19 Nisan 2014 Cumartesi

Anlatmak için yaşadı

Dünya edebiyatının en büyük ustalarından, Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez, önceki gün 87 yaşında hayata veda etti. Anılarında anlatmak için yaşadığını söyleyen Gabo, ardında bir Nobel ödülü, büyük bir külliyat ve yas tutan her milletten, her yaştan okurlar bıraktı.“İyi bir hikâye anlatmak en büyük tutkum.” demişti Gabriel García Márquez bir söyleşisinde. Uzun ve verimli edebi kariyerine pek çok iyi hikâye sığdırdı, “sevilmek için” yazdığını söyledi. Tam da öyle, “yüzyılın en iyi yazarıydı”, “en sevdiğim yazardı” cümleleriyle uğurlanıyor birçok dilde.Gabriel García Márquez 87 yaşındaydı. 1999’dan beri kanserle mücadele ediyordu. Ardında, hep sevgiyle andığı eşi ve edebi kariyerinin en büyük destekçisi Mercedes Barcha Pardo’yu, oğulları Rodrigo ve Gonzalo’yu, büyük bir külliyatı ve yas tutan her milletten ve her yaştan okurları bıraktı. Márquez, 1947’de ilk öyküsü El Espectador’da yayımlandığında 20 yaşındaydı. Ülkesi Kolombiya, yüz binlerce insanın öldüğü bir şiddet sarmalından, La Violencia adıyla bilinen bir dönemden geçmiş, bu süreç ülkenin özellikle kırsal kesimlerini kan gölüne çevirmiş, yoksulluk ve kaos içinde bırakmıştı. Gabo ya da doğup büyüdüğü Kolombiya kırsalında anılan adıyla Gabito, neredeyse 70 yıllık edebi kariyeri boyunca ülkesini sarsan bu dönemin ve daha sonra yaşanan, bitmek bilmeyen iç savaşın, gerilla çatışmalarının, uyuşturucu kartellerinin gölgesindeki toplumsal, siyasi buhranların hikâyesini anlattı. Ama anlattığı, yerel göndermelerle örülü olsa da sadece Kolombiya’nın değil, kendi deyişiyle en önemli temasının, “yalnızlığın” da hikâyesiydi. Márquez fiziksel yalnızlıktan çok psikolojik yalnızlığı, gücün yalnızlığını, durmadan her insanda yeniden tekrarlanan bir yalnızlık döngüsünü betimledi. Hiç şüphesiz yazara duyulan hayranlığın en önemli nedenlerinden biri, 1967’de yayımladığı başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık’tı. Onu sadece Latin Amerika’nın değil, dünya edebiyatının da ustası yaptı bu roman, çevrildiği otuzdan fazla dilde okur bularak. Latin Amerikan edebiyatı patlamasını ya da bilinen adıyla “boom”u da temsil eden roman oldu Yüzyıllık Yalnızlık. Márquez en çok bu romanıyla büyülü gerçekçiliğin ustası olarak anılsa da, o büyülü görülen gerçeklik aslında ülkesinin kendi gerçeğiydi. Bunu 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken ve birçok söyleşisinde dile getirdi. Gabo’ya göre, hikâyelerini geliştirmek için pek az düş gücüne gereksinim vardı.Márquez, William Faulkner’dan Ernest Hemingway’e, Jorge Luis Borges’ten James Joyce’a dünya edebiyatının en önemli yazarlarını okumuş, onlardan ilham almış ama kendi deyişiyle kimseyi taklit etmemek için büyük özen göstermişti. Eserlerine tarihin ve geçmişe duyduğu derin özlemin gölgesinin düştüğünü hep belirtti. En önemli kaynağı kişisel deneyimleriydi. 1975’te yazdığı “Başkan Babamızın Sonbaharı” ve “Labirentindeki General” dünya edebiyatının en önemli siyasi romanlarından ikisi olarak değerlendirildi. Márquez, yaşamı boyunca, kimi zaman bu özelliğiyle eleştirilse de siyasi güce hep yakın olmuştu. En yakın dostu Küba lideri Fidel Castro’yu tüm eleştirilere ve kendi düşünceleriyle yer yer çelişmek pahasına yalnız bırakmadı. Gabo’nun siyasi duruşu kimliğinin ayrılmaz bir parçası oldu, bundan her zaman hoşnut olmasa da, dünya liderlerinden seçtiği dostları ve sol eğilimli duruşu bu kimliği kaçınılmaz kıldı.GAZETECİLİĞE DÜŞKÜNDÜYaşamının büyük bölümünde sürdürdüğü ve bazı söyleşilerinde asıl mesleği olarak nitelediği gazetecilik de siyasi kimliğini öne çıkaran unsurlardandı. Gabo, Latin Amerika’da “periodismo militante” denilen sol siyasi gazeteciliğinin öncülerindendi ve gazetecilik kurumunun Latin Amerika’da gelişmesinde önemli rol oynadı. Öyle ki, Nobel ödülünden kazandığı parayı bir gazete satın almak için kullanacak kadar düşkündü gazetecilik mesleğine. Gazeteciliğinin kurguya etkisi olduğunu, ona çalışma disiplini verdiğini söylüyordu. Aynı zamanda, köşe yazıları ve araştırmacı gazetecilik türünde, “yeni gazetecilik” akımına yakın bir türde yazdığı Bir Kaçırılma Öyküsü gibi kurgu dışı kitaplar da yayımladı.Gabo, 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almadan bir yıl önce, ülkesindeki siyasi karışıklık nedeniyle Meksika’dan siyasi sığınma istemişti. Ülkesinden ayrıldıktan sonra ona pek çok ülke kucak açtı. Márquez vaktini Mexico City, Paris ve Barcelona arasında böldü, bu şehirlerde birbirine benzer şekilde bembeyaz döşediği evlerde yazmaya devam etti.Gabo, özenle seçtiği bu kelimelerle örülü pek çok hikâye bıraktı bize, kendisinin de arzu ettiği gibi, o hikâyelerle sevildi ve ölümsüzleşti. Yazarın kendisi olmasa da, Buendía ailesi, Santiago Nasar, Kolera Günlerinde Aşk’ın unutulmaz kahramanları Fermina Daza ve Florentino Ariza, Albay’a Mektup Yok’un isimsiz kahramanları bize çevireceğimiz bir sayfa kadar yakın. O nedenle bugün Gabo’yu anmanın en iyi yolu hikâyelerinden birine dönmek ya da ‘evim müziğimin olduğu yerdir’ diyen yazarın o çok sevdiği vallenatolardan birini dinleyerek edebi kariyeri boyunca hep yeniden tanımladığı, gösterdiği, yaşattığı ve “anlatmak için yaşadığı” o görkemli insanlık haline, yüzyıllık yalnızlığa çekilmek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder