31 Ocak 2016 Pazar

Sascha Goetzel: Batılılar Türkiye'de kaliteli müziği görünce şaşırıyor

Önümüzdeki günlerde Avrupa turnesiyle Viyana, Münih, Frankfurt ve Nürnberg'de konser vermeye hazırlanan Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın daimi şefi ve sanat yönetmeni Sascha Goetzel ile konuştuk. Buluşmamız ne yazık ki Sultanahmet'teki bombalı saldırının hemen ertesi günüydü.

Bundan tam 43 yıl önce Viyana'da gerçekleşen bir yeni yıl partisinde, mavi gözlü küçük Sascha –ki o zaman sadece üç yaşındadır- etrafında dans eden 50'ye yakın insanın tam ortasına geçip bir sandalyenin üstünde eline aldığı küçük bir çubukla onları yönetmeye başlar. Daha o gün, herkes Sascha'nın gelecekte ünlü bir şef olacağını düşünür. Hikâye işte tam burada başlıyor. Bundan sonra Sascha keman sanatçısı babasıyla gittiği her konserde ‘ortadaki adam' olmak istediğini söylüyor. Nedenini kendisi de bilmiyor hâlâ. “Bir çeşit büyü, sihir gibi” diyor bu tutkusuna bir ad koymak isterken. Orkestra şefi olmak için ilk adım olarak müziği ve tabii ki profesyonel seviyede bir enstrüman çalmayı öğrenmesi gerektiğinden, o da babası gibi en sevdiği çalgı aleti kemanı seçer. Kariyerinin ilk adımları böylece atılmış olur.

Bir keman sanatçısı olarak başladığı bu yolculukta, aralarında Zubin Mehta, Izthak Pearlman ve Riccardo Muti gibi dünyaca ünlü isimlerden şeflik eğitimleri alır. Daha sonra her yıl yüzlerce şef adayının başvurduğu Tanglewood Müzik Festivali'ne Seiji Ozawa tarafından davet edilmesiyle kariyerine bir şef olarak devam eder. Yaklaşık yirmi yıldır dünyanın çeşitli yerlerinde orkestra yöneten Goetzel, 7 yıldır da Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın (BİFO) sanat yönetmenliğini ve sürekli şefliğini sürdürüyor. Viyana'daki eviyle İstanbul'daki konserleri arasında mekik dokuyan Goetzel ile konuştuk...

Bildiğiniz gibi Sultanahmet'te bir bombalı saldırı oldu. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde terör tırmanıyor. Bütün bunlar karşısında neler hissediyorsunuz?

Biliyorsunuz, biz müzikle insanların kalplerine, ruhlarına hitap ediyoruz. Nerede bir konser yapıyorsak, oradaki insanlarla aramızda bir bağ oluşuyor. Ve bir şef olarak, Türkiye'de, Almanya'da, Fransa'da ya da Japonya'da yönetirken, çoğunlukla o ülkenin insanlarından oluşan orkestra üyeleriyle de… Yani biz sanatçılar, insan ırklarının birleşebileceğini, barış içinde yaşamak adına bir yol bulabileceklerini göstermek için daha fazla çaba sarf etmeliyiz. Müzik bilmeden de anlayabileceğimiz bir dil. Yani bir konsere gittiğinizde, bilmediğiniz bir müziği dinleyip sevebilirsiniz ya da tabii ki sevmeyebilirsiniz. Ama müzik sizinle doğrudan konuşur. Bu sebeple biz müzisyenler, barış resminde bir mozaik taşı olabilirsek çok çok mutlu oluruz.

MÜZİK İNSAN RUHUNU İYİLEŞTİREBİLİR

Dünyadaki insanlar, terör, ırkçılık, İslamofobi gibi sebepler yüzünden günden güne ayrıştırılıyor. İnsanları ve toplumları müzikle bir araya getirmek mümkün olur mu?

Müzikle dünyayı daha iyi bir yer haline getirebileceğimize inanın. Bazı insanlar beni saf görebilir, hayalperest ya da çocuksu bulabilir. Ama bu beni etkilemez çünkü dünyanın her yerinde müzikle insanların sakinleştirilebileceğini, kalplerinde bir ışık yakılabileceğini tecrübe ettim. Elbette onlara yiyecek veremeyiz, bedenlerini doyuramayız. Doktor da değiliz, vücutlarını iyileştiremeyiz. Ama ruhlarını iyileştirebiliriz. Müzik iyileştirebilir.

Yani, iyileşmiş bir ruh için daha fazla müziğe ihtiyacımız olduğunu mu düşünüyorsunuz?

İnsanların duygularını gerçekleştirebilmelerine izin vermeye ihtiyacımız var. Müzik insanların ruhları arasında kurulacak köprüde katalizör görevi görür. Daha çok müziğe ihtiyacımız olduğunu söylemiyorum. Müziğin önyargılar olmadan birbirlerinin ruhlarını hissetmelerine imkan verdiğini düşünüyorum. Barış İçin Müzik çocuklarıyla çalışırken de aynısı. Bir araya geldiklerinde ilk başlarda gergin oluyorlar ama beş dakika içinde rahatlamaya başlıyorlar. Müzik onlara özgür olduklarını, yargılanmadıklarını, kısıtlamadıklarını hissettiriyor. Yani felsefi açıdan baktığımızda insanlara müzikle pek çok şey öğretebilirsiniz.

MÜZİĞİ FARKLI KULAKLARLA DUYARIZ

Orkestrayı yönetirken müziği duyabiliyor musunuz?

Evet. Duymak zorundasınız. Tabii ki bizim farklı kulaklarımız var. Tonlama kulağımız var; tonlamayı dinliyorsunuz, doğru mu yanlış mı diye. Ses kulağımız var; her bir müzisyen ve enstrümanı dinliyorsunuz nasıl ses üretiyor diye. Saf müzikal kulağınız var; her bir bölüm bütüne uyuyor mu diye. Bazen bütün kulaklarınızı açarsınız ama bu fazla konsantrasyon gerektirir. Bunu çok uzun süre yaparsanız provalarda çok yorulursunuz. Ama konserde her şey açıktır. Bunu provalarda da yaparsanız sizinle birlikte orkestra da çok yorulur. Sürekli durmanız gerekir, ‘Burası yanlış'. ‘Gecikme oldu', ‘Burada ses iyi değil' vs. Böylece müziğin akışını sağlayamazsınız.

Örneğin Chopin'den bir beste çalacaksınız. Türkiye'deki orkestra ile söz gelimi Çin'deki orkestranın o besteyi çalması arasında farklılıklar oluyor mu?

Evet oluyor çünkü insanların dili farklı. Türkçe konuştuğunuzda, Çin'deki insanlardan farklı bir ifade etme şekliniz oluyor. Bu nedenle bir şef orkestra ile bir araya geldiğinde yapması gereken ilk şey o orkestra için müziğin doğal konuşma dilini anlaması gerekir. Burada doğru ya da yanlış diye bir şey yok, sadece anlamak var. BİFO'ya geldiğimde de ilk olarak insanların müzik dilini çözmeye çalıştım. Onlara, müziği daha kaliteli bir hale getirebilmek için farklı neler yapabileceğimizi öğrettim. Bu adım adım ilerleyen bir süreç. Sesi, yalnız başınıza değil bütün müzisyenlerle birlikte değiştirebilirsiniz. Orkestranın karakterini değiştirmemeniz çok önemli. Karakter değişmemeli çünkü bu onların ruhudur. Ama kaliteyi artırabilirsiniz.

Bir orkestrayı tanımak için ne kadar zamana ihtiyacınız var?

Sahnedeyken kendinizi korumaya almamanız gerekir. Eğer alırsanız bir duvar örersiniz. Bu duvar iki tarafı da etkiler. Kendinizi korumaya alırsanız ne istediğinizi de anlatamazsınız. Bu da iyi bir şey değildir. Kulaklarınız size bütün teknik detayları, ruhunuz ise enerjiyi anlatır. Ve empati ile onları analiz edersiniz. Hem analitik hem de duygusal olmanız gerekir. Bu ilk yarım saat, 45 dakikada olur. İlk aradan sonra artık orkestrayı daha iyi tanıyorsunuzdur ve çalışmaya başlayabilirsiniz.

Büyük iş…

Eğer çok fazla kontrol etmek isterseniz işe yaramaz. Başlarda orkestradaki bazı insanları şefin her şeyi kontrol etmesini isterler. Onlara ne yapmaları gerektiğinin söylenmesini beklerler. Tabii ki böyle de yapılabilir. Ama eğer müzikte ‘sihir' seviyesine ulaşmak istiyorsanız onların sizin için çalmayı arzu etmelerini sağlamalısınız.

Peki siz baskıcı bir şef misiniz?

Eğer onları zorlarsanız gönüllü olarak yapacaklarından farklı bir müzik elde edersiniz. Onları bu şekilde çalmaları için motive etmeye çalışıyorum. Bazılarının bir duvar ördüklerini hissedersem son aşamada onlara ne yapmaları gerektiğini söylüyorum.

TÜRKİYE'DE BÜYÜK BİR POTANSİYEL VAR

Türkiye'de klasik müzik ortamı için ne düşünüyorsunuz?

Türkiye'de inanılmaz bir yeteneğin olduğunu düşünüyorum. Çok iyi müzik okulları, çok iyi öğretmenler var. Batı üniversitelerinden Türkiye'ye gelenler müziğin seviyesini gördüklerinde her zaman şaşırırlar. ‘Bu inanılmaz. Hiçbir zaman Türkiye'de bu kalitede müzik dinlemeyi beklemezdim.' derler. Ben de onlara, daha çok öğrenmelerini söylüyorum. Türkiye'de sadece klasik müzik alanında değil genel anlamda müzikte büyük bir potansiyel var.

Neden bu seviyede bir müzik duymayı beklemiyorlar?

Çünkü şimdiye kadar uluslararası arenada üst seviyede performans gösteren sadece Türk solistler olmuş. Sadece solistler… Ama şunu anlamanız gerekiyor ki; Batı toplumu için sanat kültüründe en yükse seviye klasik, senfonik orkestradır. Yüz kişi aynı anda sanat yaptığında bu müziğin en yüksek formudur. Yani çok iyi düzeyde orkestrası olan bir ülke, uluslararası alanda müzikal olarak saygınlık kazanır. Sadece bir solist olursa onun yeteneği öne çıkar. Ama yüz kişinin aynı anda sahnede olması, onların muhteşem bir müzik kültürüne sahip olduklarını kanıtlar.

29 Ocak 2016 Cuma

Emine Ceylan'ın elem çiçekleri açtı

Emine Ceylan, altı yıl aradan sonra farklı bir sergi açıyor. Tophane-i Amire'de bugün başlayan “Elem Çiçekleri”, fotoğraf, resim ve enstalasyondan oluşan çok yönlü bir sergi. Fotoğraf sanatında 30 yılı geride bırakan ve bugüne kadar 14 sergi açan Ceylan için Elem Çiçekleri yeni bir başlangıç.

Emine Ceylan, her zaman şaşırtan sanatçılardan. Hindistan fotoğrafları, kızı Asiye'yi model olarak kullandığı ve oldukça ses getiren ‘Zaman Yolculuğu' kareleri, kardeşi Nuri Bilge Ceylan ile birlikte açtıkları “Babam İçin” sergisi… Hepsinde farklı bir sanatçı vardı karşımızda. Altı yıldır atölyesine kapanan Ceylan, şimdi de sürpriz çalışmalar hazırladı. Hedefi sergi açmak değildi, çalışmaktan duyduğu zevk, yeni bir işe başlama tutkusu, başarmak ya da başarısızlık... Bu duyguları deneyimlemek istedi. Cesare Pavese'nin “Bir sanatçı için en korkunç şey, başlama duygusunu yitirmesidir.” sözüne inat, o duyguyu yitirmeden sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar çalıştı, çalıştı, çalıştı ve ortaya, Baudelaire'den ödünç aldığı isimle ‘Elem Çiçekleri' çıktı.

Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi'nde bugün başlayacak olan “Elem Çiçekleri”, fotoğraf, resim ve enstalasyondan oluşan çok yönlü bir sergi. Ceylan, Baudelaire'in temel aldığı melankoli duygusunun kendisiyle, fotoğraflarıyla ve resimleriyle ortak birlikteliğe sahip olduğunu düşündüğü için sergisine bu ismi verdiğini söylüyor.

Elem Çiçekleri, iki bölümden oluşuyor. Tophane-i Amire'nin beş kubbe olarak adlandırılan büyük salonunda, 6 yıllık emeğin ürünü olan yağlıboya resimler, karışık teknikle hazırlanmış görseller ve resimleriyle bütünlük arz eden büyük boy siyah-beyaz fotoğraflar yer alıyor. Tek kubbe olarak adlandırılan 250 metrekarelik küçük salonda ise “Yalnız Kadınlar Arasında” adını verdiği enstalasyon izlenebilecek.

KÜÇÜK GELİNLERİN ACISI İLHAM VERDİ

Emine Ceylan'ın yağlıboya tablolarında kendi hikâyesi, hayatındaki insanlar, sevdikleri var. Köy yaşantısı, abla-kardeş, anne-kız sevgisi, eşekler ya da kayınvalidesi... Ceylan'ın eşi, ressam Alaattin Aksoy'un annesi Asiye Aksoy da bu hikâyenin bir parçası. İlk kez denediği enstalasyonda ise kadınların yalnızlığına değiniyor sanatçı. Hayatlarındaki anlamı yitirmiş, ebedi yalnızlığa mahkûm olmuş, belki de lanetlenmiş kadınlar… “Yalnız Kadınlar Arasında” adlı enstalasyonun çıkış noktası, Güneydoğu'da intihar eden küçük gelinler. “O küçük gelinler beni çok sarstı. 2014'te intihar eden Siirtli Kader'den çok etkiledim. Fakat bu enstalasyon kadın şiddeti üzerine değil sadece, kadınların yalnızlığı üzerine bir deneme.” diyor Ceylan.

Sergide yağlıboya resimlerin yanı sıra karışık teknikle hazırlanmış görseller ve büyük boy siyah-beyaz fotoğraflarda yer alıyor.

Elem Çiçekleri, bugüne kadar 14 kişisel fotoğraf sergisi açan Ceylan için milat sayılabilir. Sanatçı, artık sadece fotoğraf çekmeyecek, resim yapacak, enstalasyon hazırlayacak. Ölüm, yokluk, yolculuk, zaman, melankoli temaları üzerine çalışan Ceylan'ın yağlıboya tabloları da resimleriyle örtüşüyor. Onun sanatını en güzel Fransız şair Paul Claudel'in bir sözü ifade ediyor: “Zaman hiç kaybolmaz, kaybolan biziz.”

Çok yönlü bir Emine Ceylan kitabı

Elem Çiçekleri sergisi, Ceylan'ın son altı yıldaki üretimlerinden oluşuyor ama sergiye eşlik eden 480 sayfalık kitap, sanatçının bütün dönemlerini yansıtan retrospektif bir eser gibi hazırlanmış. Baştan sona Ceylan'ın tasarımı olan kitabın her bölümünün başında, sanatçının kendisi ve aileden birinin yazdığı yazılar yer alıyor. Kızı Asiye, kuzenler Akın Aksu, Tahir Musa Ceylan bu isimler arasında. Kitapta annesine ve babasına yazdığı şiirsel denemelerine de yer veren Ceylan, “Çok içsel, kişisel ve bana özgü bir kitap oldu.” diyor.

“Eski zaman insanları gibiyim”

Emine Ceylan, bunca yıl sanatın içinde ama hep popülerlikten uzak durdu. On tane iş yapıp sergi açan, fuarlarda fıldır fıldır eser satma telaşına düşen birçok sanatçının aksine asude ve sessiz bir yaşamı tercih etti. Daha da önemlisi, onun çalışma anlayışı ve disiplini. İğneyle kuyu kazmaya ve derinleşmeye inanan kaç sanatçı var? Altı yıldır atölyesinden resim yapan sanatçı bakın ne diyor: “Resimleri çalışırken altı yıl boyunca kimseye göstermedim, kapanıp çalıştım. Hiç kimse, ne kardeşim gördü, hatta kocam ressam, o bile görmedi. Ama sergi açmak için, bir hedefe varmak için resim yapmadım. Çalışmak, bunu başarmak istediğim için yaptım. Bunları hiç sergilemeyebilirdim. Resmin en zevkli yanı bence yaparken, sunuş kısmını sevmiyorum. Çünkü, ne yazık ki anlamsız geliyor. Artık çok farklı duyarlıklar var günümüzde. Ben farklı bir kulvarda yürüdüğümü düşünüyorum. Sosyal medyanın ön planda olduğu, daha yüzeysel tüketimin önemsendiği bir toplum haline geldik. Ben buna hitap etmiyorum. İğneyle kuyu kazmaya ve derinleşmeye inanan bir insanım. Eski zaman insanları gibi. Şimdi anlık tüketimler var. Instagramı sanat sanıyorlar, anlık paylaşımları beni yükseltmiyor, keyif vermiyor. Ama kendi başıma çalışırken içine girdiğim mücadele, başarı, başarısızlık… Bunlar daha heyecan verici.”

27 Ocak 2016 Çarşamba

Don Kişot'un Ankara seferi

Don Kişot'un yazarı Miguel De Cervantes, ölümünün 400. yılında ülkesi İspanya başta olmak üzere tüm dünyada anılıyor. Elli ayrı dilde yapılacak 2 bin anma programının Türkiye ayağında “Don Kişot'un İzleri” sergisi var. Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde 1 Şubat'ta açılacak sergide, Picasso ve Salvador Dali'nin yanı sıra 400 sanatçının Don Kişot resimleri yer alıyor.

Elindeki sıradan silahlarla dünyadaki kötülüklere, görünen-görünmeyen düşmanlara karşı savaş açan şövalye ruhlu Don Kişot'un hikâyesi, yüz yıllardır okurların ilgisine mazhar oluyor. İspanyol yazar Miguel de Cervantes Saavedra'nın yazdığı eser, dünyada en çok yayınlanan ve okunan romanların başında geliyor. Cervantes (1547-1616), ölümünün 400. yılında dünyada bir dizi etkinlikle anılıyor. Etkinliklerin en önemlileri Don Kişot sergileri. Bu amaçla Ankara'da 1 Şubat'ta açılacak “Don Kişot'un İzleri/ The Traces of Don Quixote” sergisi bugüne kadar Türkiye'de açılan en kapsamlı sergi olacak. Sergide Salvador Dali'den Pablo Picasso'ya kadar 200 sanatçının 400 eseri sanatseverlerin ilgisine sunulacak.

Sergide Türkiye'den sanatçıların eserleri de yer alıyor. Selçuk Demirel, Utku Varlık, Onay Akbaş, Prof. Devrim Erbil, Abidin Elderoğlu, Habip Aydoğdu, Yalçın Gökçebağ, Prof. Adnan Turani, Metin Yurdanur, Prof. Özdemir Altan, Prof. Fevzi Karakoç, Prof. Zafer Gençaydın'ın aralarında olduğu 40'a yakın ünlü Türk ressam Don Kişot için hazırladığı resim ve heykellerle sergiye katkıda bulunuyor.

EN BÜYÜK DON KİŞOT KOLEKSİYONU

Ankara'da sergilenecek Don Kişot koleksiyonu, dünyanın en büyük koleksiyonu olarak kabul ediliyor. 400 eser, Almanya'nın Goslar Modern Sanatlar Müzesi'nin Don Kişot Evi'nde yer alan ünlü koleksiyondan getirildi. Don Kişot Evi, Ortaçağ'dan kalma eski bir yapı. Don Kişot Evi'nde, Theodor Karl Peter Schenning'in özenle biriktirdiği, 18. yüzyıldan günümüze kadar Don Kişot üzerine yazılmış kitaplar, çizilmiş resimler ve üretilmiş özgün heykeller bulunuyor.

Serginin küratörü İbrahim Karaoğlu, “Sergiye katılan her sanatçımız kendi Don Kişot'unu yarattı. Kendi ruhlarındaki Don Kişot'u üflediler yapıtlarına.” diyor. İbrahim Karaoğlu, Bettina Ruhrberg küratörlüğünde ve Meryem Schultz, Jörg Kastner, Mustafa Güneş koordinatörlüğünde hazırlanan “Don Kişot'un İzleri” 6 Mart'a kadar görülebilecek.

21 Ocak 2016 Perşembe

Prof. Dr. Filiz Ali: ‘Müzisyenler, şanssız sanatçılardır'

Piyanist ve müzik eleştirmeni Prof. Dr. Filiz Ali, her yıl yayın dünyasına bir kitap kazandırıyor. Ali, babasına ait elindeki tüm belgeleri geçen yıl yayınlayarak tamamlamıştı, bu yıl Müzisyen Portreleri'ni yazdı. Yıllarca akademisyenlik yapan Filiz Ali, hem kitabını anlattı, hem son tartışmaları değerlendirdi.

‘Dünyadan ve Türkiye'den Müzisyen Portreleri'ni (Cem Yayınevi, 1995) yayımlamıştınız. Müzisyen Portreleri'nin (YKY) ondan farkı ne?

O kitabın baskısı yıllardır yoktu. Hem o yazılardan sonra ben kaç sene daha müzik eleştirilerine devam ettim. Yazılar arasından bir seçki hazırladım. Eski portrelere bazı ilaveler yapıldı. O kitap 20. yüzyıl kitabıydı. Dolayısıyla genç sanatçılara yer verememiştim. Bu kitapta Zeynep Gedizlioğlu gibi benim öğrencim olan genç bir besteci de var. Bir de eski portrelerin yeniden okunmasını istiyordum. Çünkü kültürel hayatımızın en önemli eksikliği, çok değerli insanlarımızın ölümünden kısa bir süre sonra unutulmaları, ihmal edilmeleri. Hayatları boyunca yeterince kayıt da yapmamışlarsa çok yazık oluyor onlara. Çok değerli kayıtlar da kayboldu. Müzisyenler diğer sanatçılardan şanssızdır.

Yazılarınızı okuyunca Türkiye'de müzik eleştirmenliğinin ne durumda olduğunu merak ettim?

Liberalizmle birlikte sanatta da tanıtım çok büyük önem kazandı. Eleştiri, tanıtıma döndü. Eleştiri nedir? Bir sanat eserini, bir konseri, ele aldığınız vakit, onun teknik, yorum ve stil inceliklerini yetkin ve uzman bir dilin okura anlaşılır bir şekilde anlatabilmesidir. Bu kolay bir iş değil. Hem üslubunuz okuru sıkmayacak, hem kullandığınız teknik jargon yabancı olmayacak. Aynı zamanda sanatçıyı da yönlendirecek, belki. Eleştiri derken olumsuz bir şeyden bahsetmiyorum. Eleştiri, incelemedir esasında. Sanatçıyı mikroskobun altına koyup incelemek. Bu tür yazılar, yayın organları tarafından istenmemeye başladı.

Neden istemediler?

Gazeteler, dergiler, daha ziyade tanıtım yazısı istediler. Mesela bir festival var. Pek çok sanatçı Türkiye'ye gelecek ve konser verecek. O sanatçılar hakkında yazıların önceden yazılmasını istediler. Tamam yazdık, sanatçıyı tanıttık, gayet güzel. Ama konser değerlendirmeleri gitgide azaldı.

