30 Nisan 2014 Çarşamba

Arturo Ui’nin önlenemez yükselişi!

Bu yıl 18. si verilen Afife Jale Tiyatro Ödülleri, önceki akşam sahiplerini buldu. Tiyatroadam'ın sahnelediği “Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı” yedi dalda aday olduğu ödüllerden dördünü alarak geceye damgasını vurdu. ‘En iyi erkek oyuncu' seçilen Tardu Flordun'un jüriye yaptığı cesur eleştiri de ses getirdi.Eda Üçer, Nalan Kaya İstanbul-18. Yapı Kredi Afife Jale Tiyatro Ödülleri, önceki akşam Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen törenle sahiplerine verildi. Geceye, Tiyatroadam’ın sahnelediği Alman yazar Bertolt Brecht’in 71 yıl önce yazdığı “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” oyunu damgasını vurdu. Oyun, Afife Jale Ödülleri’ne yedi dalda aday gösterilmişti. En iyi oyun, en iyi yönetmen, en iyi sahne müziği ve en iyi sahne tasarımı olmak üzere dördünü almayı başardı. Ancak, en iyi erkek oyuncu ödülü alan Tardu Flordun’un ile Yapı Kredi İcra Kurulu Başkanı Salih Başağa’nın birkaç gün önce Afife Jale Ödülleri’ni protesto etmek amacıyla basın açıklaması yapan; aralarında Ali Poyrazoğlu, Behzat Uygur, Nilgün Belgün, Levent Özdilek’in de bulunduğu oyunculara verdikleri cevap önemliydi. Ödül alan bir oyuncu olarak, Afife Jale jürisini eleştiren Flordun’un açıklamaları da konuşulacak türden.Salih Başağa, Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nden “Komedi” dalının çıkarılmasına yönelik tepkilere şöyle cevap verdi: “Komedi kaldırılmamış, değerlendirme dışı bırakılmamıştır. Yapılan “Komedi/müzikal” olarak aynı kategori altında sınıflandırılan oyunların şimdi diğer oyunlarla bir arada değerlendirilmeye alınmasıdır.”Başağa, her yıl Afife Jale Ödülleri’nin adayları açıklandıktan sonra ortalığın karıştığını söyledi ve eylül ayından beri oyun izleyen jürinin oylama sistemi hakkında bilgi verdi. 33 kişilik Afife Jale Tiyatro Ödülleri jürisinde 3 dramaturg, farklı üniversite ve güzel sanatlar merkezlerinde görev yapan 11 tiyatro eğitmeni, 14 tiyatro oyuncusu ve kariyer sahibi 6 tiyatrosever bulunuyor. Jüri üyeleri bu sezon 208 oyun izleyip 11 ayrı kategoride 2 bin 836 adayı tek tek değerlendirmiş, sonuçta da 17.176 kez oylama yapılmış. Oylar ise yeni geliştirilen şeffaf oylama sistemine göre verilmiş.Salih Başağa’nın jürinin şeffaf çalışmasıyla ilgili yaptığı bu açıklamalar üzerine Tardu Flordun’un, “Afife Jale ödülleri ile ilgili birkaç gündür konuşulan şaibeli durumlar var. Aslında şaibeler Türkiye’nin her yerini kapladı, sadece tiyatro ile ilgili değil… Jüri arasında aday olan oyunların ya yönetmeni ya başrol oyuncusu bulunuyor. Bunu kabul edelim. Bizim tiyatrodan (Oyun Atölyesi) jüride herhangi bir insan yoktu. Ama birkaç tiyatrodan vardı, evet olabilir. Ama o zaman bu tartışmalara ve eleştirilere sebep oluyor. Bu kadar parlak bir ödülün bir hafta, on gündür basından izlediğim kadarıyla kirlendiğini düşünüyorum. Jüriyi bundan sonra buna dikkat etmeye davet ediyorum.” şeklindeki eleştirisi oldukça cesurdu. Flordun ayrıca, “Bazı tiyatrocular, ‘Benim oyunumu izlemediler’ diye ödülleri eleştirdiler. Tamam, sen müthiş bir tiyatrocusun, tiyatroya 50 sene hizmet verdin ama bu seneki oyunun da olmamış be abi, bunu da bir kabul edelim. Yani her sene ‘sen harikasın’ filan mı diyeceğiz?” diyerek bu kez de jüriyi yüceltti.42 yaşında ödül almanın heyecanını yaşayan Flordun, kürsüden indikten sonra ise sunucu Korhan Abay’ın, “Tardu, her yerde şaibeler var, dedi. Olabilir ama bizim tapelerimiz yok. Paralel gücümüz de yok.” diyerek yaptığı yorum, siyasi ortama dokundurmaya niyet eden bir açıklama olsa da Afife Jale Ödülleri hakkında çıkan “şaibe” dedikodularını ve eleştirileri onaylayıcı bir tavırdı.“Suya sabuna dokunan oyunları tercih ediyoruz”Ödüller açıklanmadan önce görüştüğümüz, Tiyatroadam’ın kurucularından ve oyuncularından Fatih Koyunoğlu ile Aşkın Şenol, başarılarını oyunun güncelliğini korumasına ve aralarında üslup birliği oluşturup iyi oyun çıkarmalarına bağlıyor ve eleştirilere şöyle cevap veriyorlar: “Keşke bizi demode bir oyun oynamakla eleştirselerdi, 70 yıllık bir oyunu aldınız, neden daha yeni bir oyun yapmıyorsunuz, deselerdi bunu tercih ederdik. Arturo Ui’ye çok emek verildi. Ödüllere aday olmak bile bizi onore etti. Bu toprakların insanlarına ve meselelerine, suya sabuna dokunan oyunlar sahnelemeyi tercih ediyoruz.”Yılın En Başarılı Işık Tasarımı: Cem Yılmazer-Savaş-Tiyatro Pürtelaş Yılın En Başarılı Sahne Müziği: Oktay Köseoğlu-Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı Yılın En Başarılı Giysi Tasarımı: Tomris Kuzu-Huysuz-Asya Prodüksiyon Tiyatrosu Yılın En Başarılı Sahne Tasarımı: Barış Dinçel-Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı Yılın En Başarılı Genç Kuşak Sanatçısı: Ecem Uzun-Savaş-Tiyatro Pürtelaş Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Defne Halman-Katil Joe-Tiyatro İn Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Taner Ölmez-Katil Joe-Tiyatro İn Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu: Zerrin Tekindor-Kim Korkar Hain Kurttan-Oyun Atölyesi Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu: Tardu Flordun-Kim Korkar Hain Kurttan-Oyun Atölyesi Yılın En Başarılı Yönetmeni : Ümit Aydoğdu-Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı Yılın En Başarılı Prodüksiyonu: Tiyatro Adam-Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü: Münir Özkul (Kızı Güner Özkul'a verildi) Cevat Fehmi Başkurt Ödülü: Ahmet Sami Özbudak Yapı Kredi Özel Ödülü: Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu

İDSO, Vivaldi'nin 'Dört Mevsim'ini çalacak

İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası (İDSO) Mayıs ayının ilk konserini 2 Mayıs Cuma günü saat 20.00'de Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleştirecek. Şef Lukasz Borowicz yönetiminde gerçekleşecek konserde Richard Galliano (Akordeon) solist olarak yer alacak. IDSO bu haftaki konserdeA.Vivaldi'nin Dört Mevsim isimli eseri ile D.Şostakoviç'in 7 numaralı senfonisini seslendirilecek.İDSO'nun bu haftaki konserini yönetecek Şef Borowicz, Polonya Radyo Senfoni Orkestrası'nın sanat yönetmenliğini yapıyor. 1977 yılında Varşova'da doğan Borowicz, Fryderyk Chopin Müzik Akademisi'nde Boguslaw Madey ile çalıştı ve aynı akademide Antoni Wit'ten aldığı eğitimle orkestra şefliği doktorasını tamamladı. Varşova Ulusal Operası'nda Kazimierz Kord'un, Varşova Filarmoni'de Antoni Wit'in ve Budapeşte Festival Orkestrası'nda Ivan Fischer'ın şef asistanlığını yaptı. Polonya Kültür Bakanlığı tarafından çeşitli ödüllere layık görülen orkestra şefliği dalında dört yarışmada da ödül kazandı.İDSO'nun bu haftaki konseri, Antonio Vivaldi tarafından 1723 yılında bestelenen 'Dört Mevsim' eseri ile başlayacak. Konser, 20. yüzyılın en önemli senfonilerini yazan besteci film müziği, şarkı, caz dahil olmak üzere pek çok türde eserler veren D.Şostakoviç'in 'Senfoni No.7' eseri ile sona erecek.Konserin solistliğini yapacak olan Richard Galliano, solo performanslardan (2009 yılında sahnelenen Chacelet Paris Konseri gibi) grup performanslarına kadar (Brüksel Caz Orkestrası gibi) her türlü müzikal içerikte yer alabilen çok yönlü bir müzisyen olarak biliniyor. Bir solist olarak da büyük bir müzikal yeteneğe sahip olan Galliano, Gonzalo Rubalcaba, Charlie Haden ve Mino Cinelu ile kaydettiğiLove Day veya Billie Holiday ile Edith Piaf ve trompetçi Wynton Marsalis arasında köprü kurmasını sağlayan French Touch eserlerine halk ezgilerini aşılayan lirik niteliğini kaybetmeden geniş bir müzik yelpazesinde keşifler yapmaya devam ediyor. Tecrübelerini paylaşma konusunda oldukça istekli olduğu belirtilen Galliano, babası Lucien'le birlikte, 2009 yılında En İyi Pedagojik Eser dalında SACEM ödülünü alan bir akordeon metot kitabının da yazarıdır. (ANKA)

29 Nisan 2014 Salı

E-kitaplar sessiz yükselişte

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2013'e ait Uluslararası Standart Kitap Numarası (ISBN) İstatistiklerini geçtiğimiz hafta açıkladı. Kurumun paylaştığı rakamlarda özellikle e-kitap konusunda şaşırtıcı veriler yer alıyor.Okuma alışkanlıkları tüm dünyada şekil değiştirirken Türkiye'deki yayıncılık endüstrisinin e-kitaba mesafeli duruşu devam ediyor. Pek çok yayınevi bunun farkında olmasa da yayıncılık endüstrisinde gittikçe daha da önem kazanan e-kitaba ilgi, ülkemizde sessiz bir yükselişe geçmiş durumda. Bu ilgiyi Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) geçtiğimiz hafta açıkladığı 2013'e ait Uluslararası Standart Kitap Numarası (ISBN) istatistikleri gayet iyi özetliyor. Zira kurumun paylaştığı rakamlarda özellikle e-kitap konusunda şaşırtıcı veriler var. 2013'te yayımlanan materyallerin sayısı 2012'ye göre yüzde 11,1 artarken, en yüksek artış, yüzde 537 ile elektronik kitaplarda gerçekleşmiş. Bu yeni rakamlar, e-kitapların kendi kitlesini yavaş yavaş artırdığının ve bu ilginin daha da yükseleceğinin açık bir göstergesi olarak da okunabilir.Özellikle son yıllarda, kitap çeşitliliğinin azlığı, bunun yanı sıra e-kitap cihazlarının yüksek fiyatlara satılıyor olması ülkemizde bu alana getirilen en büyük eleştiriler arasında yer alıyordu. Fakat ülkemizde Yapı Kredi, Timaş, Can, Kaynak Kültür, Doğan, İş Bankası, Şahdamar, Ötüken, Notos, Kırmızı Kedi, Nil, Sel, Işık ve Altın gibi yayınevlerinden yayımlanan pek çok e-kitaba erişmek mümkün. Öyle ki, online kitap satış sitesi İdefix'te yaklaşık 10.400 e-kitap okurunu bekliyor. E-kitaplar kişisel bilgisayarlardan, tabletlerden ve akıllı telefon uygulamalarından da okunabilirken müstakil e-kitap okuyucularının fiyatları 180-900 TL arasında değişiyor. Hem kitap çeşitliliği hem de e-kitap cihazlarının dudak uçuklatan rakamları geride bırakmış olması, bu yükselen ilgiyi biraz açıklar nitelikte.E-kitaplara uygulanan vergi de yayıncıların dikkat çektiği eleştiriler arasındaydı. Bu sorun kısmen çözülmüş durumda, zira elektronik kitap ve benzeri yayınların elektronik ortamda satışında uygulanan KDV oranı, 1 Aralık'ta yüzde 18'den 8'e düşürüldü. Basılı kitap ile e-kitabın vergi oranını eşitleyen bu indirim, yayıncıların uzun süredir beklediği bir gelişmeydi. Küçük bir hatırlatma yaparsak, Avrupa'nın pek çok ülkesinde e-kitaplardaki vergi oranı yüzde 3,5 ile yüzde 7 arasında değişiyor, basılı kitaplar ise vergiden muaf tutuluyor. Bu rakamlar göz önünde bulundurulduğunda e-kitaplara uygulanan vergi açısından alınması gereken epey bir mesafemiz var.YAYINEVLERİ DEĞİŞİME HAZIR OLMALIYayıncılık endüstrisinde pazar payını gün geçtikçe artıran e-kitap konusunda bir başka eleştiri ise yüksek fiyatlar. Pazarı daha genişletmek için dünyanın önemli yayıncılarından Hachette Book Group, HarperCollins, Macmillan ve Simon&Schuster geçtiğimiz şubat ayında Kanada'da ortak bir anlaşma imzalayarak, elektronik kitaplarda % 20 oranında bir indirim kararı almıştı. Ülkemizde ise e-kitapların fiyat politikasını yayınevleri kendisi belirliyor ve herhangi ortak bir karardan söz etmek mümkün değil. E-kitaptan sonra ‘yükselen' bir pazar olan sesli kitaplar da ülkemizde henüz ciddi manada keşfedilmiş değil, fakat geçtiğimiz ocak ayında Türkiye'nin ilk sesli kitap dükkânı ‘Seslenen Kitap' (www.seslenenkitap.com) kapılarını açmıştı. Bu alanda önümüzdeki günlerde biraz daha hareketleneceğe benziyor. Türkiye İstatistik Kurumu'nun, geçtiğimiz yıla ait paylaştığı rakamlar e-kitaba okurların artan ilgisini gösterirken, özellikle bu alana henüz girmemiş yayıncılar için de önemli bir uyarı niteliğinde. Zira, yayıncılık sektörünün gün geçtikçe yeni sürprizler sunduğu e-kitap pazarının büyümesine kulak tıkamanın mümkün olmadığı açıkça görülmüş oldu.

28 Nisan 2014 Pazartesi

Kızı Nazlı’nın defterinden Osman Hamdi Bey’in dostları

Osman Hamdi Bey’in kızı Nazlı’nın, eve gelen misafirlere imzalattığı defteri, 30 Nisan-7 Temmuz tarihleri arasında Anamed’de sergilenecek. Küratör Edhem Eldem, “Nazlı’nın Defteri ve Osman Hamdi Bey’in Çevresi” sergisini ‘eksik, bitmemiş bir belgeden sergi çıkarılabilir mi’ fikri üzerine kuruyor.Sinekten yağ çıkarır gibi sadece bir defterden sergi açılabilir mi? Bitmemiş, eksik, tamamlanmamış, keyfi bir belge ile tarihçi nasıl çalışır? Beyoğlu’ndaki Anamed’de (Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi) 30 Nisan’da açılacak olan “Nazlı’nın Defteri, Osman Hamdi Bey’in Çevresi” adlı sergi bu sorular üzerine kurulu. Ressam, müzeci ve arkeolog Osman Hamdi Bey’in kızı Nazlı Hamdi’nin, 1907-1909 yılları arasında imzalattığı defterden yola çıkılarak, Edhem Eldem küratörlüğünde hazırlanan sergi, Osman Hamdi ve ailesinin Avrupai yaşam tarzının yanı sıra ünlü ressamın dostları, çevre edinme tarzı ve dönemin entelektüel ortamı hakkında bilgi veriyor. Nazlı Hamdi’nin defteri günlük değil. Eve gelen ziyaretçilere uzatılan, ziyaretçilerin de “Nazlıcığım ne kadar hoşsun.” türünden notlar düştükleri basit bir defter. Tabii ki eve gelenler Osman Hamdi Bey’in eşi, dostu, akrabaları… Osman Hamdi’nin şimdi müzeye çevrilen Eskihisar’daki evlerinde bir davet veriliyor. Dönemin arkeologları, şairleri, yazarları eve konuk oluyor. Nazlı da yanlarına gidip defterini uzatıyor misafirlere. Kimi bir imza, kimi bir-iki tatlı söz, kimi atasözü, kimi meşhur birinden alıntı yaparak küçük kızın gönlünü ediyor. Aralarında tanıdığımız isimler de var; arkeolog Gertrude Margaret Lowthian Bell, Şair Nigar Hanım, Servet-i Fünun dergisinin sahibi Ahmed İhsan Tokgöz gibi. Çok az tanınan ya da adı hiç duyulmayan ama entelektüel, yazar ya da bürokrat olması muhtemel kişiler de var.Defterdeki imzaların tarihleri, 1907-1909 arasını gösteriyor. Bir tane 1911’de atılan imzaya rastlıyoruz. Mekan genellikle İstanbul. Ya Gebze Eskihisar’daki evlerinde ya da Kuruçeşme’deki yalılarında atılmış imzalar. Yalnız Hamdi ailesi, 1909’da büyük bir Avrupa seyahatine çıkıyor. Osman Hamdi Bey, karısı Naile Hanım ve kızı Nazlı, ağustosta başlayıp ekimde biten bu seyahatte önce Münih’e, oradan İsviçre’ye sonra da Paris’e geçiyor. Nazlı defterini, seyahatte yanında taşıyor ve yolculuk sırasında tanıştıkları ya da zaten misafir oldukları isimlerden de imza istiyor. Nazlı ve ailesinin tanıtılmasıyla başlayan sergi, onların yaşadıkları mekanları ve seyahat ettikleri şehirlerin anlatımıyla devam ediyor. Serginin esas kısmını, defterde imzası bulunan 33 kişi için yapılan özel vitrinler oluşturuyor. Vitrinlerde, bunca ismin ‘Osman Hamdi ve Nazlı ile alakası nedir, haklarında bilgi, belge, kitap var mıdır, nerede yaşamış, ne yapmışlar?’ sorularına verilen cevap, Edhem Eldem’in ‘Bir defterden sergi çıkar mı?’ tezini kanıtlıyor.Defter, Eldem’e torun Cenan Sarc’tan hediye1893’te İstanbul'da doğan Nazlı Hamdi, 1912'de diplomat Esat Cemal Bey ile evleniyor ve bu evliliğinden tek çocuğu olan Cenan Hamdi Sarc Hanımefendi dünyaya geliyor. İki yıl önce, 99 yaşındayken vefat eden Cenan Sarc, annesinden kalan o küçük defteri Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Edhem Eldem'e vermiş. Eldem, sergiyi ve serginin kitabını Cenan Sarç'a ithaf ettiğini söylüyor. Erken yaşta evlenen Nazlı Hamdi, 1920'lerde diplomat eşinden boşanıyor, 1930'da bir Fransız'la evleniyor. Eldem'e göre, bu evlilik, Osman Hamdi Bey ve ailesinin yaşadıkları topraklardan kopukluğunun ve Avrupa'ya yakınlıklarının bir tezahürü. Nazlı Hamdi, iyi bir müzik eğitimi alıyor, piyano çalıyor. Fakat dönemin diğer kadınları gibi eğitimine rağmen iş sahibi olmuyor.

Öğrenciler lise için ter döküyor

Türkiye genelinde yaklaşık 1 milyon 200 bin öğrencinin girdiği Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) Sınavı ikinci dönem ilk oturumu başladı. Öğrenciler saat 09.00'da başlayan bugünkü oturumda Türkçe, matematik, din kültürü ve ahlak bilgisi sorularında ter döküyor. Yarınki oturumunda ise fen ve teknoloji, inkılap tarihi ve Atatürkçülük ile yabancı dil sınavı gerçekleştirilecek.Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Ortaokul 8. sınıf öğrencilerine yönelik düzenlenen Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) Sınavı ikinci dönem ilk oturumu bugün yapılıyor. Yurt içi ve yurt dışında toplam 986 sınav merkezi, 15 bin 814 okul ve 91 bin 8 salonda gerçekleşen sınavlara 1 milyon 200 binden fazla öğrenci giriyor. Bugün gerçekleşen oturumda öğrenciler sırasıyla Türkçe, matematik, din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde başarılı olmaya çalışıyor. Her yazılıda 20 soru sorulurken sınav süresi ise 40'ar dakika olarak belirlendi. Ders yazılıları arasındaki dinlenme süresi ise 30'ar dakika olacak. Yarın yapılacak ikinci oturumda ise fen ve teknoloji, inkılap tarihi ve Atatürkçülük ile yabancı dil ders yazılıları gerçekleştirilecek.Yazılı sınavlara girecek öğrenciler sabahın erken saatlerinden itibaren aileleriyle birlikte sınav merkezlerine geldi. Okul bahçelerinde bekleyen öğrenciler kimlik kontrolünün ardından görevliler tarafından salonlara alındı. Öğrenci velilerinin ve görevli olmayan kişilerin sınav salonlarının bulunduğu binalara girişlerine izin verilmedi. Öğrencilerin yanlarında sözlük, hesap cetveli, hesap makinesi, çağrı cihazı, cep telefonu, telsiz, radyo gibi iletişim araçları ile her türlü bilgisayar özelliği taşıyan cihazları bulundurmasına da müsaade edilmedi. Sınava giren öğrenciler heyecanlarını dile getirirken aileleri de çocuklarının başarısı için yanlarında olduklarını belirtti. Veliler çocuklarıyla birlikte sınav odaklı bir hayat yaşamak zorunda kaldıklarını ifade etti.Bugün başlayan iki oturumlu sınavlara katılamayanlar için mazeret sınavları, 10-11 Mayıs 2014 tarihlerinde yapılacak. Sınav sonuçlarının haziran ayında açıklanması planlanıyor.(CİHAN)

26 Nisan 2014 Cumartesi

Anzak torunları, 99 yıl sonra dedelerine koştu

Çanakkale Savaşları’nın 99. yıldönümü kapsamında Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı’ndaki Anzak Koyu’nda Şafak Ayini yapıldı. Yeni Zelanda Genel Valisi Jerry Mateparae, “Gelibolu savaşının karşıt tarafları olarak, Türkiye ile büyük bir yakınlık oluşturduk. Her Anzak Günü’nde Türk halkı bizim en nazik ev sahiplerimiz oluyor.” dedi.Binlerce Avustralyalı ve Yeni Zelandalı, 99 yıl önce yapılan Çanakkale Savaşı’nda hayatını kaybeden atalarını, çıkarmanın yapıldığı Anzak Koyu’nda düzenlenen ‘Şafak Ayini’nde andı. Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı’ndaki Anzak Koyu’nda yapılan ayine Yeni Zelanda Genel Valisi Jerry Mateparae, Avustralya Gazi İşleri Bakanı Michael Ronaldson, Türkiye adına ise Çanakkale Vali Yardımcısı Hüseyin Kulözü katıldı. Dün akşam saatlerinden itibaren koya gelen Anzak torunlarının bir bölümü, tören başlayıncaya kadar uyku tulumlarının içinde uyudu. Ayin öncesi Avustralya Kraliyet Hava Kuvvetleri ile Yeni Zelanda Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne ait bando tarafından müzik dinletisi gerçekleştirildi. Tören alanına kurulan dev ekranlardan savaş ile ilgili belgeseller ve savaşa katılan askerlerin anılarının anlatıldığı röportajlar gösterildi. Avustralya Muhafız Birliği ve Yeni Zelanda Silahlı Kuvvetleri üyelerinden oluşan merasim kıtasının saat 05.30’da alana gelmesiyle Şafak Ayini başladı.Törende konuşma yapan Yeni Zelanda Genel Valisi Jerry Mateparae, Gelibolu’da yalnız olmadıklarını söyledi. Hem Müttefik hem de Osmanlı tarafındaki diğer birçok ülkenin savaşta insanlarını kaybettiğini hatırlatan Mateparae, “Yeni Zelanda ve Avustralya için, Gelibolu aynı zamanda Türkiye ile yeni ve derin bir ilişkiyi şekillendirmiştir. Gelibolu savaşının karşıt tarafları olarak, Türkiye ve Türk halkıyla büyük bir saygı ve yakınlık oluşturduk. Her Anzak Günü’nde, Türk hükümeti ve Türk halkı bizim en nazik ev sahiplerimiz oluyorlar. İlk Anzak torunlarına atalarımızın fedakârlık gösterdikleri topraklardaki savaş deneyimini anma fırsatı veriyorlar. Bunun için burada bulunan, evlerinde ve dünyadaki tüm Yeni Zelandalılar adına sizlere teşekkür ediyorum.” dedi. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934 yılında Anzak annelerine hitaben yazdığı mektup, Türk subayları tarafından okundu. Konuşmaların ardından anma duası yaptırıldı, ilahiler okundu. Ataları için dua eden torunlar, duygulu anlar yaşadı. İki dakikalık saygı duruşunun ardından son dua yaptırıldı. Ardından İstiklâl Marşı, Avustralya ve Yeni Zelanda ulusal marşları çalınarak ülke bayrakları göndere çekildi. Şafak ayini, savaşa katılan ülke çelenklerinin Anzak yazısının bulunduğu kaideye sunulmasıyla sona erdi.20 BİN İZCİ, DEDELERİNİN İZİNDE YÜRÜDÜÇanakkale’de 20 bin genç, 99 yıl önce 57. Alay’ın geçtiği 10 kilometrelik yolu yürüyüp Conkbayırı’nda düzenlenen törenle dedelerini andı. Gençlik ve Spor Bakanı Çağatay Kılıç’ın da katıldığı, tamamı şehit olan 57. Alay askerlerinin izindeki yürüyüşten önce ise tıpkı onlar gibi cephe hattı dışında kalan Kocadere köyü yakınlarında, sabah namazı birlikte kılındı. 57. Alay’ın son aşı olan kırık buğday çorbasını Bakan Kılıç, izcilere ve üniversitelilere bir süre kendi eliyle dağıttı. Yürüyüşe katılanlara kırık buğday çorbası, Kızılay çadırlarında yaklaşık 35 kazanda kaynatılıp bardaklarda ikram edildi. Yürüyüşe 6 bin 500 izci, Türkiye’nin dört bir yanından 7 bin 500 üniversite öğrencisi, askerî lise ve Harp Okulu öğrencilerinin de yer aldığı 4 bin asker, yaklaşık 20 bin genç katıldı. Öğrenciler, 99 yıl önce 57. Alay’ın kullandığı 10 kilometrelik güzergâhı, yürüyerek yaklaşık 3 saatte tamamladı.

Kültür - Sanat Rehberi

‘Badem’in tadı Kadıköy’de!Konser: İlk albümünü Ekim 2005’te çıkaran Rock grubu Badem, sevenleriyle buluşmaya devam ediyor. Mustafa Kemal Öztürk, Barış Bahçeci, Mert Özdemir, Doğaç Başaran ve Emre Yıldız üyelerinden oluşan grup, 2 Mayıs Peşembe günü saat 22.30’da KadıköySahne’de. Badem grubu, modern ve akustik ağırlıklı pop-rock müziğiyle epey büyük ilgi görüyor. Biletix’teki biletlerin fiyatları 28,5 TL.***Çeyiz yastıkları yeniden tasarlanıyorSergi: Dikiş makinesinin önde gelen markalarından Singer, Türkiye’deki 110. yılını kutluyor. Bu özel yıla sosyal sorumluluk projesiyle hazırlanıyor. Muzaffer Çaha, Hakan Elyaban, Ahmet Eraslan, Vural Gökçaylı, Dilek Hanif, Cemil İpekçi, Sadık Kızılağaç, Yıldırım Mayruk, Faruk Saraç, Barbaros Şansal ve Zuhal Yorgancıoğlu gibi önemli modacılar tarafından Anadolu’nun geleneksel uzun yastıkları yeniden yorumlanıyor. ‘Bir Yastığa Baş Koymak-Bir Yastık Hikâyesi’ adlı sergi 29 Nisan Salı günü açılıyor. 11 Mayıs Pazar gününe kadar ziyaretçilerini bekleyen sergi, Palladium Alışveriş Merkezi’nde. Ülkemizin 11 modacısı tarafından hazırlanan yastık tasarımları; bazen bir ömrü, bazen bir ideali, bazen bir hayatı, evliliği veya aşkı simgeliyor.‘Anadolu Ekspresi’ kalkıyorTiyatro: Hikâyesini Egemen Sancak’ın kaleme aldığı, A. İlkay Ceyhan’ın yönettiği ve başrollerini Simge Ayvazoğlu, Ozan Hikmet Özcan, Mert Güçkıran, Tuncel Özsu, Yahya Kemal Aydoğdu’nun paylaştığı ‘Anadolu Ekspresi’ 30 Nisan Çarşamba günü saat 20.30’da Tiyatro Karakutu’da. Ölümden kurtulmak için evden kaçan Sibel ile onu öldürmeye kararlı Muhammed’in yolları, Anadolu Ekspresi’nin yemekli vagonunda kesişir. Korku dolu bir kaçışla başlayan ve sürpriz bir sonla biten bu yolculukta Sibel, Muhammed ve diğer yolcular arasında gelişen ilişkiler birdenbire olayın tüm akışını değiştirir. Öğrenci bileti 25 TL, tam bilet ise 45 TL.Zara ile Enbe Orkestrası aynı sahnedeKonser: Türk sanat müziği ve halk müziğinin sevilen yorumcusu Zara ile Enbe Orkestrası, unutulmaz bir müzik ziyafeti vermek için bir araya geliyor. ‘Avea’yla Pazartesi Yıldızları’ kapsamında gerçekleşecek konser, 28 Nisan Pazartesi günü saat 21.00’de BKM sahnesinde. İlk kez Enbe ile birlikte sahne alacak olan Zara; Kisas Kisas, New York New York, Can’t Take My Eyes Off You, Autumn Leaves adlı yabancı şarkıların yanı sıra İtalyanca bir arya söyleyecek. Kendi repertuvarından parçaları da seslendirecek olan Zara, sesi ve sahne şovu ile müzikseverlerle buluşmayı bekliyor.Oyundan çıkmayınEtkinlik: Gençler arasında sporu yaygınlaştırmak ve onları kötü alışkanlıklardan uzak tutmak hedefiyle Darüşşafaka Doğuş Basketbol’un sosyal sorumluluk platformu ‘Oyunda Kal’, 23 Nisan’da Forum İstanbul’da başladı. 27 Nisan Pazar gününe kadar açık kalacak olan platform, pek çok sportif aktiviteye sahne olacak. Etkinlikte, 11-15 yaş arası gençlere yönelik basketbol yetenek taraması da düzenlenecek. Sahaya çıkıp kendini gösteren genç yetenekler, temmuz ayında düzenlenecek Darüşşafaka Doğuş Basketbol kampına katılma şansını yakalayacak. Projenin sözcülüğünü yapan basketbolcu İbrahim Kutluay da gençlerle buluşacak.

25 Nisan 2014 Cuma

Ankara'da yılın en büyük çocuk korosu ve balesi

Ankara Devlet Opera ve Balesi Çocuk Balesi Bölümü, Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası (DŞSO) ve TRT Ankara Çocuk Korosu, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı etkinlikleri kapsamında bir araya gelip, yılın en büyük çocuk konserini verdiler. Ünlü Balet Tan Sağtürk eşliğinde sahne alan Devlet opera ve Balesi, Çocuk Balesi Bölümü'ne eşlik ettiler. Konserin açılışında konuşan Prof. Rengim Gökmen, "Bu vatanı bize armağan eden Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına şükranlarımızı borçluyuz" dedi.23 Nisan'da Ankara Arena Spor Salonu'nda ücretsiz olarak gerçekleştirilen konserde müzikseverler unutulmaz bir müzik ziyafeti ve görsel şölenle büyülü saatler yaşadılar. Şefliğini ve Genel Müzik Direktörlüğünü Prof. Rengim Gökmen'in üstlendiği ve yaklaşık 90 öğrenciden oluşan DŞSO, 120 kişilik TRT Ankara Çocuk Korosu ile 40 kişiden oluşan ve ünlü balet Tan Sağtürk'le birlikte sahne alan Devlet Opera ve Balesi, Çocuk Balesi Bölümü'ne eşlik ettiler. Barış Manço'nun 'Bugün Bayram'ından, Ayten Alpman'ın sesinden zihinlere kazınan 'Memleketim' şarkısına uzanan geniş bir repertuvar ile popüler çocuk eserlerinin koru ve orkestra uyarlamalarına yer verilen konserde, 'Köçekçe', 'İzindeyiz', '23 Nisan Kutlu Olsun', 'Bir Dünya Bırakın', 'Türk Dansları 3. Bölüm', 'Çocuklar Kardeş Oldu Mu?', 'Bugün Bayram', 'Do-Re-Mi', '7.Senfoni Bölüm', '3. Senfoni 3. Bölüm', 'Katibim Türküsü', 'Danzon', 'Uzun İnce Bir Yoldayım', 'Memleketim', 'Gençlik Marşı' gibi birbirinden özel bale gösterileri ile izleyicileri büyüledi.Konser açılışında izleyicilere kısa bir konuşma yapan Prof. Rengim Gökmen, "94 yıl önce bugün ulusal egemenliğimizin, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk adımı atılmıştı buraya çok yakın bir mekanda. Ulusal egemenlik, yani bir ülkenin, bir toplumun kendi kaderini belirlemesi, kendi geleceği içinde büyümesi, tam bağımsız olabilmesi demek olan Ulusal Egemenlik ve bu bunun ne denli kıymetli olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu armağanı bize veren, bu vatanı bize armağan eden Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına şükranlarımızı borçluyuz" dedi.(DHA)

Ah şu babalar ve oğulları!

İnanılmaz Örümcek Adam 2, genel izleyiciden ziyade çizgi roman hayranlarını memnun edecek özelliklere sahip. Çizgi roman serisinin sıkı bir takipçisi olan yönetmen Marc Webb, Örümcek Adam’ın dünyasına sadık kalmaya devam ediyor.Örümcek Adam’ın başına ‘inanılmaz’ sıfatı getirilerek yeniden seyircinin önüne çıkarılması, çizgi romanın hayranları haricinde pek az sinemaseveri heyecanlandırmıştır. Nitekim, Peter Parker’ın nasıl örümcek adama dönüştüğünü bir kez daha anlatan İnanılmaz Örümcek Adam, “biz bu filmi görmüştük” hissiyatını tetiklemişti. Bugün gösterime giren ikinci film ise genel seyirciden ziyade çizgi romanın hayranlarını memnun edecek nitelikte.İnanılmaz Örümcek Adam 2, Peter Parker’ı üniversiteden mezun ediyor. Sam Raimi’nin 2002-2007 arasında üç film olarak çektiği ilk seriden sonra 2012’de başlayan ‘inanılmaz’ serisinin ikinci adımında öyküye Örümcek Adam’ın kadim düşmanı Electro dâhil oluyor. Ayrıca, ilk seride Willem Dafoe’nin oynadığı Norman Osborn’un, yani ‘Yeşil Cin’in oğlu Harry de topa girip babasının ‘goblin’ mesleğini sürdürüyor. Yeni seride biraz daha duygusallaşan Peter Parker’ın Gwen Stacy ile ilişkisinde önemli bir kırılma gerçekleşir. Bir taraftan köklerini aramaya devam eden Peter, babası ve onun araştırmaları hakkındaki gerçeği öğrenir. Ve Peter, süper kahraman olma yolunda en büyük dersini alır: Yaptığı iyiliğin bedelini, sevdikleri kaybederek ödemek!İki yıl önceki ilk filmden sonra Marc Webb, bir kez daha yönetmen koltuğuna oturuyor. Sıkı bir Örümcek Adam hayranı olan Webb, Peter Parker’a ve onun evrenine kendi yorumunu katmaktan kaçınıp, çizgi romana sadakat yolunu tercih ediyor. Sam Raimi’nin sarsak Peter’ından farklı olarak, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kahraman olmanın getirdiği sorumluluklarla yüzleşen bir Örümcek Adam portresi sunuyor seyirciye. Bunu yaparken meselenin teknik ve görsellik yönüne her şeyden daha fazla önem veriyor. Üç boyutun da desteğiyle izleyiciyi Örümcek Adam’ın omuzlarına alıp gökdelenlerin tepesinde gezdiriyor. Yönetmen cephesinde durum böyle olsa da senaryo, Örümcek Adam’ın köklerine inmeye devam ediyor. İlk filmde olduğu gibi, ikinci adımda da perde Peter’ın babasıyla açılıyor. Genetik araştırmalar yapan bilim adamı babasının mirasını taşıdığını öğrenen Peter’ın yanı sıra onun çocukluk arkadaşı ve yeni düşmanı Harry Osborn’un babasıyla ilişkisi de işin içine girince hikâyenin ana damarı tipik bir ‘babalar ve oğullar’ meselesi olup çıkıyor. Malum, insanoğlu sınırlı ömrüne sığdıramadığı sonsuz isteklerinden bir kısmını, tamamlanmamış bir görev gibi evladının sırtına yüklüyor. ‘Yüklenici’ bireyin kişiliğini bazen bir uçtan öbür uca savuran bu tutum, annelerden çok babalarda görülüyor. Aslında Harry de Peter da babalarının mirasını yüklenen iki evlat. Bu miras, birini kahraman yaparken diğerini kötü adamlığa sürüklüyor...‘KESERİM ELEKTRİĞİNİZİ!’Electro’nun hikâyesi ise ne kadar çabuk başladıysa o kadar çabuk sona eriyor. Örümcek Adam’ın en güçlü düşmanlarından Electro’nun saman alevi gibi parlayıp sönmesi muhtemelen çizgi roman hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıştır. Bir ara “Bana Örümcek Adam’ı getirin, yoksa keserim elektriğinizi” seviyesine kadar düşen Electro’yu Oscar ödüllü Jamie Foxx ‘adam ediyor’. Foxx, karakterin dışlanmışlığını ve derinlerdeki kompleksini başarıyla ortaya çıkarıyor. Bu tür yapımlarda ‘yan sanayi’ ürünlerin satışı için mutlaka öyküye dahil edilen, süper kahramana hayran çocuk tipi de finalde ortaya çıkıyor. İnanılmaz Örümcek Adam 2, genel izleyiciden ziyade çizgi roman hayranlarını memnun edecek özelliklere sahip. Bunun en önemli sebebi, filmin karakterin dünyası dışında hiçbir şeye referansta bulunmaması. Malum, bu tür filmler, ABD ve dünya ahvaline dair büyük laflar eder, karakterler üzerinden konjonktüre uygun göndermeler yapar. Bu alana meyletmeyenler ise hiç olmazsa evrensel anlamda insan olma, yahut gündelik hayata dair ‘felsefi’ söylemlere girişir. Bir kısmı da mizahı önemli bir koz olarak kullanır. İnanılmaz Örümcek Adam 2, bu üç damarı da görmezden gelerek sadece çizgi romanın ve Peter Parker’ın dünyasına odaklanıyor. Başka bir deyişle kendi çalıp kendi oynuyor...

24 Nisan 2014 Perşembe

‘Hiçbir ideolojik kesim kendi Yunus’undan vazgeçmiş değil’

Beşir Ayvazoğlu, her kesimden insanın sahiplendiği Yunus Emre üzerine eleştirel bir kitap yayımladı: Yunus, Ne Hoş Demişsin (Kapı Yayınları). Cumhuriyet sonrası edebiyattan tiyatroya, sinemadan plastik sanatlara uzanan Yunus Emre yorumlarına odaklanan kitap, dönemin kültürel kodlarını 'bizim' Yunus üzerinden okuyor.Orhan Okay'dan ödünç alarak soralım, “Yunus Emre'yi yedi yüz yıl gibi uzun bir tarihin ötesinden günümüze kadar canlı tutan güç” nedir sizce?Yahya Kemal'in “ağzımda annemin sütü” dediği Türkçenin sesi, bana sorarsanız, asıl kıvamını Yunus Emre'nin şiirinde bulmuştur. Yedi yüzyıl öncesinden, zamanın bütün engebelerini aşarak bugüne ulaşmayı başaran, içinde bu coğrafyanın tadını tuzunu, bu suların çağıltısını, bu rüzgârın uğultusunu, bu dağların yankısını taşıyan derin bir ses, “cümle yaradılmışa bir göz ile” bakılmasını ve hoşgörüyü telkin eden bir felsefe... Yunus hem Türkçesinin şaşırtıcı güzelliği, kendiliğindenliği, samimiyeti, beşerî olanı sezip ifade etmedeki mahareti ve içinden çıktığı toplumun inançlarına, hayallerine, duygularına, özleyişlerine tercüman olması bakımından hiç eskimeyen, eskimeyecek olan bir şairdir. Şu hususu da ifade etmek isterim: Yunus, Anadolu'da Moğol istilasıyla başlayan büyük kargaşada ezilen, bunalan halkın acısını paylaşan, şiirleriyle onlara hayata tutunma gücü verenlerdendi. Bu coğrafyanın insanları asırlar boyunca onu kendi sözcüleri gibi görerek günümüze taşıdılar. Yunus, hiç şüphesiz, kanıyla, diliyle, bakışıyla, kısaca her şeyiyle Türk'tü, fakat Türklüğü yaradılmışı Yaradan'dan ötürü sevip hoş görmesini engellememişti. İnançlı bir Müslüman'dı, fakat Müslümanlığı başka dinlerden insanları kucaklamasına mani olmamıştı. Mevlânâ, “Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil” derken, o, “İkilikden usandım” diye sesleniyordu. Bu iki büyük sufi, Vahdet-i Vücud felsefesine ve güçlü ifadesini bu felsefede bulan kozmik aşk ilkesine, insanların ümitsizlik içinde kıvrandıkları bu yüzyılda aynı zamanda sosyal bir muhteva kazandırdılar. Mevlânâ ve Yunus'un aşk felsefeleri ve birlik çağrıları, yankısını, onların yaşadıkları yüzyılda küçük bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği'nde buldu; yüz yıl içinde, Anadolu'da birlik büyük ölçüde sağlanarak acılar dindirildi. Osmanlı'nın temel harcında Mevlânâ ve Yunus'un şiirlerinde çiçeklenen sevgi vardır, dersem mübalağa etmiş olmam.Türk aydınlarının ismini bildikleri fakat önemsemedikleri Yunus Emre'yi Fuad Köprülü'nün Türk Yurdu'nda 1913'teki iki makalesi sayesinde öğrendiğini söylüyorsunuz. Bu karşılaşma neden bu kadar gecikmişti?Divan şiirinin ilk asırları, Mesela Necati Beg'in şiirleri dikkatle incelenirse, Yunus Emre'nin şiiriyle sıkı akrabalık bağlarının bulunduğu fark edilecektir. Ancak aydınlar, Yunus Emre'nin şiirinde asıl kıvamını bulduğunu ifade ettiğim Türkçeyi zamanla sentetik bir dil haline getirdiler ve onun gibi şairleri ilgi alanlarının dışına ittiler. Bununla beraber Yunus Emre'nin divanı asırlar boyunca tekkelerin tükenmez söz hazinesi olarak kullanıldı. Yani bu büyük şair, aslında hiçbir zaman unutulmadı. Dede Efendi gibi büyük bestekârlar bile Yunus Emre'nin şiirlerine bigâne kalmamışlardır. Tekkeler de yüksek kültürün üretildiği kurumlardır ve bu kurumlarda, Yunus her zaman büyük bir ilgi odağı olmuştur. Yunus'un bugün anladığımız manada keşfi Türkçülük hareketlerinin ve ardından milli devlet inşa sürecinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ele alınmalıdır.Her kesimden insanın Yunus Emre'yi sahiplenme yarışını, Yunus'un şiirlerini Türkçe yazmış olmasına bağlayabilir miyiz? Bunun yanı sıra Cumhuriyet sonrasında, özellikle Burhan Ümit ve Gölpınarlı gibi isimlerin hazırladıkları divanlarla bir gelenek icadına soyundukları söylenebilir mi?Kitabımda açıkça ifade ettim: Yunus Emre, içinden geldiğimiz medeniyet diliyle, kültürüyle ve bütün kurumlarıyla tasfiye edilirken ayaklarının altındaki zeminin kaydığını hisseden aydınların tutunmaya çalıştıkları can simidi olmuştu. Yakın tarihimizde, geçmişimizin kısm-ı a'zamını beğenmediğimiz, yok saydığımız için doğan büyük boşluğu Yunus'la doldurmaya çalıştık. Sanki bin yılda başka hiçbir şey üretmemiş, başka bir şair ve düşünür yetiştirememiştik, sadece o vardı; sanki o Sarıköy'de dünyaya gelmemiş olsaydı, Türkçe sırra kadem basacak, Türk kimliği yeryüzünden silinecekti. Bizde olmadığını düşündüğümüz hangi değer varsa onda bulmaya başlamıştık. O bizim Sokrates'imiz, Dante'miz, Petrarca'mız, Erasmus'umuz, Villon'umuz, Pascal'ımız, Baudelaire'imiz, hatta Freud'umuz oldu. Yunus, hem hümanistti, hem sosyalist, hem Türkçüydü hem İslamcı, hem Alevi idi, hem Sünni… Kısacası, Yunus Emre'nin omuzlarına çok ağır bir yük bindirildi ve neredeyse tek referans kaynağı Yunus olan bir gelenek icad edilmek istendi. Özellikle Burhan Toprak'ın bu süreçteki rolü son derece önemlidir.Tanpınar'ın deyişiyle “hüviyeti kolayca nüfus kâğıdına sığmayanlardan” olan Yunus Emre özellikle Cumhuriyet sonrasında farklı fikirlerdeki insanların kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için bir ‘araç' olarak kullandığı kitabınızda kolayca görülüyor. Yunus'a dair bu ‘aşırı yorumlar' günümüzde de devam ediyor mu yoksa ideolojik kavgadan sıyrılmış bir Yunus mu var karşımızda?Yunus Emre'nin kalın sis perdesi ardındaki hayatının ve şiirindeki farklı yorumlara elverişli derinliğin onun arkasına saklanarak ideolojik kavga vermeyi kolaylaştırdığını da söylemek isterim. Her ideolojik grup Yunus'un şiiriyle kendi düşünce dünyasını tahkim etmek istemiştir. 1990'lara kadar devam eden bu kavgaların eski şiddetini yitirdiği söylenebilir. Gerçi hiçbir ideolojik kesim kendi Yunus'undan vazgeçmiş değil, fakat bilgiyle konuşabilen çok az. Cumhuriyet'in ilk otuz kırk yılında Yunus Emre uzmanı olduğunu söyleyebileceğimiz çok sayıda isim vardı. Bugün üç beş isimden fazlasını söyleyemeyiz.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Mürekkepbalığı avcıları

Türkiye'de alanında bir ilk olan yazı kültürü dergisi Mürekkepbalığı yayıncılık hayatımıza eklendi. Edebiyat tarihinden grafolojiye, ekslibristen sözlükçülüğe, hat sanatından tipografiye, dilbilimden minyatür kitaplara, matbaa mürekkebinden dolmakaleme uzanan pek çok konuya odaklanan ve iki ayda bir yayımlanan dergi, ‘yazı' meraklıları için büyük bir hazine. Üçüncü sayıya hazırlanan derginin yayın yönetmeni Özge Dinç ve yazı işleri müdürü Mehmet Çelik ile konuştuk.Türkiye için bir ilk olan bu dergiye nasıl karar verdiniz?Yazı merakı bizde çok eski. Yazıyla ilgili kitapları ve dergileri alıyorduk. Ayrıca dolmakalem grubumuzda, her hafta kalem, kitap, mürekkep hakkında sohbet ediyorduk. Sonunda bir yazı dergisinin eksikliğini duyup çalışmaya başladık. Bir senelik hazırlık sonunda da ilk sayımızı yayımladık. Ancak bizim dergiyi çıkarmamız, “Bir alan buldum, dergi çıkarayım”dan ziyade, yazı derdimiz, tutkumuz, en sevdiğimiz şey olduğu içindir.İlk sayınızda Türkiye'de ‘Tavuk Dünyası’ adlı bir dergi bile çıktığını fakat yazı kültürüyle ilgili herhangi bir yayının olmadığını belirtiyorsunuz. Hat gibi benzersiz bir yazı medeniyetine sahip ülkemizde, şimdiye kadar bu alanda bir derginin çıkmamasını neye bağlıyorsunuz?Mektup, daktilo dergileri çıktı; ancak uzmanlaşma kültürü konuyu sınırlandırmaya çalışır biliyorsunuz. Bizse tersine “yazı”yla ilgili her şeyi yayımlayabileceğimiz bir dergi kurmak istedik. İlk defa Türkçe bir dergide dolmakalem incelemesi okuyoruz. Kalem, mürekkep, hat sanatı, tipografi, kaligrafi, kelime tarihi, ekslibris, el yazısı analizi, imza, yazı tarihi, matbaa, dizgi, kitap sanatları, mektup… hepsi bizim konumuz. Böyle bir derginin daha önce çıkmamasının çok sebebi olabilir: Önce daha gerekli görülen konularda yayın yapma isteği, hattatın hatla ilgilenmek varken dergi gibi zor bir uğraşa haklı olarak zaman ayırmak istememesi, yazı deyince akla yalnız kırtasiye gelmesi, konunun sınırlı olduğunun ya da ilgi görmeyeceğinin düşünülmesi, belki de sadece akla gelmemesi...Okumayı ve yazmayı seven yazı meraklılarını hedefleyen derginin adına gelirsek… Neden Mürekkepbalığı?İsim bulmak en zorlandığımız işlerden biriydi. Genel algıdan ötürü ciddi bir isim olması gerekiyormuş gibiydi. Sonra “Bir de mürekkep şişesinde balık olsam” der gibi bir ruh haliyle derginin adını Mürekkepbalığı koymaya karar verdik. Hem mürekkepbalığını hatırlatan (tehlikeye karşı mürekkep sıçratmak ne güzel, değil mi?) hem de kendimizi mürekkep içecek takıntıda gördüğümüz için bu isim uygun düştü. Telefonda “Merhaba, Mürekkepbalığı'ndan arıyorum.” cümlesine aldığımız tepkileri tahmin edersiniz...“Yazının değişime uğradığı şu günlerde, ‘yazı'nın hayatımızdaki yerini hatırlatmak, tartışılmasını sağlamak, yeni kişilere ulaşmak.” gayesiyle yola çıktığınızı söylüyorsunuz. İkinci sayınız çıktı. Yazı tutkunu okurların ilgisi nasıl, ne tür eleştiriler aldınız?Biz beş arkadaş, kendi aramızda eğleniriz diye düşünüyorduk. Ama her yerden e-postalar, söyleşi teklifleri, tebrikler geliyor. Yazıya meraklı insan sayısı sandığımızdan çok daha fazla. İlk sayıda el yazısıyla yazılan editör notumuza gelen “El yazınızı geliştirin” eleştirisinden başka olumsuz bir şey duymadık. Okurlarımız, İstanbul dışındaki yerlerden, o yöreye özgü şeyler gönderiyorlar. Giriş yazısının üstüne, “nazire” yaparcasına kalemini koyup fotoğrafını çekenler bizi duygulandırıyor. En sevdiğimiz şey ise bize yazan okurlarımızın söze hep “dergimiz” diye başlaması. Biraz da onun için “dergi günlüğü” tutmaya başladık; “Dergi niye iki ayda bir çıkıyor!” sitemlerine karşı halimizi anlatmak için. Dergiciliğin zorluğuyla ilgili her gün bir şey öğreniyoruz. Öğrendiğimiz şeylerden biri de, başladığınız işi saçma buluyorlarsa, tam da bu yüzden devam etmeniz gerektiği.Dergi günlüğünüzde, bazı şehirlerde dağıtım sorunu yaşadığınızı okuduk. Sorun çözüldü mü?Çözülmedi. Sebebi de şu: Ya siyah beyaz, tasarımcıya para vermeyeceğimiz bir dergi yapacaktık ve dağıtımcılara koca paralar verebilecektik. Ya da kuşe kâğıda, tasarımı önemseyen, renkli bir dergi yapacak ve dergiyi kendimiz dağıtacaktık. Mantıklı insanlar olmadığımız için biz ikincisini seçtik! Dağıtım sorununu 10 Mayıs'ta çıkacak üçüncü sayımızda umarız çözmüş oluruz.“Mürekkepbalığı bir dergi değil bir harekettir!” diyorsunuz. Bundan ne anlamamız gerekiyor? Bir de bu ‘ince' hareketin ajandasında dergi dışında başka neler var?Bu yıl başlayacak kalem, kaligrafi atölyeleri, söyleşiler, fotoğraf sergileri, çocuklara özel yazı toplantıları, kitaplar, en iyi malzemeden kendi ürünlerimizi üretmek, festivaller, yazı müzesi, yazıevi, yarışmalar ve başka hayaller.

22 Nisan 2014 Salı

Gündüz gece kitap günü

23 Nisan, 1995’ten bu yana Dünya Kitap Günü olarak kutlanıyor. İngiltere’deki The Reading Agency adlı kurum ise bugüne paralel olarak 2011’de bir etkinlik başlattı. Dünya Kitap Gecesi’nde (World Book Night), kitapseverler buluşuyor, kitap dağıtılıyor, okumaya teşvik ediliyor.Cervantes ve Shakespeare gibi birçok ünlü yazarın doğum ya da ölüm günü olan 23 Nisan, UNESCO tarafından 1995’ten bu yana Dünya Kitap Günü olarak kutlanmakta. Bugüne paralel olarak İngiltere’deki The Reading Agency adlı kurumun 2011’de başlattığı ve sonrasında İrlanda ve Amerika gibi ülkelerde düzenlenen Dünya Kitap Gecesi (World Book Night) bu yıl da kitapseverleri buluşturacak. 2011’den bu yana 46 bin gönüllü sayesinde iki milyon kitabın dağıtıldığı bu uluslararası etkinlik, kitapları sevdirmek ve kitapseverleri bir araya getirmek için yola koyulmuş. Yayıncıların, yazarların, kitabevlerinin, okurların ve kütüphanelerin de dahil olduğu bu geniş katılımlı Dünya Kitap Gecesi’nin ajandasına bu yıl ‘etrafınızdakilere 23 Nisan’ı bahane ederek kitap armağan edin’ önerisi eklenmiş.Ülkedeki pek çok kitabevi ve kütüphanenin etkinliğin bir parçası olduğu Dünya Kitap Gecesi’nin en büyük amacı, ülkedeki okuma alışkanlığını artırmak. Etkinlik komitesi bunun için her yıl farklı türde 20 kitap belirlerken, yeni yazarların tanınması ve daha fazla okunması için çaba harcıyor. Gönüllüler de kitapevlerine ve kütüphanelere dağıtılması için bırakılan kitapları hastanelere, hapishanelere, komşularına, yoldan geçenlere ve eline hiç kitap almamışlara ulaştırıyor. Ülke genelinde bir nevi okuma seferberliği gerçekleştiriliyor.Etkinlik kapsamında İngiltere’de bu yıl, 20 farklı yazarın toplam 250 bin kitabı dağıtılacak. Yayıncılar ve sponsorların desteğiyle yüz binlerce kitabı okurlarla buluşturacak Dünya Kitap Gecesi’nde, eserleri dağıtılacak yazarlar arasında Agatha Christie, Armistead Maupin, John Boyne, Roald Dahl ve Cruz Smith gibi isimler var. Özel baskı olan kitapların her birine o yılın Foyle Genç Şair Ödülü’nü kazanan ismin şiiri ekleniyor.Etkinliği düzenleyen kurum, bu yıl özellikle erkek okurları hedeflemiş, zira önceki yıllarda kadınların ilgisi daha yüksek olmuş. Kütüphanelerde ve kitapçılarda okur ve yazar buluşmalarının da yer aldığı Dünya Kitap Gecesi’ne katılım her yıl daha da artıyor. Bunun yanı sıra The Reading Agency, dünyanın dört bir yanına çağrı yaparak Dünya Kitap Gecesi’nin başka ülkelerde de gerçekleşmesi için girişimlerde bulunuyor. Türkiye’den de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ya da köklü bir yayınevinin bu işe talip olması tüm dünyada coşkuyla kutlanan 23 Nisan Dünya Kitap Günü’nün daha renkli geçmesine vesile olacaktır kuşkusuz. (www.worldbooknight.org)

21 Nisan 2014 Pazartesi

‘İstanbullular bir gün sesini yükseltecek’

Emine Uşaklıgil, geçtiğimiz günlerde Can Yayınları’ndan çıkan “Bir Şehri Yok Etmek/ İstanbul’da Kazanmak ya da Kaybetmek” isimli kitabında İstanbul’un dokusunu kaybetme sürecini her yönüyle ele alıyor.Kitabınızda Turgut Cansever’e ait bir hikâye paylaşıyorsunuz: Cansever’in 1943’te girdiği ilk şehircilik dersinde hocası Alman Mimar Oelsner öğrencilerine “Türkiye için ne yapmalı?” diye soruyor. Sonra da cevaplardan tatmin olmayarak “Dua etmeli…” diyor: “Dua etmeli ki belediye kasalarındaki imar planlarını uygulayacak yöneticiler çıkmasın…” Kimse dua etmemiş olacak ki bugün bu durumdayız. Peki, şimdi yapmamız gereken ne? Ya da ne kaldı? Özellikle yerel seçimlerden sonra… ‘İstanbul kurtulabilir mi?’ sorusuna cevap ararken şu verileri göz önünde bulundurmak gerekir. İstanbul’un hem planlama hem de kendine has bir biçimde planlama(ma) kurbanı olması gelişme sürecini etkiledi. Keza toprak ve gayrimenkul temelinde zenginleşme ve sınıf atlama hırsı İstanbul’un kaderini yönlendirdi. Şehrin merkezi alanlarını yıkarak, yeniden inşa ederek yoğunlaştırma politikası bizi bugünlere getirdi. Bu yaklaşım tarihi mirasımızın ve şehir etrafındaki tarım ve yeşil alanların yok olmasına yol açtı. Yerel seçim, genel seçim miydi yoksa referandum muydu bir yana; zaten merkeziyetçi olan yapıyı daha da merkeziyetçi hale getirdi. Bu durumda yerinden yönetim imkânları çok sınırlı. İstanbullular karşı çıksa da, Ankara’da hangi projeler uygun görülüyorsa, uygulanıyor. İstanbulluların söz hakkı yok ve şehirlerine sahip çıkmaları pek kolay değil. Ama yine de sivil toplum mahalle düzeyinde yeni organizasyon modelleri çıkartabilir; muhtar ve ihtiyar heyeti için tanımlanan görevler, içleri doldurularak, mahalle düzeyinde katılımın önünü açabilir; bu şekilde Kent Konseyleri ilçe düzeyinde önem kazanabilir. Konuşuyoruz, dertliyiz… Ama çoğumuz o dert yandığımız projelerde oturuyor. Tanıdığım herkes kredi ödüyor. Mülk sahipliği çok önemli bir ihtiyaç. Bu durumda o kentlilik bilinci geniş kitlelerce nasıl benimsenecek? İstanbul kaçınılmaz olarak çok ciddi altyapı sorunlarıyla karşılaşacak ve bu durum gayrimenkullerin değerini düşürecek. İstanbul’da kamuya ait bütün açık alanlar ve kamu arazileri inşaata açıldı, özelleştirildi, satıldı ve üzerlerine yüksek emsaller verildi. İstedikleri yere, arzu ettikleri kadar imar hakkı vermeye muktedir TOKİ-Çevre ve Şehircilik Bakanlığı-Özelleştirme İdaresi üçlüsü sınırsız rantın dağıtıcıları konumunda; İstanbul’un ise bu ranttan fayda gördüğü yok. Er geç İstanbullular bunları anlamaya başlayacaklardır. Şunun da ayırımına varacaklardır: Türkiye’deki toplam katma değerin yüzde 27’si İstanbul’da oluşuyorken, nüfusun yüzde 18’i İstanbul’da yaşıyorken, vergilerin yüzde 42’si İstanbul’da toplanırken; İstanbul’da yapılan kamu yatırımları, toplamın yüzde 6’sının altında. İstanbullular bir gün bu konuda seslerini yükselteceklerdir mutlaka. Tarih boyunca neredeyse tüm kentler defalarca yağmalanmış. Hatta yıkılıp yeniden kurulmamış tek bir kent bile yoktur belki. Sebep; kimi zaman doğal afetler, kimi zaman savaşlar, çoğu zaman da liderlerin şehre damga vurma isteği… Yeni değil bu. İstanbul’a özgü de değil. İstanbul’daki yıkım Atatürk zamanında; Prost’la başlıyor; Menderes ve Özal’la devam ediyor. Bu defa daha da yanlış giden ne? 2002’den bu yana yaşananların, İstanbul’un başına gelenlerin farkı ne? AKP ciddi bir rant verimliliğini sağladı, rantı daha geniş kesimlere yaydı, tüketim arttı ve yüksek oranda sermaye birikimi oldu. Geçmişle farkı şöyle özetlemek mümkün: Ekonominin başarısı inşaat sektörüne bağlandı, şehir konusunda tek karar verici Ankara oldu, her engel hukuk yoluyla bertaraf edildi. İstanbul’da son dönem yaşananlar açısından ortaya çıkan tabloyu şöyle özetlemek mümkün: “Kentsel dönüşüm” çerçevesinde hayata geçirilen faaliyetler engel tanımıyor. Zira her adımda engelleri bertaraf eden yasal kalkan adım adım oluşturuldu. 2012 tarihli Afet Yasası bu kalkanı güçlendiren son aşama. 2013 yılının ilk yarısında Bakanlar Kurulu kararlarının yüzde 60’ının imar ve gayrimenkule ilişkin olması bugünkü durumun özelliklerini özetliyor sanırım. Afet Yasası arazi açmak için kullanılıyor, kentsel dönüşüm yasası mülkiyet hakkını kaldırıyor ve üstelik bunların dönüşü yok. Ormanlar, Yenikapı, Sulukule, Tarlabaşı, Ayazma… Sırada bir sürü yer. Ama kentsel dönüşümün aslında iyi, faydalı bir şey olduğunu düşünenler var. Aslında tabii öyle olmalı da… Ama nasıl uygulanırsa? İnsanları çil gibi yerinden etmeyen, yerinde yapılan bir kentsel dönüşüm elbette yararlıdır, hele deprem tehdidi altındaki bölgelerde. Fakat o bölgelerin çoğu rant potansiyelini taşımadıkları için, kentsel dönüşüm ciddi deprem riski altındaki bölgelere pek uğramıyor, inşaata dayalı ekonomik büyüme modeline hizmet ediyor, gerçek deprem tehdidi de kesinlikle bertaraf edilmiyor. Kaldı ki ekonominin lokomotifi olarak inşaat sektörünün seçilmesi, yerindenlik ilkelerini hayata geçirmek şöyle dursun, yerel yönetimlerin yetkilerinin merkezileştirilmesine yol açıyor. Üçüncü köprü, 3. havaalanı ve hatta kanal… Yapılırsa, yani gerçekten yapılırsa… Bu kadar araştırmanın ışığında ne dersiniz? Kuzey Ormanları’nın yok olması İstanbul’un tamamen ormansız, deresiz, susuz, havasız kalması demek. Profesör Haluk Gerger’e sormuştum: “Bütün yetkiler sizde olsa, acilen iptal edeceğiniz projeler hangileri olurdu?” Tereddütsüz cevap vermişti: “Bir kere üçüncü köprüyü derhal iptal etmek lazım. Kanal projesine gelince, hâlâ yapacaklarını düşünmüyorum, lakin benim yapamazlar dediğim her projeyi yapıyorlar.” Şeffaflıktan uzak, hangi araştırmalara dayandırıldığı meçhul, İstanbul’un geleceğini ipotek altına alan bir proje gerçekten.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Anlatmak için yaşadı

Dünya edebiyatının en büyük ustalarından, Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez, önceki gün 87 yaşında hayata veda etti. Anılarında anlatmak için yaşadığını söyleyen Gabo, ardında bir Nobel ödülü, büyük bir külliyat ve yas tutan her milletten, her yaştan okurlar bıraktı.“İyi bir hikâye anlatmak en büyük tutkum.” demişti Gabriel García Márquez bir söyleşisinde. Uzun ve verimli edebi kariyerine pek çok iyi hikâye sığdırdı, “sevilmek için” yazdığını söyledi. Tam da öyle, “yüzyılın en iyi yazarıydı”, “en sevdiğim yazardı” cümleleriyle uğurlanıyor birçok dilde.Gabriel García Márquez 87 yaşındaydı. 1999’dan beri kanserle mücadele ediyordu. Ardında, hep sevgiyle andığı eşi ve edebi kariyerinin en büyük destekçisi Mercedes Barcha Pardo’yu, oğulları Rodrigo ve Gonzalo’yu, büyük bir külliyatı ve yas tutan her milletten ve her yaştan okurları bıraktı. Márquez, 1947’de ilk öyküsü El Espectador’da yayımlandığında 20 yaşındaydı. Ülkesi Kolombiya, yüz binlerce insanın öldüğü bir şiddet sarmalından, La Violencia adıyla bilinen bir dönemden geçmiş, bu süreç ülkenin özellikle kırsal kesimlerini kan gölüne çevirmiş, yoksulluk ve kaos içinde bırakmıştı. Gabo ya da doğup büyüdüğü Kolombiya kırsalında anılan adıyla Gabito, neredeyse 70 yıllık edebi kariyeri boyunca ülkesini sarsan bu dönemin ve daha sonra yaşanan, bitmek bilmeyen iç savaşın, gerilla çatışmalarının, uyuşturucu kartellerinin gölgesindeki toplumsal, siyasi buhranların hikâyesini anlattı. Ama anlattığı, yerel göndermelerle örülü olsa da sadece Kolombiya’nın değil, kendi deyişiyle en önemli temasının, “yalnızlığın” da hikâyesiydi. Márquez fiziksel yalnızlıktan çok psikolojik yalnızlığı, gücün yalnızlığını, durmadan her insanda yeniden tekrarlanan bir yalnızlık döngüsünü betimledi. Hiç şüphesiz yazara duyulan hayranlığın en önemli nedenlerinden biri, 1967’de yayımladığı başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık’tı. Onu sadece Latin Amerika’nın değil, dünya edebiyatının da ustası yaptı bu roman, çevrildiği otuzdan fazla dilde okur bularak. Latin Amerikan edebiyatı patlamasını ya da bilinen adıyla “boom”u da temsil eden roman oldu Yüzyıllık Yalnızlık. Márquez en çok bu romanıyla büyülü gerçekçiliğin ustası olarak anılsa da, o büyülü görülen gerçeklik aslında ülkesinin kendi gerçeğiydi. Bunu 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken ve birçok söyleşisinde dile getirdi. Gabo’ya göre, hikâyelerini geliştirmek için pek az düş gücüne gereksinim vardı.Márquez, William Faulkner’dan Ernest Hemingway’e, Jorge Luis Borges’ten James Joyce’a dünya edebiyatının en önemli yazarlarını okumuş, onlardan ilham almış ama kendi deyişiyle kimseyi taklit etmemek için büyük özen göstermişti. Eserlerine tarihin ve geçmişe duyduğu derin özlemin gölgesinin düştüğünü hep belirtti. En önemli kaynağı kişisel deneyimleriydi. 1975’te yazdığı “Başkan Babamızın Sonbaharı” ve “Labirentindeki General” dünya edebiyatının en önemli siyasi romanlarından ikisi olarak değerlendirildi. Márquez, yaşamı boyunca, kimi zaman bu özelliğiyle eleştirilse de siyasi güce hep yakın olmuştu. En yakın dostu Küba lideri Fidel Castro’yu tüm eleştirilere ve kendi düşünceleriyle yer yer çelişmek pahasına yalnız bırakmadı. Gabo’nun siyasi duruşu kimliğinin ayrılmaz bir parçası oldu, bundan her zaman hoşnut olmasa da, dünya liderlerinden seçtiği dostları ve sol eğilimli duruşu bu kimliği kaçınılmaz kıldı.GAZETECİLİĞE DÜŞKÜNDÜYaşamının büyük bölümünde sürdürdüğü ve bazı söyleşilerinde asıl mesleği olarak nitelediği gazetecilik de siyasi kimliğini öne çıkaran unsurlardandı. Gabo, Latin Amerika’da “periodismo militante” denilen sol siyasi gazeteciliğinin öncülerindendi ve gazetecilik kurumunun Latin Amerika’da gelişmesinde önemli rol oynadı. Öyle ki, Nobel ödülünden kazandığı parayı bir gazete satın almak için kullanacak kadar düşkündü gazetecilik mesleğine. Gazeteciliğinin kurguya etkisi olduğunu, ona çalışma disiplini verdiğini söylüyordu. Aynı zamanda, köşe yazıları ve araştırmacı gazetecilik türünde, “yeni gazetecilik” akımına yakın bir türde yazdığı Bir Kaçırılma Öyküsü gibi kurgu dışı kitaplar da yayımladı.Gabo, 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almadan bir yıl önce, ülkesindeki siyasi karışıklık nedeniyle Meksika’dan siyasi sığınma istemişti. Ülkesinden ayrıldıktan sonra ona pek çok ülke kucak açtı. Márquez vaktini Mexico City, Paris ve Barcelona arasında böldü, bu şehirlerde birbirine benzer şekilde bembeyaz döşediği evlerde yazmaya devam etti.Gabo, özenle seçtiği bu kelimelerle örülü pek çok hikâye bıraktı bize, kendisinin de arzu ettiği gibi, o hikâyelerle sevildi ve ölümsüzleşti. Yazarın kendisi olmasa da, Buendía ailesi, Santiago Nasar, Kolera Günlerinde Aşk’ın unutulmaz kahramanları Fermina Daza ve Florentino Ariza, Albay’a Mektup Yok’un isimsiz kahramanları bize çevireceğimiz bir sayfa kadar yakın. O nedenle bugün Gabo’yu anmanın en iyi yolu hikâyelerinden birine dönmek ya da ‘evim müziğimin olduğu yerdir’ diyen yazarın o çok sevdiği vallenatolardan birini dinleyerek edebi kariyeri boyunca hep yeniden tanımladığı, gösterdiği, yaşattığı ve “anlatmak için yaşadığı” o görkemli insanlık haline, yüzyıllık yalnızlığa çekilmek...

İnci Ertuğ'un 'Elan Vital' sergisi Ankara'da

Ressam İnci Ertuğ'un 11. 'Elan Vital' (Hayat Hamlesi) başlıklı kişisel sergisinin güzergahı, bu kez sanatçı için çok özel bir şehir olan Ankara'da sanatseverlerle buluştu. Başkentli sanatseverler, sergiyi 1 Mayıs 2014 tarihine kadar Cer Modern'de izleyebilecek.Cer Modern'de, Başkent ve İstanbul'dan gelen sanatseverlerinin katılımıyla düzenlenen kokteylin ardından açılan sergide, sanatçı Ertuğ yine resim serüvenine temel oluşturan mekan, zaman ve hafıza izlerini takip ediyor. Fransız düşünür Henri Bergson'un hayata yönelik geliştirdiği 'Elan Vital' kavramından yola çıkarak bu izlerin sürekli yeniden biçimlediği olayları ve hayatları görsele tercüme ediyor.Renk, doku ve desen katmanları aracılığıyla şifrelenen her tuval sanatçının resim dilindeki yeni tahayyül sınırlarını belirliyor. 'Elan Vital' ana temasında yeniden anlam kazanan kavramsal diziler böylece ortaya çıkıyor. Sergi, 3 yan temayı içinde barındırıyor.'Ex abstracto'; İnsanın kendisine, çevresine ve dünyaya dair görsel/düşünsel izlenimlerinin soyutlandığı kompozisyonlar dizisi.'Strata'; Zaman, mekan ve hafıza katmanlarının - doğal ya da yapay - farklı nesnelerle ifade edildiği dizi.'Imago'; bilinç dışında gelişen, benliğe ve varoluşa dair içsel / düşsel, zamansal / mekansal eşiklerin görünür kılındığı dizi.Sergi, Pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 saatleri arasında, Perşembe günü ise saat 20.00'ye kadar izlenebilecek.(DHA)

18 Nisan 2014 Cuma

Cübbeni çıkar da gel!

33. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde yer alan ‘İtirazım Var’, bugün gösterime giriyor. Onur Ünlü imzalı filmde, dedektifliğe soyunan sıra dışı bir cami imamının öyküsü anlatılıyor. Polisiyenin klasik kalıplarına sadık kalan film, polisiye yönüyle yabancı, söylemleri itibarıyla yerli bir yol izliyor. Sinema anlamında ise tatmin edici olmaktan uzak.Onur Ünlü, polisiyenin kalıplarına sadık kaldığı ‘İtirazım Var’ filmini bir cami imamının etrafında şekillendirmekle kalmıyor. Filmin açılış sahnesinde cami içi görüntülere bindirilmiş Şah Hatayi deyişi ile de başka bir tartışma zemini aradığını gösteriyor. Bağlama çalan bir ‘Diyanet imamı’nın (Serkan Keskin) sesinden dinlediğimiz bu Alevi deyişi, imamın satranç merakıyla kesintiye uğruyor. Derken, namaz sırasında cemaatten biri cinayete kurban gidiyor. Fakat bir süre sonra anlaşılıyor ki, maktul bir tefeci, yani ‘faiz lobisi’nden! Hikâye şöyle:Gençliğinde boks eğitimi almış, askerliğini komando olarak yapmış, yüksek lisansını antropolojiden bitirmiş, satranç tutkunu ve bağlama çalan imam Selman Bulut’un görev yaptığı camide bir cinayet işlenir. Selman Bulut, polisin pek de ilgilenmediği cinayeti çözmek için kolları sıvar. Başta, caminin müezzini Efrahim olmak üzere herkes şüphelidir; imam da polisin şüphelisi... Selman Bulut, cinayeti çözmek için yeteneklerini kullanarak dedektifliğe soyunur.‘İtirazım Var’, Onur Ünlü’nün 10 film olarak planladığı Milli Cinayet Koleksiyonu serisinin üçüncü filmi (diğerleri ‘Polis’ ile ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’). Polisiyenin klasik kalıplarına sadık kalan yönetmen, doğrudan Sherlock Holmes’u referans vererek yolunu çiziyor. Hatta, BBC dizisi ‘Sherlock’un müziklerinden tınılar kullanarak bu algıyı pekiştiriyor. Ancak Selman Bulut karma bir karakter; sinema ve televizyondan aşina olduğumuz tüm dedektiflerden bir parça var. En önemli özelliği ise yerli olması.DİYANETİN Mİ ELİAÇIK’IN MI İMAMI?Filmde olayların hızlıca ve biraz da yalap şap olup bitmesi, artık alıştığımız Onur Ünlü tarzından kaynaklanıyor. Yönetmenin bir türlü bırakamadığı ‘klip hastalığı’ ise bir başka handikap; ama arabesk damarımızı da beslemiyor değil! Sinema anlamında pek tatmin etmeyen filmin esas kıymeti ise ülkemizdeki dindarlık hallerine dair söylediklerinde yatıyor. Ne var ki bunu yaparken, alabildiğine geniş bir alanı olan dinin yorumu içinde İhsan Eliaçık’ın sosyalist/antikapitalist Müslümanlık anlayışını referans alarak elini zayıflatıyor. Haliyle, meyhanede ‘Bismillah’ deyip -kerhen- içki içen imam Selman Bulut, birkaç sahne sonra fıkıh hakkında ahkâm kesince bir karikatür malzemesi oluveriyor! Son birkaç ayda medya ve siyasete yansıyan halleriyle erozyona uğrayan Müslümanlık anlayışının karşısına İhsan Eliaçık’ın sosyalist İslam’ını koymak ve meselenin bu şekilde düzeleceğini ümit etmek Onur Ünlü için bir çözüm olabilir. Ancak bu taraftan bakınca ‘al birini vur öbürüne’den başka bir şey görünmüyor.İtirazım Var, açılış sahnesinden başlayarak, şimdiye kadar hep ‘minder dışından’ sinemaya aksetmiş memleket meselelerini mindere çekiyor. Bunu yaparken olabildiğince iyi niyetli, saygılı ve ölçülü; ama asla çekingen değil. Sözünü hiç sakınmıyor; lafı ağzında geveleyip eğip bükmeye çalışmıyor. Diyanet-dindarlık meselesine dair yaptığı ve seyirciyi güldüren incelikli göndermeler, esasen insanın içini acıtan, ‘kan kusturan’ dertlerimiz. Doğrusu, sıra dışı imam Selman Bulut özelinde perdeye yansıyan bu dertlerin, asıl muhataplar yani memleketteki Müslümanlar nezdinde ne denli geçer akçe olduğu belirsiz. Yolsuzluğun, yalanın, iftiranın, konformizmin, toplumun bir kesimini şeytanlaştırıp hedef göstermenin, kendinden başkasını yok saymanın sıradanlaştığı bir ‘muhafazakârlaşma’ ortamında Selman Bulut’un etkisinin sarsıcı olması beklenirdi. Ne var ki, bir hayli naif kalıyor. Zira filmdeki iğnelemelere konu olan hallerin ve uygulamaların katbekat fazlası her gün tüm gerçekliğiyle canımızı acıtmaya devam ediyor.‘İtirazım Var’, bu tür dertleri gündeminde çok gerilere ötelemiş ‘muhafazakâr’ kitleden ziyade, muhafazakâr olmayan kitlenin daha çok hoşuna gidecek nitelikte. Zira o taraftan bakıldığında, “Şu dindarlar, biraz sosyalist olsa her şey daha güzel olur!” fikrini destekleyen bir film. İmam Selman Bulut, hemen her fikri ve haliyle İslam’ın sosyalizmle örtüştüğünü savunan İhsan Eliaçık’ın sinemada tecessüm etmiş hali. Nitekim filmin bir sahnesinde Bulut’un verdiği vaaz, İhsan Eliaçık tarafından yazılmış.Son söz olarak; Müslümanlar, Müslüman gibi yaşasa ve dinin ana meselelerini ve Hakk’ın hatırını siyasetten ya da devletten daha evla bilseler, hayatlarını o şekilde kursalar herhalde Selman Bulut’un önümüze koydukları bu kadar içimizi acıtmazdı. Ama acıtıyor işte…

17 Nisan 2014 Perşembe

‘Enver Ercan diye de biri varmış, az da olsa şiir yazmış...’

Türkçenin Dudaklarısın Sen adlı kitabıyla Necatigil Şiir Ödülü’ne değer görülen Enver Ercan, ödülünü dün Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı’nın Feriye Tesisleri’nde düzenlenen törenle aldı. Edebiyat dünyasından çok sayıda ismin katıldığı törende, adı en çok anılan isim 35 yıl önce aramızdan ayrılan usta şair Behçet Necatigil’di. Enver Ercan ile, ‘Türkçenin Dudaklarısın Sen’i ve Necatigil Ödülü’nü konuştuk.Şair Enver Ercan, Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman adlı kitabından 17 yıl sonra Türkçenin Dudaklarısın Sen (Varlık Yayınları) ile çıkageldi. Ercan’ın; Dağlarca, Oktay Rifat, Attilâ İlhan, Cemal Süreya, Ece Ayhan gibi çağdaş şiirimizin ustalarına selam gönderdiği ve iç sancıların dile geldiği kitap, şaire Necatigil Şiir Ödülü’nü getirdi. Necatigil’e ve ödülüne yaraşır işler yapmanın artık boynunun borcu olduğunu söyleyen şair, kendi şiiriyle ilgili olarak, “Enver Ercan diye de biri varmış, az da olsa şiir yazmış, çok da kötü değilmiş hani, desinler bana yeter.” diyor.Türkçenin Dudaklarısın Sen adlı kitabınızla Necatigil Şiir Ödülü’ne değer görüldünüz, ödül size nasıl bir sorumluluk getirdi?Behçet Necatigil, şiirimizin büyük ustalarından. Sadece şiiriyle değil, yazıları ve çevirileriyle de kendisinden sonraki kuşakların kendilerini eğitmesinde büyük katkısı var. Bu nedenle de onun adına verilen ödülün şiir dünyasında yeri her zaman özeldir. Böyle bir ödüle değer bulunmak onurdur elbette. Bu onuru sürekli taşıyabilmek için de Necatigil’e ve ödülüne yaraşır işler yapmak boynumuzun borcu artık.Az yazıyorsunuz… 1997’de yayımladığınız Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman adlı kitabınızdan sonra neden bu kadar beklediniz?Necatigil usta, “bazı şiirler bekler bazı yaşları” der ya, bende de öyle oldu sanırım. İnşallah yaşımız gelmiştir, bundan sonra daha üretken oluruz.Türkçenin Dudaklarısın Sen’de Dağlarca, Oktay Rifat, Attilâ İlhan, Cemal Süreya ve Ece Ayhan gibi dokuz şairle rüyada evlerinde söyleşiyorsunuz. Rüyanızda gördüğünüz şairlerin hepsinin ölmüş olması bilinçli bir tercih mi? Bunu bir hesaplaşma olarak da görebilir miyiz?Hesaplaşma değil, bilinçli bir tercih de değil aslında. O şairlerle birçok kez bir araya geldim. Dostluklarını esirgemediler. Anılarımız oldu. Bu anıların bir bölümünde onların şairliklerinin gizlerine uzanan ayrıntılar vardı. Bu ayrıntılar benimle beraber yok olup gitsin istemedim, şiir dünyasına katkım olsun istedim. Gerçi Kemal Özer ve Arif Damar da var. Onlar da rüyama girerler diye bekliyorum.Adına verilen şiir ödülüne layık görüldüğünüz ve birçok şiirinde ev metaforu baskın olan Necatigil, “evler şairi” olarak da anılır. Türkçenin Dudaklarısın Sen’de yer alan rüya-şiirlerinizde mekân olarak evi seçmenizin nedeni nedir?Şiirler, onların evlerinde yaşanan anlardan oluşuyor. Tabii kurgusal bir şeyler de yok değil. Bir tek Ece Ayhan şiiri “Ece Ayhan’la Evimde” başlığını taşıyor. Bildiğiniz gibi, belli bir mekânı yoktu Ece Ayhan’ın. Cemal Süreya’ya sormuştum bir gün “Ece Ayhan nerede kalıyor?” diye. “Gittiği yerde” demişti. Şimdi siz söyleyince farkına vardım; evet Necatigil “evler” şairi olarak nitelenmişti. Fakat benim tam da katılabileceğim bir niteleme değil bu; Necatigil dizelerini sokaklarda dolaştırmasını en iyi bilen bir şairdi aynı zamanda.Ömer Erdem, Türkçenin Dudaklarısın Sen hakkındaki yazısında, bir önceki kitabınız Geçti Her Şeyi Öpüyor Zaman’daki “iç iddia, şiirsel varoluş daha şiddetli” yorumunu yapıyor. Buna ne diyeceksiniz?Epeydir varoluş meselesini içselleştirdiğim bir süreç yaşıyorum. Bundan olabilir. Ömer Erdem doğru yerden bakmış şiirlere, ama inanın Ömer Erdem’in yazısını okuduğumda tam olarak farkına vardım bunun. İnsan kendisine içeriden iyi bakamıyor.Kitaptaki “Oktay Rifat’ın Evinde” adlı şiirinizde “bak” diyor “elli sene sonra şiirlerimi okuyanlar / tam becerememiş ama meselenin farkına varmış desinler / bu bana yeter.” mısraları geçiyor. Elli yıl sonra siz nasıl anılmak istersiniz?Oktay Rifat öleli 25 yıl oldu. Zamana direnen bir şiir yazdı ki bugün de okunuyor. O kadar dayanıklı olacağımı kestiremiyorum. Yine de ümit etmek güzel şey. Hadi bunu 25 yıla indirelim ve diyelim ki 25 yıl sonra birileri “Enver Ercan diye de biri varmış, az da olsa şiir yazmış, çok da kötü değilmiş hani.” desinler bana yeter.

Azerbaycan'da doğanın korunması için heykel sergisi açıldı

Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de doğanın korunması amacıyla açık havada heykel sergisi açıldı. Haydar Aliyev Kültür Merkezi bahçesinde sergilenen heykellerin yapımında pet şişeler, araba lastikleri, metal plakalar ve ahşap malzemelerin kullanılması dikkat çekiyor.Bir sivil toplum kuruluşunun öncülüğünde gerçekleştirilen projede, baharın gelişi ve tabiatın korunması konusu ile birlikte geri dönüşümün önemi vurgulanıyor. Sergilenen eserlerden birinin yanına koyulan çevrecilik andı ise ilgi odağı oluyor. Çevrecilik andında, ''Ben yer küresinin bir sakini olarak aşağıdaki bu düğmeyi basmakla ekolojik dengenin korunması için her zaman dikkatli olacağıma, yeşili koruyarak ve arttırarak doğaya katkı sağlayacağıma, çevremi kirletmeyeceğim ve tanıdığım herkesi bu konuda bilgilendireceğim konusunda ant içiyorum'' yazıyor. Serginin ziyaretçilerinden Kamuran Halilov Cihan Haber Ajansı'na(Cihan) yaptığı açıklamada, tabiatın korumanın önemine işaret etti. (CİHAN)

16 Nisan 2014 Çarşamba

Vecd gerek bize, vicdan gerek

Günümüz edebiyatının genç ve güçlü kalemlerinden şair-yazar Hüseyin Akın, baharı bir şiir, üç deneme kitabıyla karşıladı. "Sevmek, Karanfil ve Kiraz", Akın'ın 1986-2003 yılları arasında yazdığı tüm şiirleri bir araya getiriyor. Modernizm eleştirisi olarak adlandırdığı "Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli", geçen hafta okurla buluşan "Yalan Dünyanın Yanlış İşleri" ve mayıs başında yayımlanacak olan "Hu Dönüşü", yazarın son dönemde yazdığı denemelerden oluşuyor.Akın, denemelerinde ‘meşgul ile meşgule hanım'ın bitip tükenmeyen işlerine, yalansız hava sahasına, marketizm ideolojisine, slogan kuşağına, firavunlaşma temayülüne ve daha birçok konuya odaklanıyor ve artık öyle bir zamana geldik ki, ‘kalplerimizi tekzip değil, tahsis etmek gerektiğini' söylüyor.'Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli' neden modernizm eleştirisi?Bütün müştemilatıyla modern hayatın kıskacı içindeyiz. Artık kaybolmak bile neredeyse imkânsız hale geldi. İletişim ağları ile çepeçevre kuşatılmışız. Yolunuzu gözleyen değil, yolunuzun üstünde sizi gözetleyen birileri var. Birkaç dakika bile kendimizle baş başa kalamıyoruz. Kendimize gelsek, kendimizden de geçebileceğiz. Vecd gerek, vicdan gerek. İkisi de kaybolup kendine dönmeyi ve kendine gelip kaybolmayı işaret ediyor. Vecd kendinden geçmiş kalbin halidir, ama aynı zamanda “bulmak” fiilinden türemiştir, kaybolup kendine avdet etmek gibi bir anlamı içeriyor.Kimse kaybolmak istemiyor aslında, tam tersine herkes görünür olmaktan çok memnun, öyle değil mi?Kaybolmak aslında kişinin kendine rücu etmesidir. Kaybolmadığınız zaman neredesiniz? El cevap: Her yerdesin ama kendinde değilsin. Ama biz birbirimize tutunarak yaşıyoruz. İnziva yapabileceğimiz, münzevi olabileceğimiz ne mekânlar, ne imkânlar kaldı ne de kelimelerimiz var. Modern hayat, yolumuzu yordamımızı, kelimelerimizi, cümlelerimizi, reflekslerimizi, her şeyimizi değiştirmiştir. Artık birbirine benzeyen insanlar, evler, sokaklar, adresler var. O müstesna kişiliğimiz ortadan kalkmıştır. Bugün insanlar, dine karşı bir din ile muhataplar. Modernizm semavi dinlere kendi rengini ve kokusunu bulaştırmak isteyen bir tür ‘karşı din'dir.Nasıl bir din?Modernizm, dine karşı bir dindir. Masum görüntüsü içerisinde giyimimizi, kuşamımızı, inançlarımızı, aile hayatımızı, hepsini bizim ona gönüllü oluşumuzla değiştiriyor. Modernizm önce bizi icbar ediyor: ‘Çağa uymuyorsun, çağ dışısın, adapte olamamışsın, gelişmemiş varlıksın.' şeklinde bizi itham ediyor. Biz aslında dini yanlış tanımlıyoruz. Zannediyoruz ki din somut ibadet şekilleri olan, tanzim edilmiş düsturları bulunan bir şey. Hayır. Bugün bize dayatılan yaşam şekillerinin hepsi gelenekselleştikçe din haline geliyor.İki deneme kitabınızdaki yazıların başlıkları, birkaç cümlede çok şey anlatan dizeler gibi. Günümüz insanının karakter tahlili biraz da: Ey Türk İhtiyarlığı, Çevrimdışı Samimiyet, Sırıtan Kahkaha, Somurtan Gülüş, Çok Meşhurdunuz Tanıyamadım, Meşgul ile Meşgule…Ben şiire başlar gibi yazıya başlarım. Kimi zaman şiire niyet ederim bundan bir deneme çıkar, kimi zaman bir imge yakalarım, ondan hiç beklemediğim şekilde öykü vücuda gelir. Yazmak iyi niyetli bir başlangıçtır. Sonucu ne olursa olsun niyeti sahihtir. Bu sahih, iyi niyet yazılan metnin çeperlerine kadar sızan şiirdir. Sözünü ettiğiniz başlıklar böyle bir şiirsel sızmanın tezahürüdür. Şairin sadece hayatı değil bütün yazdıkları şiir olmasa da şiire dahildir.“Modern insanın gözden çıkardığı iki yüz vardır. Birincisi kendi yüzü, ikincisi gökyüzü” diyorsunuz bir denemede. Ortak noktası nedir bu iki yüzün?İkisine de uzak yaşıyor insan. Aynada kendi yüzüne bakacak ne vakti ne de cesareti var. İnsanın kendi yüzünde gezintiye çıkması asıl itibarıyla bir muhasebe ve oradan kalbine uzanan yolları keşfetme şansını yakalamasıdır. İnsan tefekkür ettikçe kendi yüzüne yelken açmış olur. Diğer yandan gökyüzü insanın tepesinden kanatlanıp hızla uzaklaşan bir yüz gibi. Modern insan tabiatı profan kıldığı içindir ki gökyüzü silik ve okunaksızdır. “Bakışlarınızı kaldırıp gökyüzüne bir bakın” (Mülk suresi-3) ayeti bize çok önemli ipuçları vaat eder. Eğer bugünün çağdaş insanı kutsalını kaybetmişse bu göğünü kaybettiğinden dolayıdır. Bütün eşyanın, nesnenin, kelimelerin ve kavramların gökselliği gözden kaçırılmıştır. Şayet kendi yüzümüze dönük bir gözümüz ve gökyüzüne ayarlı bir özümüz olmuş olsaydı dünya-ahiret dengesini daha sağlam tutmuş olurduk.'Eğlenceli Bir Yazı' denemenizde “Çok eğlendik diyen insanların aslında eğlenmiş olma noktasında kendilerini ikna etmek için bunu söyledikleri daha doğrudur.” şeklinde bir tespitiniz var. Bu cümle ile her yerde çok karşılaşıyoruz. Doğru olduğu kadar yerden yere vuran bir eleştiri bu. İnsanoğlu kendi kendini niye böyle bir ikna çabasına girsin ki?Beslenip beslenmediğinize siz değil uzmanlar karar veriyor artık. Bedenine hızla uzaklaşan, bedenine yalnızlaşan bir insan tipinden bahsediyorum. Eğlenip eğlenmediğiniz de böyle. Sizin ne ile ne zaman ne kadar eğlendiğiniz belli modern kalıplarla ölçülüyor. Ne kadar eğlenmişlik hissi yaşamasanız da modern dizgeye göre eleştirilmez eğlence kalıplarının içerisindeyseniz “hiç eğlenmedim” deme özgürlüğüne sahip değilsiniz. Zira aynı tonda eğlenen insanlar cemaatinden kovulmuş, aforoz edilmiş olursunuz.“Aynaya bakmanın cesaret gerektirdiği günlerde yaşıyoruz. Yüzümüzü teşhis, kalbimizi tashih edecek bir ayna gerekli bize.” Bir de kalplerin tekzibinden bahsetmiştiniz. Teşhis, tekzip, tashih… Hangisi elzem?Yüzümüzü teşhis ilk başta gerekli olan. Eşkalimizi belirleyelim ki suçun ne kadarı bizde, anlamış olalım. Yüzümüzü teşhis ettikten sonra bir dalgıç edasıyla kalbimize iniş yapabiliriz. Kalbimizi yalan ve yanlış olandan ayıklamak için bu şart. Tekzip de gerekli kalbimizi. Hiç inanmadığımız, zorla kabul ettiğimiz şeyleri ayıklamadan olmaz. Tekzip edilmiş kalp selamete kavuşmuş-kalbiselim- samimiyet içre olan bir kalptir. Samimiyet insana “sen o değilsin aslında busun” der ve bunu tekziple başarır. Üçü de ehem, üçü de mühim. Hepsi lüzumlu ve hepsi elzem.Peki meşgul kimdir, meşgule onun nesi oluyor?'Meşgul' size gelmeden önce başkasına giden kişidir. Size gelebilmesi için önce kendisine gelmesi lazım. Bu da çok uzun ve meşakkatli bir yoldur, zira daha bir sürü uğrayacak yeri, yapacak işi vardır. Bütün vakitleri işgale uğradığı için kıpırdayacak hali kalmamıştır. Kapısına gelseniz de pencere camına tıklasanız da “bana mısın” demez. “Bana mısın” diyebilmek eşiği geçmektir zaten; üzerine alınmaktır gelen misafiri, iz süren adamı. Kimi ararsan bugünlerde telefonu meşgul çalıyor. İnsandan insana uzanan bütün hatlar dolu. 'Meşgule'ye gelince, ayak basılmamış, göz değmemiş yerleri, kırkından sonra çıktığı merdivenleri günde bilmem kaç kez süpürendir o. Meşgul ve meşgule dünyaya hükümet eden erkek ve kadındır. Ama ikisi de ziyadesiyle meşgul oldukları için biri diğerine birazcık yaslansa düşüveriyor. Birbirimizi göremeyecek, sevemeyecek, ismini söyleyemeyecek kadar meşgulüz.“Denemelerde birçok kişinin ‘bu da konu mu!' dediği pek çok meseleyi konu dahline soktum. Birçok insanın göremediği, üzerinden atlayarak geçtiği şeyleri” demiştiniz. Mesela nedir onlar? Sanki hepsi tam da hayatımızın göbeğinde…Dilencileri ve dilenmeyi yazdım, kimse onları yazmaz ki. Onlar hakkında yazı yazılan değil, kucağına bozuk para fırlatılandır. Yalakaları ve dalkavukları yazdım, bu insanlar da ifrat yapmaktan gözleri kör olmuş kişilerdir. Acıklıdırlar. Belki yazılan tek bir satır onları bu çanak yalayıcılık ve etek öpücülükten kurtarır diye düşündüm. Yazıyı onlara da layık görmeyiz. Otomobiller ve futbol aleyhine yazdım, her ikisi de teknoloji tanrısının dokunulmazlarıdır. Ama bu yazgının yazı ile bozulması gerektiğine inandım ve yazdım. Nankörleri, şakacıları, kıskançları, marketleri, meşhurları, balkonları hiç görmedikleri halleriyle insanlara göstermeye çalıştım. Yaklaştıkça bu kıyıda duran konular elbette hayatınızın ortasına kuruluyor.“Eskiden bir kimliği bir de nüfus cüzdanı vardı insanların. Şimdi ise iki kimlikle hayatını sürdürüyor insan: Biri yanında taşıdığı, diğeri evde bıraktığı.” Evde bırakılan bu kimlik nasıl oluştu?Toplumsallaştıkça sosyolojik bir varlık haline geldik ve şahsiyet sahibi olmak değersizleşip ilgi görmemeye başladı. Pragmatik, makyavalist, oportünist zihniyet ve kafa yapıları bu evde bıraktığımız kimliğimizin yarattığı boşluğu dolduran çağdaş unsurlardır hep.Henüz yayınlanmayan "Hu Dönüşü" hangi konuları işaret ediyor?'Hu Dönüşü' kitabı da din, dindarlık, medeniyet merkezli yazılardan oluşuyor. Özeleştiri niteliğinde bir kitap. Herkesin 'U dönüşü' yaptığı bir dünyada insanları Mevlânâ misali Hu dönüşüne davet ediyorum. Hidayet yazıları da diyebilirsiniz buna. Biraz ironik çokça hüzünlü yazılardan oluşuyor. Sosyal meselelere edebi bir kıvamla yaklaşmanın örnekleri. Sosyal ve dini mevzuları şiirle düşünmek nasıl bir şey onu ortaya koymaya çalıştım. Kısacası 'Hu dönüşü', dönüşü olan bir kitap. Dönüp dolaşıp okumak gerek.

Edirne’de Hilye-i Şerif sergisi açıldı

Edirne'de Hz. Muhammed (sav)'in fiziksel özelliklerini tasvir eden Hilye-i Şerif sergisi açıldı.Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın katkılarıyla bu yıl Türkiye'nin 6 ilinde Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine katkı sağlanıyor. Ankara ve İstanbul başta olmak üzere 6 ildeki etkinliklerine İl Kültür ve Turizm Müdürlükleri destek veriyor. Kutlu Doğum programlarına katkının sağlandığı illerden biri de Edirne. Hafta münasebetiyle İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü iki sergi birden açtı. Tarihi Devecihan Kervansarayı'nda açılan sergilerden birisi Topkapı Sarayı'nda bulunan Kutsal Emanetleri gösteren fotoğraf sergisi, diğeri ise Hz. Peygamber'in fiziksel özelliklerini tasvir eden Hilye-i Şerif sergisi.Serginin açılışını Edirne Vali Yardımcısı Mustafa Serdar Bakır, İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Hacıoğlu, Edirne Müftüsü Emrullah Üzüm ve Edirne Müze Müdürü Hasan Karakaya birlikte yaptı. Mehmet Çebi'nin koleksiyondan alınan 26 adet birbirinden özel eserin bulunduğu sergi bir hafta boyunca ziyaretçilere açık olacak.Edirne İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Hacıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Dinçer'in talimatlarıyla bu yıl Kutlu Doğum etkinliklerine katıldıklarını söyledi. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere 6 ilde Kutlu Doğum etkinliklerine katıldıklarını ifade eden Hacıoğlu, bu illerden bir tanesinin de Edirne olduğunu belirtti. Bakanlığın kararı doğrultusunda Edirne'de iki tane serginin açıldığını dile getiren Hacıoğlu, "Bunlardan bir tanesi Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki Kutsal Emanetler resim sergisi, diğeri ise Hilye sergisidir. Malumunuz bunlar çok değerli eserlerdir. Paha biçilmez eserlerdir. Her birinde ayrı bir şekilde Peygamber Efendimiz'in fiziksel özellikleri tasvir edilir. Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak Kutlu Doğum etkinliklerinde bulunmak bizi ziyadesiyle memnun etmiştir. Önümüzdeki yıllarda etkinliklerin daha da artarak devam edeceği inancını taşıyorum." dedi.(CİHAN)

15 Nisan 2014 Salı

Ustalardan yazma hikâyeleri

Kalem erbabının yazı ile hukuku genelde ‘varoluşsal’ meseleye gidip dayanır. Çoğu yazarın “Yazmasam ölürüm” demesi bu yüzden.Duran Boz’un ‘Yazma Hikâyeleri’ni (Hangar Kitap) okuyunca, ‘yazmak ve yaşamak’ın, niçin birçok yazarın lügatinde birbirinin açıklayıcısı iki kelime olarak yer aldığını çözmek daha kolay.Duran Boz, yazarların ‘okurluk’ dünyasına dair kıymetli detayları bir araya getiren ‘Okuma Hikâyeleri’nin ardından bu kez ‘Yazma Hikâyeleri’ ile nitelikli okur nezdinde yazarların dünyasını biraz daha genişletiyor. Kitapta, 76 yazar ve şairin kaleminden kendi yazma öyküleri yer alıyor. Her biri, okuru yazarın hususi dünyasına götüren, ilk elden çıkmış bu metinler, sadece yazarların yazı ile kurduğu bağı değil, aynı zamanda okuru yazıya teşvik ediyor. Kitabın sonuna eklenen okuma listesi de bunu destekliyor. Böylece kitap, yazarların kişisel serüveni olmaktan çıkıp okuru ‘ateşleyici’ bir motivasyon aracına dönüşüyor.Sadece birkaç yazarın değil, birbirinden farklı kuşakların hocası ve ağabeyi olan Nuri Pakdil’in yazma hikâyesi ile başlıyor ‘Yazma Hikâyeleri’. ‘İnsan kuran adam’, yalnızlığını yenme denemesi olarak başlamış yazıya. Yatağının yanında kâğıtla kalemi hiç eksik etmeyen, yazarken sürekli saatine bakan Pakdil, yazmayı ‘uzun yürüyüşe başlamak’ diye tanımlıyor: “İlkin değilse de, sonra sonra, anlıyorsunuz bir koşuda olduğunuzu; yarıştığınızı; her şeyden önce, kendi kendinizle.”İSTİDAT MI, MECBURİYET Mİ?Yazıya dair kadim bir tartışma konusunu Rasim Özdenören alevlendiriyor. Yedi Güzel Adam’dan biri olan Özdenören’e göre yazmak bir ‘istidat’ işi: “İçinde yazmaya ilişkin istidadı bulunmayan birinin önüne istediği veya istemediği kadar bahaneler konulsun, ona her türlü fırsat tanınsın… bütün bunların hiçbiri işe yaramaz.” Rasim Özdenören’in yazma serüveni de bunu destekliyor. ‘Rasim ağabey’, lise birinci sınıfta bir arkadaşının talebi üzerine birdenbire yazmaya başladığını anlatıyor. Kendisine masallar anlatan anneannesinin hakkını teslim etmeyi de ihmal etmiyor.Rasim Özdenören, yazmanın yetenekle ilgili olduğunu söylese de Necati Mert, şartlara vurgu yapıyor. “Kabiliyet olarak doğmadım.” diyen Mert, “Şartlar yazıya heveslendirip yönlendirdi beni, ben de gittim. Hele hikâye hiç mi hiç aklımda yoktu. Seçeneksiz kaldım, mecbur oldum.” sözleriyle yazmanın bazen ‘mecbur kalmak’ olduğunu ifade ediyor.Ali Haydar Haksal’ın anlattıkları ise yazmanın ‘mutlulukla’ olmasa da teşvik ile bir ilgisi olmalı dedirtiyor. Yazmaya dair ilk ışığı Türkçe öğretmeninin yaktığını belirten Haksal, elinden tutup kitabevine götüren ve ona kitaplar aldıran hocası İbrahim Soysal’ı anmadan geçmiyor. “Ne ilk yazımı hatırlıyorum ne de niçin yazmaya başladığımı.” diyen Mehmet Narlı, yazı hayatında türkülerin önemine değiniyor. Ali Ural ise meseleyi başka bir alana taşıyor. Ural, yazı serüvenini, kurşun kalemden başlayıp daktiloya uzanan yazı araçlarıyla ilişkisi üzerinden anlatıyor. Ve yazarlığa giden yolun taşlarının çok ‘içeriden’ örüldüğünü gösteren bir de not düşüyor: “Babamdır ustam benim: Kemal Ural. Üç yaşındayken onun daktilosunun tıkırtıları davet etmiştir beni edebiyata.”Aralarında Ali Ayçil, Mustafa Özçelik, Ali Göçer, Cemal Şakar, Hüseyin Akın, Hatice Meryem, Bahtiyar Aslan, Said Yavuz, Aykut Ertuğrul’un da bulunduğu 76 yazar ve şairin yazıya dair kişisel öykülerinin yer aldığı ‘Yazma Hikâyeleri’, nitelikli okurun dünyasında yeni pencereler açıyor. Yazarlarda, yazmaya dair ‘ilk kıvılcım’ın izini sürmek kıymetli bir uğraş. Aynı zamanda yazı ile yazarın hukukunun köklerine inildiğinde işin gelip ‘okuma’ya dayanması, gözümüzün önünde duran bir hakikati bir kez daha hatırlatıyor: İyi bir okur olmadan yazmak, olsa olsa geçici bir hevesle meşgul olmaktır!

14 Nisan 2014 Pazartesi

Adana’da tiyatro zamanı

Sabancı Vakfı ile Kültür ve Devlet Tiyatroları işbirliğiyle düzenlenen 16. Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali, bugün başlıyor.Türkiye’ye ilk kez gelen Fransız şov tiyatrosu Ilotopie’nın saat 19.00’da Taş Köprü, Seyhan Nehri ve Zübeyde Hanım Parkı’nda gerçekleştireceği ‘Suya Yansıyan Düşler’ gösterisiyle açılışı yapılacak olan festivalde, bir ay boyunca Türkiye’den 16, yurtdışından 5 tiyatro topluluğu, 21 oyun sahneleyecek.Festivale Fran-sa’nın yanı sıra İspanya, İran, Azerbaycan ve Romanya’dan tiyatro toplulukları katılacak. İspanya’dan Yllana Tiyatrosu Muu!, Romanya’dan Passe-Partout Tiyatrosu Biz İkimiz, İran’dan Inruzha Tiyatrosu Kuraklık ve Yalan ve Azerbaycan Milli Akademik Dram Tiyatrosu Lankaran Hanı’nın Vezirinin Maceraları adlı oyunları ile Adana’da olacak. Türkiye’den katılacak tiyatrolar ve oyunlar şöyle: Cimri, Hamlet ve Çöl Fırtınaları (İstanbul Devlet Tiyatrosu), Kafesten Bir Kuş Uçtu-Guguk Kuşu (Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), İstanbul Efendisi (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), Üçüncü Zil (Ankara Ekin Tiyatrosu), Sarıpınar 1914 (Bursa Devlet Tiyatrosu), Çalıkuşu (Mersin Devlet Opera ve Balesi), Son Çığlık (İzmir Devlet Tiyatrosu), Nereye (Ankara Devlet Tiyatrosu), Nafile Dünya (Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları), İyi Geceler Desdemona Günaydın Juliet ve Toplu Hikayeler (Kenter Tiyatrosu), Bana Esmeyi Anlat (Tiyatro Kedi) ve Ay Işığı Sirki (Van Devlet Tiyatrosu). Oyunlar, Adana’da Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi ve İstanbul’da Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi’nde izleyici ile buluşacak. Ayrıntılı bilgi için: www.adanadt.gov.tr

12 Nisan 2014 Cumartesi

Necatigil Şiir Ödülü Enver Ercan’ın

Türk şiirinin büyük ustası Behçet Necatigil’in anısına 1980 yılından bu yana ailesi tarafından düzenlenen Necatigil Şiir Ödülü, bu yıl “Türkçenin Dudaklarısın Sen” adlı kitabı için Enver Ercan’a verildi.Önceki gün toplanan Eray Canberk, Cevat Çapan, Refik Durbaş, Turgay Fişekçi ve Doğan Hızlan’dan oluşan 2014 Yılı Seçicileri Kurulu, ödülü oy birliğiyle Enver Ercan’a verdi. Seçici kurulun ödüle ilişkin açıklaması şöyle: “Enver Ercan, bu kitabında çağdaş şiirimizin ustalarını konu edindiği anı-düş şiirleriyle geçmiş şiirimize lirik bir saygı duruşunda bulunurken, ustalar aracılığıyla şiir sanatının gizleriyle de okurlarını buluşturuyor. Bu şiirler Enver Ercan’ın şiirleri olduğu kadar şiirimizin büyük ustalarından günümüz okurlarına birer selam olarak da okunabilir. ‘Türkçenin Dudaklarısın Sen’ lirik şiirimize yeni bir pencere açmasıyla da önemli bir yapıt olarak değerlendirilmiştir.” Enver Ercan’a ödülü, 16 Nisan Çarşamba günü saat 18.30’da Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı’nın katkılarıyla vakfın Ortaköy tesislerindeki Hamdi Saver Salonu’nda düzenlenecek törenle verilecek.

11 Nisan 2014 Cuma

‘Kış askeri’ görev başında

‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’, üç yıl önceki ilk filmin hantallığından sıyrılıyor. Aksiyon kozunu ölçülü kullanan film; alt metni, politik göndermeleri, referansları ve görselliği ile blockbuster kategorisinin başarılı bir örneği olarak öne çıkıyor.Hollywood’a yansıdığı kadarıyla anlıyoruz ki, ABD’nin kendi sistemini koruma içgüdüsü hayli kuvvetli. Sydney Pollack klasiği ‘Akbabanın Üç Günü’nden (1975) bu yana, sistemin kirli çamaşırlarını temizlemek için kendi adamlarını harcayabildiğini biliyoruz. Sağ olsun Hollywood, hepten bu ‘yanlış’ düşünceye meyledip Amerikan sistemi hakkında olur olmaz suizanlara kapılmamamız için şu bilgiyi eklemeyi de ihmal etmiyor: Sistem ne kadar kirlenirse kirlensin, mutlaka demokrasi ve özgürlükten yana tavır koyan bir kahraman çıkar ve bunun hesabını sorar. (Bu bağlamda, Edward Snowden’i de bunlardan sayabiliriz!) Bir bakıma, sistem hep temiz kalır. Kimi zaman, ‘bazı paraleller’ işi rayından çıkarabilir ama müsterih olun; ABD hem kendi güvenliği hem de dünyanın huzur ve refahı için gerekeni yaparak bu ‘paralel yapı’ları tasfiye eder!‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’nde bu temaların tekmili birden başarılı bir senaryo çatısında bir araya getiriliyor. 2011’deki ilk filmde Yüzbaşı Steve Rogers’ın, nam-ı diğer Kaptan Amerika’nın doğuş hikâyesine tanıklık etmiştik. Filmde, Rogers’ın 2. Dünya Savaşı sırasında Kaptan Amerika olarak bilinen süper askere dönüşeceği deneysel bir programa katılması ve Red Skull’ın liderliğindeki HYDRA organizasyonuyla savaşması konu edilmişti.Bugün gösterime giren ikinci adımda günümüze gelen Steve Rogers, ABD merkezli bir uluslararası casusluk ve suçlarla mücadele kuruluşu olan SHIELD’ın çatısı altında görev yapmaktadır. Operasyonların başındaki Nick Fury saldırıya uğrayınca SHIELD’ın geçmişi ve geleceğiyle ilgili hayati bilgiler Rogers’ın eline geçer. Bu sırada, SHIELD’ın başkanı konumundaki Alexander Pierce, Steve Rogers ve arkadaşlarını ‘paralel’ ilan ederek vatana ihanetle suçlar. Rogers, Natasha ve Sam’in yardımıyla elde ettiği bilgiler ışığında HYDRA’nın yok olmadığını, aksine SHIELD’ı kullanarak dünyayı kaosa sürüklemek üzere olduğunu fark eder.‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’, Hollywood’un yıllar boyu işlediği, ‘sistemin kendini temize çekme’ temasının bütün damarlarını bir havuza akıtıyor. İçinde, sistemin hedef haline getirdiği ve kendini temize çıkarmaya çalışan kahraman teması da var, bilimsel çalışmaların nasıl korku imparatorluğuna yol açabileceği tezi de... İkinci Dünya Savaşı’ndaki çılgın projeler de var, ‘eski ABD’ ile yeni ABD’nin ulusal güvenlik, kişisel hak ve özgürlükler üzerine giriştiği mücadele de... Çok katmanlı, geniş bir skalada ilerleyen bu temalar yumağı; her zaman olduğu gibi kişisel bir dostluk ve fedakarlık öyküsü üzerinden harmanlanıyor.İlk filmin üstüne çıkıyorBu topraklarda yaşayanlar için meselenin başka boyutları da var elbette. Mesela, ‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’nin ‘MİT Yasası’nın TBMM’de görüşüldüğü günlerde gösterime girmesi, güldürmeyen, kötü bir şaka gibi. Filmin olay örgüsü, son üç aydır maruz bırakıldığımız suni ‘paralel yapı’ gündeminin nasıl bir perdeleme olduğunun detaylı bir özeti niteliğinde. Diğer taraftan, Meclis’te görüşülen MİT Yasası dolayısıyla yakın geleceğimizin fragmanını izler gibiyiz. Filme gidecekler, muhtemelen bu yazılanları daha iyi anlayacak.Vaat ettikleri açısından bakınca filmin hedefi tutturduğu söylenebilir. Anthony ve Joe Russo kardeşlerin yönettiği ‘Kış Askeri’, ilk filmin hantallığından sıyrılarak dinamik bir yapıya bürünmüş. Dolayısıyla ‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’ alt metni, politik göndermeleri, popüler sanata yaptığı referansları, etkileyici görselliği ve aksiyon kozunu ölçülü kullanmasıyla büyük bütçeli yapımlar (blockbuster) kategorisinin başarılı bir örneği olarak öne çıkıyor.

10 Nisan 2014 Perşembe

Avrupa’nın göbeğindeki Türk tiyatrosu

64 yıldır Türk tiyatrosuna hizmet eden Makedonya Milli Kurum Türk Tiyatrosu’nun belgeseli çekildi. “Balkanların Kalbindeki Sahne” adlı belgesel 8-12 Mayıs’ta TRT Belgesel Günleri’nde izlenebilecek. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını 1979’da sahneleyince Avrupa’da ve tüm dünyada dikkat çeken tiyatro, bugüne kadar yaklaşık 300 oyun sahneledi.Türk tiyatrosunun adını Avrupa’nın göbeğinde 64 yıldan bu yana dalgalandıran bir tiyatro var. Temeli 1906 yılında atılan, 1950’den bu yana ise resmi olarak kesintisiz tiyatro yapan Makedonya Milli Kurum Türk Tiyatrosu sahnelediği oyunları ve aldığı ödüllerle önemli bir sanat merkezi. Zaman zaman Türkiye’de de temsil vermeye geliyorlar. En son geçen sene Devlet Tiyatroları Adana Uluslararası Sabancı Tiyatro Festivali’nde “Bütün Oğullarım” oyununu sahnelemişlerdi. 13 Nisan Pazar günü ise yine gelecekler, bu kez küçük ama ağır bir ekiple. Dünyaca ünlü oyuncularından Bedia Begovska, kitapları 20 dilde yayımlanan tiyatro yazarı, şair İlhami Emin, tiyatro dünyasında özel bir yönetmen olarak bilinen Branko Stavrev, Suç ve Ceza oyunundaki Raskolnikov rolü ile yine dünya çapında ün kazanan ve MK Türk Tiyatrosu’nun eski müdürlerinden olan Firdaus Nebi, pazar günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda galası yapılacak olan “Balkanlar’ın Kalbindeki Sahne” belgeselini Türkiye’deki dostlarıyla birlikte izleyecek. MK Türk Tiyatrosu, bugüne kadar yaklaşık 300 oyun sahneledi. Ama 1979’da sahneledikleri Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, MK Türk Tiyatrosu’nun varlığını Avrupa’ya ve tüm dünyaya duyurdu. Branko Stavrev’in yönettiği oyunun galasının, Saraybosna Tiyatro Festivali’nde (bu yıl 54.sü gerçekleştirilecek) yapılması kararlaştırılır. Çünkü önemli bir festivaldir. Tiyatro camiasındaki herkes, gelişmeleri izlemek üzere sonbaharda yapılan bu festivalde bir araya gelir, yüzü aşkın eleştirmen festivale katılır. Böyle bir atmosferde Suç ve Ceza sahnelenir. Yönetmen Stavrev’in belgeselde anlattığına göre o eleştirmenler, oyunu izleyince ‘Dostoyevski’yi böyle oynayan tiyatro hangisidir?’ diye büyük bir şok yaşar. Balkanlar’ın bir yerinde, küçücük Makedonya’da bir Türk tiyatrosunun bulunduğundan o zaman haberdar olurlar. Oyun boyunca Raskolnikov’u eli zincirli bir şekilde (üstteki büyük fotoğraf) büyük bir başarıyla oynayan ve herkesi etkileyen Firdaus Nebi, o yıllarda yaşadıklarını belgeselde gözyaşları içinde anlatıyor.Üsküp’te çekilen belgeselde, İlhami Emin, Firdaus Nebi, Branko Stavrev dışında tiyatronun kıdemli oyuncularından Müşerref Lozana, Elyasa Kaso, Selahattin Bilal, Mustafa Yaşar, tiyatronun müdürü Atilla Klinçe, eski müdürlerden Güner İsmail, Türk Tiyatrosu Monografisi kitabının yazarı ve eski Yugoslavya’nın başkanı Tito lakaplı Josip Broz’un tercümanlığını yapan Risto Stefanovski, ülkemizde Elveda Rumeli dizisiyle ünlenen Filiz Ahmet ve Bertolt Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi’ni Üsküplü oyuncularla 1989’da sahneye koyan yönetmen Yücel Erten ile yapılan röportajlar yer alıyor. MK Türk Tiyatrosu’nda sanat hayatına adım atan Filiz Ahmet’in dedesi Lütfü Seyfullah, Makedonya’nın en ünlü tiyatrocularından biri, annesi ise tiyatroda yıllarca suflör olarak çalışmış. Belgeselde tiyatronun tarihi, tanıkların dışında arşiv belgeleri ve fotoğraflar ışığında da anlatılıyor. Tiyatronun yerini gösteren 8 Ocak 1907 tarihli harita, Başbakanlık Osmanlı Arşivi araştırmacılarından Üsküplü Yıldırım Ağanoğlu tarafından belgesele kazandırılmış.Her şeye rağmen ayakta kaldıBalkanlar’ın en eski tiyatro binası 1906’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun valisi Mahmut Şevket Paşa tarafından Vardar Nehri kıyısına inşa edilmiş. Azınlıklar Tiyatrosu olarak bilinen, daha sonra Halklar Tiyatrosu adını alan, bugünkü adıyla Milli Kurum Türk Tiyatrosu ise 1950 yılında Yugoslavya’da, tiyatro eğitimi görmüş Abduş Hüseyin tarafından kurulmuş. Yönetmen İsmet Arasan, baskılara, yoksulluğa, göçe ve depreme rağmen ayakta kalmayı başaran MK Türk Tiyatrosu’nun belgeselini neden çektiğini şöyle anlatıyor: “MK Türk Tiyatrosu’nda oyunlar bütün Balkan dillerinde sahneleniyor. Oyun esnasında diğer dillere çeviri yapılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Makedonya’da, farklı kültürlere sınırlı ölçüde kendilerini geliştirme şansı tanındı. İşte bu dönemde Türkler, kimlik mücadelelerini öne çıkardılar. Radyo yayınlarını, edebi eserlerini, dergilerini Türk dilini ve kültürünü yaşatma alanı olarak gördüler. 2006 yılından bu yana özerk bir yapısı bulunan Üsküp Türk Tiyatrosu, Makedon Cumhuriyeti’ne verdiği üstün hizmetlerden dolayı Makedonya Cumhurbaşkanlığı tarafından da ödüllendirildi. Bense bu tiyatronun varlığını, inanılmaz öykülerle beslenen hayat hikâyesini herkese anlatmak istedim.”

9 Nisan 2014 Çarşamba

‘Üç Kadın Bin Turna’ kadına şiddete dur diyor

Tiyatro Tatavla, kadına yönelik şiddete dikkat çekmek amacıyla Arda Alpkıray’ın rejisörlüğünde “Üç Kadın Bin Turna” adlı oyunu sahneliyor. Cumartesi annelerinin, çocuk gelinlerin ve tecavüze uğrayıp öldürülen kadınların hikâyesini çarpıcı bir biçimde ele alan oyunda Ayça Bildik, İrem Erkaya ve Yeşim Egemen Özaydın rol alıyor. 30 Nisan Çarşamba günü Hayal Perdesi’nde sahnelenecek oyunu Alpkıray’la konuştuk.Şiddet gören kadını anlatmak için sizi yola düşüren sebep neydi? Oyuna başlamamdaki en büyük sebep teyzemdi. Geçen yaz, bir arkadaşından bahsetti. Daha 14 yaşındayken korkunç acılar çekerek evlendirilmiş, babası gelinliğini döverek kıza zorla giydirmiş. Bu hikâyeyi dinlerken kız kardeşim ağladı. Hikâye beni de çok etkiledi, sonra bunu bir yerde işlemek istedim. Sadece çocuk gelin değil ki, ülkemizde kadın olmak başlı başına zorluk. Kadın olduğun için taciz edilebiliyorsun, dövülüyor, hakaret ediliyorsun.Oyunda üç kadının hikâyesi anlatılıyor. Bunları nasıl belirlediniz?Çok zor bir süreç oldu. Bizim de üçüncü sayfa hikâyelerinde okuyup geçtiğimiz o kadar çok hikâye vardı ki. Konuya eğilince çok büyük, çok derin acılar çekildiğini gördük. Ki kadınların artık dayanamayıp kendi bedenlerini yaktığını, intihar ettiğini biliyoruz. Buna benzer birçok öykü çıktı karşımıza. Bir sürü videolar, belgeseller izledik, insanlarla konuştuk. Ve bunu anlatmaya karar verdik. Cumartesi anneleri var ülkemizde, büyük bir yaradır. Biri o anneleri temsil ediyor. Bir yerden bir yere giderken yalnız olduğu için tecavüz edilip öldürülen kadınlar var, barış gelini Pippa Bacca gibi, biri onu temsil ediyor. Diğeri ise çocuk gelini.Beden tiyatrosunun bu gibi konuları işlemede sağladığı imkânlar neler?Hikâye o kadar ağır ve acı bir hikâyeydi ki, kelimelerin yeterli olduğunu düşünmedim. Kelimelerin yetersiz olduğu yerlerde de artık insanlar bedenlerini muhakkak devreye sokarlar, kendilerini ifade edebilmek için. Bazen bakışlar bile en büyük anlamı taşır. Bu yüzden klasik bir oyun yerine sahneye beden tiyatrosu koymayı tercih ettim. Bu daha çok Avrupa ülkelerinde revaçta olan bir tür. Artık her türlü bilgiye rahatlıkla ulaşabiliyoruz. O yüzden tiyatro oyunlarının bilgilendirme dışında farklı bir form ve tarza ulaşması gerekiyor. Bu çok yeni bir tarz ve ülkemizde çok fazla örneği yok. İnsanlar artık hareket ve aksiyonu da seviyorlar. Üç kadın evde buluşup birbirlerine anlatabilirlerdi dertlerini. Ama biz bu noktada beden tiyatrosunu tercih ettik. Ben çalışmalarımda kör göze parmak işleri yapmaktan da hoşlanmıyorum. Orada hareketlere herkes kendine göre bir anlam yüklüyor. Tabii hepsinin bir alt metni var, seyirci de biraz içine girip anlam katsın istiyoruz.Oyunun tamamına farklı dillerde ağıt ve şarkılar eşlik ediyor. Ancak en sonunda hepsi birlikte bir şarkı söylediler. Kadınlar gerçekte şarkılarını ne zaman söyleyecekler?Finalde söyledikleri Ermenice bir ninni. Kadınlar bence susturulmaya çalışıldıklarında şarkı söylemeye başlıyor. Bütün ninniler bir ağıttır. Gidip dönmeyen sevgili, istenilmeyen evlilikler, kaybedilen abi ya da abiye yakılan ağıtlar… Eskiden kadınlar âşık olurlarmış, fakat zorla başkasıyla evlendirilirlermiş. Bir tek onu hiçbir şekilde yargılamayacak bebeğe anlatabiliyorlar dertlerini. O yüzden kadınlar susturuldukları zaman şarkı söylüyorlar ve söyleyecekler bence.‘Kadına Yönelik Şiddet Utanç Müzesi’ açmak istiyorsunuz. Bu nasıl bir müze olacak, dünyada örnekleri var mı?Biz aslında bu müzenin önayağı olmak sonra da diğer kadın platformları ve derneklerine görevi devretmek istiyoruz. Benim düşündüğüm kadına zorla uygulanan şeylerin anlatıldığı, gösterildiği bir müze. Bekâret kemeri ve kırmızı duvak gibi sembollerin sergilendiği bir müze. Dünyada başka bir örneği yok. İnşallah bir ilk olacak. Kadın dernekleri ve vakıflarıyla mayıs ayı sonrasında görüşmeler başlayacak. Biz Tiyatro Tatavla olarak bunun altından kalkabilecek güce sahip değiliz, onların da desteğini alarak böyle bir müzenin açılmasına vesile olmak istiyoruz.

8 Nisan 2014 Salı

Kapitalizm ruhumuzun tüm derinliklerine kadar işledi

Necati Göksel, 2004’te yazdığı Hayat Askıda (Altın Kitaplar) adlı macera romanının içeriğini yenileyerek yeniden yayımladı. Banka hortumcusunun peşine düşen Metin Kara’nın başından geçenleri anlatan Göksel ile kapitalizme ve yönetime getirdiği eleştiriyi konuştuk.Kitabın girişinde “Bir suç söz konusu olduğunda ilk hareketi planlayabilirsiniz ama ardı sıra olacakları asla.” diyorsunuz. Benzer bir yaklaşımı Murakami de yalanı, geri dönüşü olmayan bir koridora benzeterek yapıyor. Yalanı ve suçu geri dönülemez kılan şeyler nelerdir?Yaptığımız her eylem peşi sıra önceden kestirilemez sonuçlar doğurur. Bazı insanların hayatı kontrol etme çabaları bende her zaman şaşkınlık uyandırmıştır. Bizim irademiz hayatın cüzi bir yerinde durur. Bizim o cüzi iradeyle yaptığımız her hareket “kelebek etkisi” kavramında olduğu gibi bir dizi başka olayları tetikleyecektir ve bunun sonuçları suya attığınız bir taşın etrafına yayılan dalgalar gibi fizik kanunlarına bağlı önceden kestirilebilir değildir. Bazen iyi niyet bile insanın kendi sonunu hazırlarken, suç üzerine planlamalar yaparak bir şeyleri dizayn edeceğini sananlar aslında havaya belki de kendilerini vuracak bir bumerang fırlatmaktadırlar. Kitabın girişine bu cümleyi koymamın bir nedeni de aslında okuru beklemedikleri bir dünyaya hazırlama amacı gütmektedir.Romanda dikkat çeken bir konu da şu ki, banka hortumlayan Ali Hanay üzerinden sık sık hırsızlığı lanetliyorsunuz. Öte yandan kuyumcu ya da banka soyan Selahattin'i kahramanlaştırıyorsunuz. Bu çelişkili durumun sebebi nedir?Aslında Selahattin de sık sık kapitalizmin kravatlı hortumcularını lanetliyor. Devletin ve kapitalizmin kravatlı hortumcuları paraları kapmadan önce kurtardığını söylüyor. Ne var ki, kitabın kahramanı onu ve yaptığı soygunları onayladığını söylemiyor. Selahattin burada bir tür Robin Hood gibi davranıyor. Sistemin bütün çarkları yerinden çıkınca iyiler ve kötülerin birbirine nasıl karıştığını, insanların zihninin nasıl bulandığını görüyoruz. Eğer biri hırsız ise o hırsızlığa engel olmak için bireysel bir davranış sergileyen kişinin o sistemin kodları içinde suçlanabileceğini ama örneğin başka bir felsefi bakışla mesela anti otoriter felsefeye göre yanlış sayılmayacağını, bir bakıma onları cezalandırdığını görüyoruz.Kapitalist sistemin öğütüp çarkın bir dişlisi haline getirdiği Metin şöyle bir özeleştiri yapıyor: "Ben de halk gibi ikiyüzlüydüm. Sıcacık para cebimizi ısıttığı sürece hiçbirimizin ekonomik düzenle sorunu yoktu. Halk, bu bozuk ekonomik düzenin parçası olmasa işler yürümezdi zaten." Metin'in farkındalığı üzerine neler söylersiniz? O bu kavrayışa nasıl ulaştı?Ne yazık ki, romanın kahramanı Metin Kara, durup dururken bir aydınlanma yaşamıyor. Sistemin dışına itildiğinde, işsiz, perişan, terk edilmiş bir halde kendini bulduğunda gerçeğin farkına varıyor. Önemli bir toplumbilimci bireyin topluma ilişkin en keskin gözlemini ya sistem içinde yükselirken ya da aniden düşerken yapacağını yazmıştı. Romanın kahramanı ülkülerini unuttuğunu, sisteme entegre olduğunu, cilalı kartvizitlerden ibaret bir yaşam sürmekte olduğunu, hatta sistemin kendi vicdanını bile öğüttüğünü ancak bütün o yapay kimliklerinden –kendi isteği dışında- arındığında fark ediyor. Halkın çoğu zaman, kendi cebine ateş düşmediği sürece sistemi hiçbir zaman sorgulamadığını görüyoruz. Burada toplumsal yapıyı analiz etmek gerekiyor. Toplum eğer çalsın, çırpsın ama bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyorsa o toplumun reflekslerinin ahlaki değil çıkarcı olduğunu düşünebiliriz. Böyle bir toplumun dindar, laik, muhafazakâr ya da başka sıfatlarla anılmasının hiçbir önemi yoktur. Fayda öncelikleri ahlaki önceliklerinin önünde olan bir toplumun dininin, ahlakının, liberal ya da muhafazakâr olmasının ne önemi var ki? Olay kapitalizmin ruhumuzun derinliklerine kadar tüm diğer kavramlardan daha fazla işlemesinden başka bir şey değildir. Yozlaşmanın dini imanı mı olurmuş? Hırsızın geceye ihtiyacı yoktur. Gözümüzü kapadığımız an her yer zifiri karanlıktır zaten.Metin Kara hem çok defa ölümle burun buruna geldiği çetrefilli bir olayın kahramanı olmuşken, hem de bilgelik, aşk, dostluk ve sadakatle ödüllendiriliyor. Ona karşı bu kadar bonkör davranmanızın sebebi korkularından arınmış olması mı?Bonkör davranıp davranmadığımı düşünmemiştim ama hem kendisi gerçeğe ulaşmaya çabalarken hem de o sırada bize gerçekten bahsederken bence o bilgeliği yaşıyor zaten. Dediğiniz gibi korkularından da arınıyor. Her şeyle ve herkesle hesaplaşmaya hazır bir ruh haline bürünüyor. Ezik bir kişilikken bir kahramana dönüşüyor. Kaderdir deyip razı olmuyor. Düşse de diz çökmüyor, kalkıyor. Geriye dönüp olayları irdelemeli ve gerçeği köküne kadar kazmalıyım, diyor. Eğer kendime bir gelecek çizeceksem, en azından arkamda soru işaretleri bırakamam, diyor. Gerek olmadığı halde ölümcül bir oyuna katılıyor. Çünkü o, ölümcül oyunları hazırlayanların maskesini indirmeden içinin rahat etmeyeceği bir düzeye erişmiştir.Ekonomi, rant, yolsuzluk, devlet, adalet gibi kavramları çok konuşur ve tartışır olduğumuz bu dönemde siz de bu tartışma ortamına katkıda bulunuyorsunuz. Sanatçının, içinden geçtiğimiz günlerdeki gibi topluma karşı sorumlulukları nelerdir?Ben bu kitabı 2001 ekonomik buhranının üzerine temellendirmiştim, ama anlattığım olayları dün olduğu gibi bugün de yarın da okuyabilirsiniz. Ben sanatçının hayata bakışının eserlerine yansıdığı kanısındayım. Ne yaşıyorsa sanatçı onu yaşatır. Gerçek sanatçı toplumun alt bilincine gerçeği nüfuz ettirebilendir. Bunu da söylemlerle, sloganlarla değil, ancak içinde okurun kaybolacağı eserlerle yapabilir. Yoksa aydın olmak kavramı hiçbir değer taşımaz. Bugün eli kalem tutan herkes aydın olmadığı gibi hangi bilinç düzeyinde olursa olsun kalemini kiraya veren insanlara da aydın denemez.