleksiyonda bulunan önemli bir seri de satılacak. Ayasofya Müzesi'nin restorasyonunu yapan İtalyan mimar Gaspare Fossati'ye (1809-1893) ait Ayasofya konulu 7 adet suluboya eser satışa sunulacak. Ayrıca, saray ressamı Fausto Zonaro, Brindesi, Thomas Allom gibi ünlü oryantalist ressamlardan İstanbul peyzajları, Türk resminin duayenlerinden İbrahim Çallı'dan peyzaj ve natürmort konulu yağlıboya eseri ve Hikmet Onat'ın çok nadir olarak resmettiği 40x60 cm ölçülerindeki yağlıboya “natürmort”u da müzayedede yer alacak. Eserler müzayede öncesi Teşvikiye'de Artı Mezat Sanat Galerisi'nde ve www.artimezat.com.tr adresinde görülebilir. (0212) 233 70 37)

10 Şubat 2014 Pazartesi

Avrupa ve Osmanlı saraylarında icra edilen besteler

Avrupa ve Osmanlı saraylarında aynı dönemlerde icra edilen müzikler bir albümde toplandı. “16. Yüzyıldan 18. Yüzyılın İlk Yarısına Avrupa ve Osmanlı Saray Müzikleri” albümü Fransa Kralı 14. Louis'nin uyuması için yazılan triolar ile başlayıp, iyi bir şair ve besteci olan Kırım hanı Gazi Giray'ın mahur peşrevi ile devam ediyor.Kırım hanı Gazi Giray Han'ın (1554-1607), başarılı bir devlet adamı olmasının yanı sıra iyi bir şair, hattat ve besteci olduğu biliniyor. Döneminde sanatçıları, bilginleri korumuş, saz eserleri bestelemiş. Peşrevleri, saz semaileri bugün hâlâ çalınıyor. Hüzzam ve mahur peşrevi ile saz semaisi, bayatîaraban peşrevi, şedaraban saz semaisi klasik repertuarının en güzel saz eserleri arasında yer alıyor. Sultan IV. Mehmed döneminin klasik Türk müziği ustalarından Hafız Post (1630-1694) ve Itri, “Uyan ey gözlerim gafletten uyan” eserini besteleyen Ali Ufki Bey (1610-1685), 18. yy'da yaşamış enderûnlu besteciler Tanburi Mustafa Çavuş, eserleriyle Osmanlı'da saraylarında iltifat görmüş isimler… Aynı dönemde Jean Baptiste Lully, Fransa Kralı 14. Louis'nin uyuması için triolar yazmış, İtalyan Marc Antonio Costi, Avusturya İmparatoru I. Ferdinand'ın sarayında müzik direktörlüğü yapmış Barok dönem opera müziği bestecisi. Orontea adlı eseri 17. yüzyılın en popüler operalarından biri olmuş. Bahsedilen tüm eserlerin ortak bir özelliği var: Hepsi, 16. yüzyıldan 18. yüzyılın ilk yarısındaki dönemde Avrupa ve Osmanlı sarayları için bestelenmiş, sultanlar, kralları için icra edilmiş Barok dönemi eserler… 2008 yılında kurulan İzmir Barok Grubu (üstte) 2013'ün Kasım ayında Lila Müzik'ten çıkan ilk albümlerinde Avrupa ve Osmanlı saraylarında aynı dönemde icra edilen besteleri bir araya getirdi. “16. Yüzyıldan, 18. Yüzyılın İlk Yarısına Avrupa ve Osmanlı Saray Müzikleri” albümünde, LulIy, Gazi Giray Han, Claudio Monteverdi, Ali Ufki Bey, Claude Gervaise, Marc Antonio Cetsi, Dimitrie Cantemir, Arcangelo Corelli, Henry Purcell, Itri, G. F. Handel, Hafız Post, D. Scarletti, Derviş Frenk, Mustafa ve Tanburi Mustafa Çavuş'un 23 eseri yer alıyor. Albüm, Fransa Kralı'na yazılan dört trio ile başlayıp Gazi Giray Han'ın mahur peşrevi ile devam ediyor. Claudio Monteverdi'nin “Eğer Acı Çekmek Tatlıysa” operasını Ali Ufki Bey'in “Sen Oynadıkça Kademi” raksiyyesi takip ediyor. Dimitri Cantemir'in buselik peşrevine, Itri'nin buselik bestesine Alman aryaları ve Lully'nin Osmanlı Heyetini Karşılama Marşı eşlik ediyor. İzmir Devlet Opera ve Balesi üyelerinden kontrbas sanatçısı Bülent Oral ile keman sanatçısı Hakan Özaytekin’in kurduğu İzmir Barok, Oral'ın kontrbassın yanında viola da gamba (perdeli yaylı bir enstrüman) öğrenmesiyle, uzun süre hayal ettiği orijinal çalgılarla barok müzik yapan bir grup olmuş ve bugüne kadar yurtiçi ve dışında konserler vermiş. Grup, London Baroque grubunun kurucusu Charles Medlam'ın Barok dönem Osmanlı bestecilerini inceleme önerisiyle bu kez Osmanlı müziğinin derinliklerine dalmış ve Türk müziği icra eden sanatçıları da gruba dahil etmiş. Albümdeki 23 eseri, Linet Şaul (soprano), Sinem Özdemir (mezzo soprano), Bülent Oral (viola da gamba), Hakan Özaytekin (barok keman), Atilla Oral (barok flüt), Erica Fossi (çembalo), Şehvar Beşiroğlu (kanun–çeng), Mehmet Refik Kaya (rebab) ve Hüseyin Tuncel (vurmalı çalgılar) dönemin orijinal enstürmanlarıyla ve tarzıyla icra ediyorlar. İzmir Barok, yurtdışındaki barok festivallerinde ve ülkemizdeki konserlerinde repertuarları beğenilince bu eserleri bir CD'de toplamaya karar veriyor. İTÜ Müzik İleri Araştırmaları Merkezi'nde (MİAM) kaydedilen albüme bir de kitapçık eşlik ediyor. Kitapçığın ‘Avrupa Saraylarında Müzik' bölümünü Aydın Büke, ‘Osmanlı Sarayında Müzik' bölümünü ise Şehvar Beşiroğlu ve Sinem Özdemir kaleme almış.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Gölpınarlı kitaplığı canlanıyor

Uzun süren bir unutuştan sonra Abdülbaki Gölpınarlı’nın eserleri yeniden yayımlanıyor. Ahmet Güner Sayar’ın kaleme aldığı biyografi ile bir kez daha ilgi alanımıza giren Gölpınarlı’nın divan ve halk edebiyatının ustalarını anlattığı kitapları, Kapı Yayınları tarafından cep boyutunda yeni bir tasarımla yayımlandı.Divan şiirine ilgi duymanın, yeni bir bakışla yorumlamanın nasıl bir kazanç olduğunu, gelenekten beslenen edebiyatın bugünkü izdüşümünü, tasavvuf tarihini, edebiyatını merak edenler kuşkusuz onun adını duymuş, muhtemelen eserlerinden birkaçını merak edip hiç değilse karıştırmıştır. Ben onunla sonradan işime yarayacak “100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar” kitabıyla tanışmıştım. Malum bu tür ‘ansiklopedik’ kitaplar bizde hem azdır hem de basit bir rehber niteliğinde hazırlanmış olup genellikle yetersiz kalır. Bu kitap vesilesiyle diğer eserlerini ve hayatını merak ettiğimde karşıma çıkan, babadan Mevlevi ancak tasavvufu bir yaşam biçimi olarak benimsemekten ziyade düşünsel anlamda araştıran, kimilerine göre aksi ve huysuz, kimilerine göre de yeniliklerin peşinde koşan ‘artist ruhlu’ bir ihtiyardı. Onu döneminde tartışmaların odağında tutan “Divan Edebiyatı Beyanındadır” adlı kitabı, divan edebiyatının İran edebiyatının kötü bir taklidi olduğunu söylüyordu. Bugünlerde Kapı Yayınları’nın isabetli bir tercihle ‘cep kitapları’ formatında hazırladığı ‘Abdülbaki Gölpınarlı Kitaplığı’ serisinde yazarın çalışmalarını anlatırken bu tartışmaya da değinilmiş; ona göre divan edebiyatı toplumun sorunlarıyla ilgilenmiyor, insanları uyuşukluk ve tembelliğe iterek hayalcilik ve kadere boyun eğmeye özendiriyordu. Sonradan divan şiirine daha yumuşak bir tutumla yaklaşarak Fuzuli Divanı (1948), Nedim Divanı’nı (1958) yayına hazırlamış. Hakkında yazılanlardan anlaşılan o ki öğrenmeye, araştırmaya, yeniyi kavramaya düşkün olan Gölpınarlı, kendini keşfetmekten de hoşlanıyor: “Çalmadığım kapı kalmadı. Önce Bektaşi oldum, başka başka kapıları çaldım; icazetler, hilafeler bile aldım. Hatta dinsiz bile oldum bir ara ama bunları iyi ki yapmışım, yoksa bugünkü halime gelemezdim.” diyor. Peki o gerçekte kimdi ve üzerinde çalıştığı o yoğun içerikli eserleri nasıl hazırlıyordu? Hakikaten merak ettiğim bu sorunun cevabı Ahmet Güner Sayar’ın yayına hazırladığı (Ötüken Neşriyat) ‘Abdülbaki Gölpınarlı’ biyografisinde. Kitap, Gölpınarlı’nın özel hayatına ve mizacına ilişkin ilginç tespit, gözlem ve fotoğrafları içeriyor. Sadece Gölpınarlı’yı değil, bir dönemi anlatıyor. A. Güner Sayar, 1967 yılında Beyazıt Sahaflar Çarşısı’ndan çıkan beyaz sakallı, saçları omuzlarına dökülmüş yaşlı adamın Gölpınarlı olduğunu öğrenir öğrenmez yanına koşup kendini tanıttıktan sonra, “Efendim dedem; sizin için Baki Bey bir aynadır, ancak tozlu bir ayna. Silmek gerek demiş” deyince, “Sen bana gel” cevabını almış. Doğrusu ‘ona gidebilenlerden’ biri olmayı isterdim. Anlatılardan ve biyografisinden onun sadece sıradan bir bilim insanı olmadığı belli çünkü. Evinde tercüme yaparken misafirleriyle sohbet edebilen, kütüphanede bir elyazması üzerinde çalışırken etrafına laf yetiştiren, yoğun günlük hayatının içinde disiplinden kopmayan, tespitleri, dikenli kelimeleriyle, eğlenceli hikâyeleriyle etrafındakileri epey kızdırabilen bu sıra dışı ‘huysuzu’ tanımak isterdim çünkü. Vaktiyle uzun Boğaz yürüyüşleri sırasında, eski bir dostun sevdiği divan şairlerinden bahsedişini, hatırında kalan gazelleri sayıklar gibi mırıldanışını hatırlıyorum da, yıllar sonra divan edebiyatının çarpıcı örneklerini çantamıza, cebimize atıp birbirimize okuyabileceğimiz aklıma gelmezdi doğrusu. Kapı Yayınları’nın, bugün divan edebiyatını, Alevi-Bektaşi edebiyatını biraz eskimiş, ağdalı hatta lüzumsuz bulan yeni kuşağın bile ilgi duyabileceği nitelikte cep kitapları hazırlaması ve bu çalışmaların Gölpınarlı’ya ait olması beni heyecanlandırdı. Şeyh Galip’in, Hafız’ın, Nail-i Kadim’in, Kaygusuz Abdal’ın, Pir Sultan Abdal’ın hayat hikâyelerini, yaşadıkları olayların şiirlerine yansımalarını günümüz Türkçesine aktarmak, devrin önemli hadiselerini; gazelleri, kasideleri, derli toplu, pratik ve şık bir sunumla okura ulaştırmış olmak umarım hakiki karşılığını bulur. Kitaplarının çoğu hâlâ ilk olma özelliğini koruyan kıymetli bilim insanının, bu vesileyle ‘hayata dönmesi’, sadece divan edebiyatı meraklıları değil, onun diğer çalışmalarını merak edenler için de iyi haber. Gölpınarlı’nın Mevlevilik, Melamilik, Alevilik, Halk Edebiyatı, Mezhepler ve Tarikatlar başlıkları altındaki eserlerinin yakın gelecekte tekrar gün ışığına çıkma ihtimali bile bu coğrafyanın kültür ve din tarihine ilgi duyanları sevindirecektir.