Brahms, bir konserin orta yerinde salonu terk edince, “Niye çıkıyorsunuz, daha konser bitmedi ki” diyorlar. Ünlü bestecinin cevabı, “Benim için bitti.” oluyor. Sizin de salonu terk ettiğiniz oldu mu?

Çoook… Müzisyenlerin deformasyon dediğimiz kusurları oluyor, bende de var. Bir yerden sonra yorum, istediğiniz gibi değilse ya da yeterince yetkin değilse sıkılıyorsunuz. Arada bir oluyor böyle şeyler. Ama çıkmak doğru değil. Yorumcuya ayıp olur, haksızlık olur. Sahnede sanatını icra etmek için emek veren insana saygı göstermemiz lazım.

Son yıllarda ünlü klasik müzik sanatçıları geliyor Türkiye'ye. Andre Rieu, Farid Farjad gibi sanatçılar birkaç kez gelip konser verdiler, salonlar doldu. Bu konserlere ne diyorsunuz?

Her ikisi de klasik müziği popülerleştiren sanatçılar. Klasik müzik eskisi gibi konser salonuna tıkılıp kalmadı, dışarı taştı, taşması gerekiyordu. Çünkü 21. yüzyıl insanın sabrı yok. Her şey bir an önce olsun bitsin, eğlenelim, gözümüze güzel görünsün, etraf da hoş olsun derken açık hava konserleri düzenlenir oldu. Avrupa'da, Amerika'da o kadar çok açık hava konserleri yapılıyor ki. Benim bildiğim Amerika'da iki yer vardı yıllar önce. Hollywood'da ve Boston'da. Şimdi öyle değil, Berlin'de, Londra'da parkta binlerce kişi klasik müzik dinliyor. Klasik müziğin belirli bir kesime hitap ettiği önyargısı kırıldı.

Müzik ilgimiz ve bilgimiz Mozart ve Beethoven'ın ötesine neden gidemiyor peki?

Bir kere en çok onlar icra ediliyor. Her yerde duyabilirsiniz. Bizde de artık kullanılıyor. Mesela geçenlerde bir TV dizisinde fon müziği olarak Chopin çalıyorlardı. Şaşırdım. Kış Uykusu'nda baştan sona Schubert'in sonatından bir bölümü dinlersiniz. 19. yüzyılın sonuna kadar yaratılan eserler, insanlara çok daha yakın geliyor, hâlâ. Koskoca bir yirminci yüzyılın müziğini kabul etmedi büyük bir kesim. Çünkü o yüzyıl, sadece müzik açısından değil, insanlık açısından da büyük değişikliklere, felaketlere, korkunç olaylara sahne oldu. İki büyük dünya savaşı, katliamlar, ihtilaller, iç savaşlar bitmek bilmedi. Onun müziğinin Mozart, Beethoven gibi yumuşacık olması mümkün değil.

Akademisyenlere söz söylemeye hakkımız yok

1128 akademisyenin imzaladığı ‘Barış İçin Akademisyenler Bildirisi'ne edebiyat ve sanat camiasından çok destek geldi. Siz de imzacılar arasında mıydınız?

Ben hayatımda o kadar az imza attım ki… İmza atmamam desteklemediğim anlamına gelmiyor. Akademisyenlere söz söylemeye hiç hakkımız yok. Akademisyen olabilen kişiyi öpüp başımıza koymamız lazım. Üniversitelerde hoca kalmadı. Üniversiteye hoca lazım ki, bu çocuklara bir-iki bir şey öğretsin. Çocuklar üniversiteye zaten bomboş geliyor. Kendi tarihini, Osmanlı tarihini, dünya tarihini bilmiyor, coğrafya bilgisi yok. Bırak Mısır'ı İstanbul'da Taksim'i bilmeyen öğrencim vardı. AKM'yi hayatında hiç duymamış. Topkapı Sarayı'na hiç gitmemiş, Ayasofya nedir bilmiyor. Gelmiş 21 yaşına. Ama gündelik olayları takip ediyorlar, onlar da bir kulaktan girip bir kulaktan çıkıyor.

Yıllarca akademisyenlik yaptınız, bu bildiri ve sonrasında gelişen olaylar size ne hissettirdi?

Sadece akademisyenler değil, aklı fikri düşüncesi olan insanların içinde bulunduğumuz bu durumlara üzülmeleri ve barış istemelerinden daha doğal ne olabilir? Bu bildiriyi imzalayan akademisyenlerin, bir kere düşüncelerini seslendirme hakları var. Herhangi bir şekilde haklarında kovuşturma yapılması haksızca geliyor. Kınanabilir, eleştirebilirsin de ama suç olarak görmek hangi rejimde var.

Bildiri, ‘PKK'nın eylemlerine bir şey söylemiyor, tek taraflı' diye eleştirildi. Bu eleştiriler haklı mı?

PKK bir terör örgütüdür. Terör örgütü ile terör örgütünün karşısında devlet var. Devletin sorumluluğu vatandaşını korumaktır. Ölümlerin olmaması için gayret göstermesi gerekir. Eleştiri doğru ama bildirinin yayınlanması suç değil.

Babamın yazdığı mektupları yıllardır bekliyorum

Babanızın yayımlanmayan bir yazısı, mektubu kaldı mı?

Kalmadı. Ama babamın başkalarına yazdığı mektuplar ortada yok. Senelerdir bir yerlerden çıksın diye bekliyorum.

Sahaf festivallerinin, fuarların en çok sorulan iki yazarı var: Sabahattin Ali ve Oğuz Atay. Sizce hangi yönden günümüz insanını etkiliyorlar?

Oğuz Atay çok farklı bir yazar, Sabahattin Ali çok farklı. Ama ikisi de çok samimi ve hissiyatları yüksek. ‘Ah, aynen benim gibi düşünmüş' diyor okuyanlar. Oğuz Atay'ı şahsen hiç tanımadım, bilmiyorum. Ama babam söz konusu olduğunda şunu söyleyebilirim: Kimselere benzemeyen tipler vardır hayatta ama çok azdır sayıları, babam da öyleydi. Mozart da kimseye benzemiyordu.

Babanızın eşyalarının son durumu ne?

Artık bu kadar zaman geçti aradan, ailem istediği vakit vermemişler, borcu var diye. Satıp para mı kazanacaklar gömlekten! Bir yerde olduğunu da sanmıyorum, dağılmıştır. Artık peşini bıraktım bu işlerin. 2002'den bu yana mecliste Sabahattin Ali hakkında CHP milletvekilleri Kemal Anadol ve Mustafa Gazalcı tarafından verilen bütün soru önergeleri AKP tarafından reddedildi. Ümidim yok devletten artık. Vaktiyle Kırklareli Adliyesi'ndeki dosyaları istemiştik. Su bastı filan dediler. Ya su basıyor, ya da yangın çıkıyor, o dosyalar bulunmuyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Kimin başına geldiyse böyle bir olay, o isyan ediyor sadece. Yanındaki etmiyor.

19 Ocak 2016 Salı

‘Eyüplü Hattatlar' yenilendi

Mehmet Nermi Haskan'ın 1995'te yayına hazırladığı eseri ‘Eyüplü Hattatlar', 20 yıl sonra Doç. Dr. Süleyman Berk tarafından baştan sona yenilenerek yayımlandı. 212 hattatı yakından tanıtmayı amaçlayan kitapta, hattatların eserlerine, mezarları ve mezar taşı kitâbelerine, evlerinin şimdiki durumuna ait fotoğraflara yer veriliyor.

Osmanlı'dan bugüne ne kadar hattat yetişmiş, hangi dönemlerde yaşamış, ne kadar eser vermiş gibi sorulara eksiksiz cevap vermek bugün mümkün değil ama Eyüp'te yaşayan hattatlara dair kaynak bir eser elimizde var. Merhum Mehmet Nermi Haskan'ın 1995'te yayına hazırladığı ‘Eyüplü Hattatlar' kitabını Eyüp Belediyesi 20 yıl önce yayımlamıştı. Hattat Doç. Dr. Süleyman Berk, eseri gözden geçirerek yeniden yayına hazırladı. Yine belediye tarafından basılan ve geçen hafta çıkan eser, baştan sona değişmiş. Berk, kitaptaki resimlerin tamamına yakınını değiştirmiş, çok sayıda fotoğraf ve biyografiye de birkaç hattat daha eklemiş. Hattat-ressam Turan Sevgili tarafından resimleri yapılan 6 hattat; Filibeli Bakkal Ahmed Ârif Efendi, İsmail Zühdi Efendi, Mahmud Celaleddin Efendi, Çarşambalı Mehmed Ârif Bey, Aziz Efendi ve Sultan Reşad Türbesi'nin hatlarını yazan Ömer Vasfi Efendi'nin portreleri de kitaba renk katmış. Sevgili'nin, 70 hattatın portresini yaptığı bir koleksiyon da var.

‘Eyüplü Hattatlar' kitabı aslında, daha önce dört cilt yayımlanan ‘Eyüplü Meşhurlar' kitabının birinci cildiydi. Mehmet Nermi Haskan, kitabı hazırlarken Eyüp'te yaşayan, Eyüp'te medfun bulunan ya da bir şekilde Eyüp'le bağlantısı olan herkesi araştırıyor. Yeni baskıda 2 cilde indirilen ve büyük boy kuşe kağıda basılan eserin ilk cildinde yine hattatlar ve musikişinaslara, ikincisinde ise dini şahsiyetlere yer veriliyor.

212 hattatı yakından tanıtmayı amaçlayan eserde, hattatların eserlerine, mezarları ve mezar taşı kitâbelerine, evlerinin şimdiki durumuna ait fotoğraflar var. Eyüp, eskiden kültür-sanat ve dini hayatın yoğunlaştığı ve Eyüp Sultan'dan dolayı herkesin onun gölgesine gömülmek istediği bir yerdi. Bu yüzden Piyer Loti'ye çıkarken geçtiğimiz mezarlıkta hattatların kabirlerine sık rastlıyoruz. Elbette kitapta yer alan hattatları Eyüp'le bağını koparamayız ama tam da Eyüplü diyemeyiz.

Kitabın ikinci bölümü olan ‘Eyüplü Musikişinaslar'ı, Mehmet Güntekin yayına hazırlamış. Bu bölümde herhangi bir değişiklik yok, fakat Güntekin, 1995'te yayımlanan ilk kitap için üç sene çalışıldığını, Haskan'ın yıllarca süren çalışmalarının ürünü olan müsveddelerini eline alan ilk kişi olduğunu belirtiyor. İrfan Çalışan'ın yayın yönetmenliğinde hazırlanan eser, önemli bir boşluğu dolduruyor.

16 Ocak 2016 Cumartesi

Sezen Aksu, 40 yıllık sahne hayatına ağlayarak veda etti

Sezen Aksu, 40 yıllık sahne hayatına dün akşam ağlayarak veda etti.

Sezen Aksu, bu yaz dinleyicilerinin karşısına Sezenli Yıllar adını taşıyan ve dört konser olarak planlanan sahne şovuyla çıkmıştı. İlk iki konser, geçtiğimiz temmuz ayında Harbiye Açıkhava Sahnesi'nde gerçekleştirildi. Son iki konser ise ekimde yapılacaktı fakat şehitler nedeniyle ertelenmişti.

‘Sezenli Yıllar'ın son iki konserinin ilki, dün akşam Maslak'taki Volkswagen Arena'da gerçekleştirildi. İkincisi bu akşam 20.30'da aynı mekanda yapılacak. Minik Serçe, dün akşamki konserinde, sahneye son kez çıktığını söyledi ve sevenlerine gözyaşlarıyla veda etti.

Minik Serçe'nin sahneye adımını attığı andan itibaren durgundu, keyfi pek yok gibiydi. Meşhur esprilerini çok az yaptı. Sahnede yavaş hareket ediyordu, temkinliydi. Evde elini incittiğini söyledi ama annesinin rahatsızlığı, ülkesinin durumu, son zamanlarda çok fazla yıpratılması onu yorduğu belliydi. Her zamanki gibi izleyicisi ona destek verdi. “Yeter ki kalbiniz kırılmasın” diye tribünden ses yükselince, derin bir ah çekti ve “Benim kalbim kırılmış ne ki, ülke ortadan ikiye yarıldı!” dedi. Sahneye çıkmadan önce herkesin kendisini tembihlediğini ve çenesini tutacağını anlattı ama yine yapamadı, yapmadı.

Yaklaşık üç buçuk saat sahnede kalan sanatçı, son parçasından sonra “Her bitiş yeni bir başlangıçtır. Yarın İstanbul'daki son konserimi vereceğim, üretmeye devam fakat söz verdiğim birkaç konseri de yaptıktan sonra sahneye veda ediyorum. Bugün 40 yılın anısına ortak paylaşımda bulunduğunuz için şükranla doluyum. Benim oyuncak bebeğim olmadı, kendimi bildim bileli şarkı söyledim, alkışı sevdim. Kadınları, erkekleri, romanları, özellikle de başkaldıranları daha çok sevdim. Hayat sana teşekkür ederim. Müziği aşkla yapan buradaki insanlarla veda güzel oldu.” dedi. İtiraz istemedi. Şakayla karışık beni sinirlendirmeyin, uyarısı yaptı. Döndürüp döndürüp şarkıları dinleyin, yeter 40 yıldır buralardayım, diyerek herkesi güldürdü.

Minik serçenin vedası herkesi çok üzdü. Sanatçı, son anda gözyaşlarını tutamadı, ağladı, ağlattı. Zaten paramparça olmuş , umuda en çok ihtiyaç olduğu anda ülkesini Sezen'siz bıraktı. Ama hepimiz biliyoruz ki, sanatçılar sahneden uzun süre ayrı kalamaz. Dönüşü heyecanla beklenecek…

14 Ocak 2016 Perşembe

!f İstanbul 'Anomalisa' ile açılıyor

Bu yıl 15.si düzenlenecek !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali açılışını animasyon türündeki ‘Anomalisa' filmi ile yapıyor.

Being John Malkovich, Adaptation, Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi klasik yapımların yazarı Charlie Kaufman ile televizyon animasyon dizisi ‘Mary Shelley's Frankenhole'un fikir babası Duke Johnson'ın birlikte yönettiği film stop-motion tekniğiyle çekildi. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali'nde gerçekleştiren ve Jüri Özel Ödülü'ne layık görülen film Türkiye'de ilk kez !f İstanbul'da seyirciyle buluşacak. Çekimleri 3 yılda tamamlanan Anomalia, Austin Fantastic Fest'te En İyi Yönetmen, San Diego, San Francisco, Indiana gibi pek çok eleştirmenler birliği tarafından da ‘Yılın Animasyonu' seçildi. İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında yapılacak 15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, 18-28 Şubat 2016 tarihlerinde İstanbul'da, 3-6 Mart 2016 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir'de gerçekleştirilecek.

Yazar Sinan Sülün: Dünyayı kurtarmak istiyorsan önce bu fikirden vazgeçmelisin

Yazar Sinan Sülün, 2011 yılında yayımlanan ses getiren ilk öykü kitabı Karahindiba'dan sonra geçtiğimiz ay Kırlangıç Dönümü isimli romanıyla yeniden okurla buluştu. “Dünyayı kurtarma fikrinden vazgeçtikten sonra yazar olmaya karar verdim. Dünyayı kurtarmak istiyorsan önce bu fikirden vazgeçmelisin.” diyen Sülün ile romanı konuştuk.

Öyküyle başladınız, şimdi bir romanla okur karşısındasınız. Öykünün imkânları yeterli gelmedi mi?

Bizde öykücü olan, öykücü kalsın gibi bir beklenti var galiba. Bir biçim öngörülerek yazılamayacağını düşünüyorum. Bir derdim vardı, yazdım, yayınevine götürdüm; bu öykü dediler, peki dedim. Bir derdim vardı, yazdım, götürdüm yayınevine; bu roman dediler, yine peki dedim. Yani ben bir dertten mustarip yazıyorum. Biçimi hiç düşünmüyorum.

Öykücülerin roman, romancıların öykü yazması genelde o kadar iyi karşılanmaz. Bunun için ne dersiniz peki?

Bence yazar kalbinin söylediği şeyi yapmalı, içinden geleni dinlemeli. Aşk gibi... Bunun çok planlanan, hesaplanan bir şey olmadığını düşünüyorum. Aşk da kalbimizin çok ücra bir yerinden geliyor. İster kişiye duyulan aşk olsun, ister ilahi, ister dosta duyulan. Yazmak da oradan geliyor, ikisinin kaynağı aynı yer olunca bu çok hesaplanamaz bir şey. Eleştirilerin yersiz değil ama öğrenilmiş bir şey olduğunu düşünüyorum. Zamanı lineer ve neden-sonuç ilişkisiyle kabul ederseniz, bu soru haklı. Ama ben zamanın lineer ve neden-sonuç ilişkisiyle işlemediğini, hatta her şeyin sonuçtan nedene gittiğini düşünüyorum. Neden öyküden sonra roman, bilmiyorum...

Romana gelelim, iyinin çok iyi olduğu, kötünün de kötü olduğu karakterler var. İyiliğin ve kötülüğün iç içe geçtiği karakterler yazmayı neden tercih etmediniz?

Ali'nin bir yerde babaannesinden aktardığı bir şey var, “Her insan içinde iyiyi ve kötüyü taşır, önemli olan kötüyü bertaraf edip iyi olabilmektir, kıymetli olansa iyiyi de bertaraf edip hiç olabilmektir.” Aslında düşüncem ve kitabın felsefesi bunu anlatıyor. Bir tarafıyla şu da var; dediğin doğru, tırnak içinde bir ‘klişe', zengin kız fakir oğlan, ya da devrimci solcu çocuk burjuva bir aileden gelen kız... Ama klişeler iyidir. Bir derdi ve meramı anlatmak için, herkese ulaşabilmek için ve görünürün altındaki görünmeyeni anlatmak için klişelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. İyilerin tamamen iyi, kötülerin tamamen kötü olduğu... Hasbelkader böyle bir şey var, ama bir tarafıyla da yok aslında. Ali çok iyi, Nergis ve Hüseyin de öyle. Ali bizdeki, hepimizdeki iyiliğin vücut bulmuş hali. Ama Ali gibi insanlar var mı dersen, ben bu iyi insanları tanıdım.

Bu bir yandan da romantize, idealize edilmiş bir solcu romanı. Bu tür romanların, hatta belki güzellemelerin günü geçmedi mi?

Solcu güzellemesi nerede var? Bence hiçbir yerde yok. Arkadaşları solcu evet ama Ali belli bir kalıba girmiyor. Ali siyasetüstü bir yerden, sadece merhametle bakıyor. Merhametli olmak solculara özgü bir şey değil, ama ne yazık ki bu ülkede solcular bunu üzerine aldı. İşte burası benim tehlikeli bulduğum bir yer. Ali bir şey değil. Ali iyi olmaktan, hiç olmaktan bahsediyor. Bunun için solcu olmaya gerek yok. Merhametli olmak yeterli. Evet solcular var romanda ama Hikmet Hoca, “Benim tanıdığım en devrimci insan bir köylüydü.” der. Çocukları sabah evden alıp okula götüren... Bence bir güzelleme yok, varsa da merhametli insanlara var.

Rüya sahneleri kitabın en sert bölümleri. Bu kâbuslar nasıl bir boyut kazandırdı size göre?

Ali görünürde bir âşık, merhametli ve iyi bir adam. Ama bu adamın bir de geçmişi var. Bu geçmişi iki türlü anlatabilirdim, ya o döneme gidip çok realist bir şekilde, ya da rüyalar yoluyla. Rüyaları yazarken psikologlarla, araştırmacılarla çalıştım. Ali gibi bir adam nasıl bir rüya görecek ve neler olacak? Ali on senesini hapiste geçiriyor. Hapishanelerde Hayata Dönüş Operasyonu gibi birçok olay oluyor. Sanrılar görüyor, işkenceye maruz kalıyor, zaten hapse de suçsuz yere girmiş... Bunların yansımalarını gerçekçi bir şekilde versem çok sert olacaktı. Vermesem, Ali'de bir şey eksik kalacaktı. Rüyalar o derinliği sağlayabilmek için gerekli bölümlerdi.

Son bölümlerde Ali'nin yakın arkadaşı Deniz'in bir tiradı var. “En yakınımızdaki insanı bile kurtaramazken dünyayı nasıl kurtaracaktık.” diyor. Neden böyle düşünüyor?

Deniz'deki durum şu: İnsanlar dünyayı kurtarmayı düşünür. Ben de üniversitedeyken dünyayı kurtarabileceğimi düşünüyordum. Çok sonra anladım, kendimi kurtaramazken dünyayı nasıl kurtarayım. Dünyayı kurtarma fikrinden vazgeçtikten sonra yazar olmaya karar verdim. Dünyayı kurtarmak istiyorsan önce bu fikirden vazgeçmelisin. İyi bir dünyanın siyaseten yapılamayacağına inanıyorum. John Holloway'in dediği gibi, “Sistemde çatlaklar yaratmak gerekiyor.” Ataşehir'de, penceresinde sardunya yetiştiren insan da devrimcidir, işe gitmeyip o gün parkta kitap okuyan ve kapitalizmi protesto eden kız da. Hepsini bir arada düşünmemiz lazım.

12 Ocak 2016 Salı

Nobel, ıskaladığı yazarları açıkladı

Nobel Edebiyat Ödülü komitesi, kural gereği 50 yıl boyunca aday listesini gizli tutuyor. Her yıl ocak ayında ise arşivini açıyor. Geçtiğimiz hafta 1965'in adayları açıklandı. Listede, ödülü hiçbir zaman kazanamayan ve komitenin günahı olarak görülen Nabokov, Borges, Ezra Pound gibi isimler var.

2010'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Mario Vargas Llosa, bir söyleşisinde şöyle demişti: “Nobel komitesi Borges ve Nabokov gibi yazarları ödüllendirmemekte hata etti fakat ödülü hak eden Dario Fo ve García M·rquez gibi isimleri de unutmadı.” Nobel Edebiyat Ödülü komitesi, kural gereği 50 yıl boyunca aday listesindeki isimleri açıklamıyor. Her yıl ocak ayında ise arşivini açıyor. Komite, geçtiğimiz hafta 1965 yılının adaylarını açıkladı.

1965'teki 90 kişilik listede Louis Aragon, E.M. Foster, W.D. Auden, Samuel Beckett, Jorge Louis Borges, Vladimir Nabokov, Georges Simenon, Lawrence Durrell, Max Frisch, Jukio Mishima, Ezra Pound, Pablo Neruda, Henri Troyat ve Marguerite Yourcenar gibi isimler vardı.

1965 Nobel Edebiyat Ödülü, o yıl Rus yazar Mikhail Sholokhov'a verilir. Listedeki yazarlardan Samuel Josef Agnon ve Nelly Sachs 1966'da, Miguel Ángel Asturias Rosales 1967'de, Samuel Beckett 1969'da, Pablo Neruda 1971'de ve Heinrich Böll ise 1972'de ödülü kazanır. Fakat listeden Nabokov, Borges, Ezra Pound, Marguerite Yourcenar, Lawrence Durrell ve W.D. Auden gibi isimler bu ödüle hayatları boyunca değer görülmez.

Nabokov çeşitli yıllarda ödüle aday gösterilir. 1963'te Amerikalı Profesör Robert M. Adams; 1964'te İngiliz Profesör Elizabeth Hall ve 1965'te Andrew J. Chiappe yazarı listeye koyar. Fakat yine olmaz. Borges ise ödülün verildiği ülkede profesör olan Henry Olsson tarafından 1962-63 ve 64 yıllarında üç kez, 1956'da ise Fransız Prof. René Etiemble onu aday göstermesine rağmen ödülü hiçbir zaman kazanamaz. İrlandalı yazar Colm Tóibín, ödülü kazanma ihtimalinin Borges için büyük bir işkenceye dönüştüğünü şöyle aktarıyor: “Her yıl ödülün açıklanacağı gün gazeteciler yazarın evinin önünde birikirdi. Bu senelerce devam etti ve her defasında Borges'in ödülü kazanmadığını öğrenmesi onu çok mutsuz etti.”

ORHAN PAMUK'UN RAKİPLERİ

2006'a Nobel Ödülü'ne layık görülen Orhan Pamuk'u kimin aday gösterdiğini ve yazarın hangi isimlerle yarıştığını 2057'de öğrenebileceğiz. Fakat Orhan Pamuk'un bir söyleşisinde dikkat çektiği bir nokta tüm Nobel'li yazarların korkusu: “Bazı yazarlar, Nobel'den sonra artık yazamazlar, alışılmış bir durumdur bu. Yaşlandıklarındandır. Yazmak yerine, Nobel'in tadını çıkarmayı tercih ederler belki de. Bende öyle olmadı. Talihliydim.”

Nobel tahminlerinin ve bahis listelerinin Adonis, Haruki Murakami, Joyce Carol Oates ve Philip Roth gibi değişmeyen isimlerinin seneler sonra açılacak arşivlerle, ödüle aday olup olmadıkları görülmüş olacak. Fakat İngiliz yazar Tim Parks'ın dediği gibi Nobel'e gülümseyip geçmek lazım. Hatta kimi yazarları komitenin bir günahı olarak görebiliriz, zira Nabokov ve Borges gibi yazarlar okurun gözünde günümüzde daha saygın.

2016'nın adayları için son gün 31 Ocak

Her eylül ayında, Nobel komitesi 31 Ocak'a kadar aday belirlemesi konusunda edebiyat profesörlerine, kurumlara ve daha önce Nobel'i kazanan yazarlara (yaklaşık 600-700) davetiye gönderir. Nisanda 15-20 kişilik bir liste oluşturulur. Mayısta adaylar 5'e düşer. Haziran, temmuz ve ağustos boyunca komite üyeleri aday yazarların kitaplarını okur. Eylülde son karar için masaya oturulur. Ekimde ödüle layık görülen yazar duyurulur. Aralık ayında ise ödül töreni gerçekleştirilir.

9 Ocak 2016 Cumartesi

Tarihin ‘iz'i bugünün bakış açısıyla

Küratörlüğünü Hasan Bülent Kahraman'ın yaptığı “Gizli/dir Görüntü” sergisi Kadir Has Üniversitesi Çağdaş Sanat Merkezi Galeri KHAS'ta bugün açılıyor.

Kulak Burun Boğaz Doktoru Erhun Şerbetçi'nin fotoğraflarından oluşan sergide, sanat tarihinin en önemli sorusu ve sorunu olan ‘görmek' ve ‘görünen' konuları Şerbetçi'nin resimlerinde bambaşka bir boyuta erişiyor. “Gizli/dir Görüntü”, 6 Mart'a kadar açık kalacak.

Erhun Şerbetçi'nin eseri.

İranlı yönetmen Abbas Kiorastami: Sinema, diziler yüzünden gün geçtikçe kalitesini kaybediyor

İran sinemasının usta yönetmenlerinden Abbas Kiyarüstemi, aynı zamanda ödüllü bir fotoğraf sanatçısı. Kiyarüstemi'nin yol, ağaç, gece, kar temalı 44 fotoğrafı Ankara CerModern'de sergilenmeye başladı. Açılış için Ankara'ya gelen sanatçı, fotoğrafa ve sinemaya dair sorularımızı cevapladı.

Çağdaş İran sinemasının yaşayan en büyük yönetmenlerinden Abbas Kiorastami (Kiya-rüstemi), kış, kar, yıl ve ağaç fotoğraflarından oluşan 44 fotoğraflık sergisini Ankara CerModern'de dün açtı. Sergi için Türkiye'ye gelen Kiarostami, fotoğrafçılığı, sineması, İran ve dünya sineması üzerine düşüncelerini de paylaştı.

Fotoğraflarının, bir ressamın resimleri gibi olduğunu söyleyen ünlü sanatçı, “Tek bir fotoğraf, bir filmin sebebi olabilir. Sinemanın başladığı yer işte tam orasıdır, tek bir fotoğraf.” diye konuştu. Ankara'da sergi açmaktan mutluluk duyduğunu ifade eden Kiarostami, sergisiyle ilgili olarak da, “Sadece Türkiye'de değil, belki dünya çapında ilk kez yapılan bir şey, bu fotoğraflar hiçbir yerde bu şekilde sergilenmedi. Bütün bu fotoğraflar ilk kez bir sergide sergileniyor.” ifadelerini kullandı.

“HER FOTOĞRAF SESSİZ BİR FİLM”

Son birkaç yıldır dünya ve İran sinemasını çok yakından takip etmediğini söyleyen Abbas Kiyarüstemi, bunun sebebi olarak ‘kalite kaybı'nı gösterdi. Sadece ilk filmlerini yapan yönetmenleri ve filmlerini takip ettiğini söyleyen Kiyarüstemi, sinemanın dizi sektöründen olumsuz etkilendiğini düşünüyor: “Sinema, diziler yüzünden gün geçtikçe kalitesini kaybediyor. Eğer bazı gençlerin bağımsız çalışmalarını göz önünde bulundurmazsak, sinemanın biraz diziye doğru kaydığını söyleyebilirim. Ve maalesef bu diziler insanların zevklerini çok fazla değiştirmeye başladı. Bu da sinemanın maalesef çalışmasını çok güçleştirdi. Benim bununla bir sorunum yok tabii. Ama insanlar değişen bu zevkleri sebebiyle sinemaya çok fazla ilgi duymuyor.”

Fotoğraf-sinema ilişkisi üzerine sorulan bir soruya Kiyarüstemi, bu iki sanat dalının ‘ilişkili değil', ‘aynı asalete sahip' olduğunu belirtti. “İlişkili olmalarından ziyade aynı asalete sahipler. Her fotoğraf aslında sessiz bir filmdir. Şunu kabul etmeliyiz, önce bir fotoğraf vardı, daha sonra hareketlenen aslında sinemaya dönüşen bir fotoğraf. Dolayısıyla aynı asalete sahipler.” dedi.

Kiyarüstemi, bir fotoğrafın bir sanatçının görüşünü yansıtıp yansıtmadığının anlaşılması için üzerinden çok uzun zaman geçmesi gerektiğini ifade ederek, “Eskiden böyle bir kanaat vardı. Bir eserin üzerinden 30 yıl geçtikten sonra eğer bu eser güncelliğini koruyorsa, hâlâ ona ilgili aynı şekilde devam ediyorsa o eser derinliği olan, kalıcı olan ve klasiktir. Ben de çalışmalarımda, filmlerimde 30 yıl önceki çalışmalarıma bakıyorum acaba hâlâ kalıcı mı? Hâlâ derin etkiye sahip mi?” değerlendirmesini yaptı.

“FOTOĞRAFÇI İLE ROMAN YAZARI ARASINDA FARK YOK”

Abbas Kiyarüstemi, akıllı telefonlarla çekilen fotoğrafların ‘hedef gözetmeksizin, sadece bir anı ölümsüzleştirmeyi amaçladığı' için fotoğraf sanatçılığı alanına giremeyeceğini savunuyor. İyi fotoğrafçının ve fotoğrafın ‘bakış felsefesinin' olması gerektiğini söyleyen sanatçı, “Sadece güzel fotoğraflar bizi ikna etmez; biz iyi fotoğrafçı arıyoruz.” diyor. “Ben bir fotoğrafçıyım.” diyen Kiyarüstemi, fotoğrafçılığın ‘bakış açısı' gerektirdiğini düşünüyor: “Bence bir fotoğrafçı olmak için bakışın felsefesini öğrenmemiz lazım. Bence bir fotoğrafçı ile bir roman yazarı arasında pek fazla bir fark yok. Nasıl biz bir yazarı birkaç kitabını okuduktan sonra tanıyabiliyor, tarzı öğrenebiliyorsak. Fotoğrafçıyı da onun birkaç eserini bakarak, dünyaya bakışını incelememiz gerekir. Bu ise bir yere giden, yeni şeyler gören, cebinde fotoğraf makinesini taşıyan ve gördüklerinin fotoğrafını çeken kişilerle farklıdır. National Geographic'teki fotoğrafları inceliyorum ama oradaki fotoğrafçıların isimleri aklımda kalmıyor. Çünkü birisi yeni bir yere gidip gördüklerinin fotoğrafını çekiyor, bu sadece National Geographic gibi yerlerde yayınlanacak fotoğrafları kapsıyor.”

Sergi, 10 Nisan'a kadar görülebilecek.

Sanat şiirden etkilenmiyorsa neden etkilenir?

Filmlerinde şiirlere yer vermesinin ‘doğal' olduğunu söyleyen Kiyarüstemi, “Farsça konuşan biz İranlılar, gündelik hayatımızda birçok kez şiir kullanıyoruz. Filmlerimde şiirin kullanılmasının asıl nedeni budur. Başka çarem yok. Bu bir seçim değil. İzleyiciler Farsça konuşan insanlar olduktan sonra filmlerde şiir kullanmak doğal. Şahsi düşüncem eğer sanat şiirden etkilenmiyorsa neden etkilenir?” ifadelerini kullanıyor.

7 Ocak 2016 Perşembe

Büyüdük, ayrı eve çıkıyoruz :)

Yaklaşık bir yıl önce Zaman Gazetesi bünyesinde yayın hayatına başlayan Püff Mizah Dergisi, önümüzdeki hafta çarşamba gününden itibaren her hafta aynı gün bayilerdeki bağımsız uçuşuna başlayacak. İçerik de buna göre yeniden şekillendirilecek. Derginin editörü Abdullah Yavuz Altun ile bir yıllık süreci, okur tepkilerini ve bağımsız Püff'ü konuştuk.

Püff bir mizah ekiyken yenilenmiş bir içerikle piyasaya çıkmaya hazırlanıyor. Buna neden gerek duyuldu?

Yolun başındayken de düşündüğümüz bir şeydi zaten. “Önce gazetede rüşdünüzü ispatlayın bakalım” dediler. İspatladık mı, ispatlamadık mı emin değilim. Ama en azından 16 sayfa klasik mizah dergisi formatında bir şeyler yapabileceğimiz noktaya geldik. Bir yılın ardından da ayrı eve çıkalım, dedik. Okurla daha sıkı fıkı oluruz, diye düşünüyoruz.

Piyasada güçlü rakipleriniz var. Dergi, bu yarışın neresinde olacak?

Piyasadakiler rakiplerimiz olmanın ötesinde, amcamız dayımız kıvamındalar. Biz daha bir yıldır çıkıyoruz. Tamam, çizerlerimiz arasında benim yaşım kadar mizah dergilerinde çizen ağabeylerimiz var ama gene de bu ekip bir yıldır bir arada. “Rakip” dedikleriniz, imbikten geçerek, yıllarca belli bir standardı tutturarak oraya gelmişler. Biz henüz üst lige yeni çıkmış bir futbol takımıyız. İnşallah iyi top oynar, alkış alırız. Zamanla çok iyi işler çıkacağını düşünüyorum.

Peki, içerik? Mizah dergisi olarak yola devam mı, yoksa okuru yenilikler bekliyor mu?

Hikâyeler anlatmak istiyoruz daha çok. Sokaktan, hayatın içinden. İnsanların görünce “Aaa ben de bunu yaşıyorum” diyeceği şeyler. Tabii bunun yanında klasik mizah unsurları da var, şimdiki Püff'te olduğu gibi. Yazı ağırlığını artırıyoruz. Ayrıca röportaj da olsun istiyoruz. Geleneksel medyada da olmayan türde röportajlar… Doktorla, manavla, kasapla... Mesela bir doktora gidip, sizi en çok uğraştıran hastanız nasıl biriydi diye sormak, meslekle alakalı insanların genelde görmediği şeyleri görmek istiyoruz.

Diğer dergilerde olduğu gibi Püff'te de tanınmış, ‘ünlü' isimler olacak mı?

Yeni üretilmiş bir formül o. Ünlü isim yazsa bile müstearla filan yazarmış eskiden. Ama ünlülere kapımız açık, gelmek isterlerse “Yok, yazma!” demeyiz. Tabii katı kurallarımız var, öyle her yazıyı beğenmiyoruz.

Bir yıla yakın mizah eki çıkardınız, mizahın fonksiyonu ne?

Eskiden beri mizah dergisi okurum. Bir yıldır da bu işin mutfağındayım. Şahsen benim için mizah, bir meseleye farklı bir bakış demek. Gerçekten bakış açısını değiştiren, hayatta absürt bir nokta yakalayan mizahçıları seviyorum. “Burada zekice bir şey var” hissi benim için ön planda. Tabii herkes böyle bakmıyor. Kimisi için mizah sadece gülmek için var. İnsanlar rahatlamak için mizah dergisi alıyor galiba. Son dönemde politik mizahın yeri başka, içimiz dışımız siyaset olduğu için gündemdeki konularla ilgili mizah çok ilgi çekiyor. Mizah, bir de böyle anlatalım bakalım, dediğiniz noktada ortaya çıkan bir ihtiyaç. Anlaşılamamaktan mustariplerin avuntusu kısaca.

Peki, bu bir yıllık süreç size neler öğretti?

Gazeteciliğe başlarken hayallerim arasında bir mizah dergisine editör olmak yoktu. Ama böyle bir teklif gelince de, “Neden olmasın ki?” dedim. Mizah ve dergicilikle ilgili ayrı ayrı yeni şeyler öğrendim, öğreniyorum. Üretmesi hayli zor bir şey mizah. Tekrara düşme riski yüksek. Politik mizah belki daha kolay Türkiye'de, malzemesi bol. Ama gündelik hayatın mizahını yapmak giderek zorlaşıyor. Hele ki sosyal medyada her şey alabildiğine hızlı bir şekilde tüketilirken…

Bu sürede siz o izleyicinin ruhunu yakaladığınızı düşünüyor musunuz?

Satışlardan belli olacak ruhu yakalamış mıyız, yakalamamış mıyız. Mizah, ilgi çekici bir araç. O ilgiyi çekip gerçekten de insanların hoşuna gidebilecek şeyler anlatabilirsiniz. Türkiye'deki kültür tüketicisi biraz maymun iştahlı. Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'da yaşamış İngiliz bir kadının günlüğünü okumuştum. Belki haftalar sonra ilk kez bir The Times gazetesi okuyor, “Eski bir dostla karşılaşmak gibiydi” diye not düşmüş günlüğüne. Bu derece sadık bir okur kitlesine Türkiye'de henüz pek rastlamadım. Zaman gibi duygudaşlık kurabilen gazetelerin bir miktar var ama bu bağlar kolay eskiyebiliyor. Mizah dergileri, insanların çok yakın dostları olabilecek yayınlar. Kendilerini bulabilirler orada. Tabii yayıncıların da çok çalışması gerekir bu konuda.

Okur Püff'e nasıl ulaşacak?

Püff gazete bayilerinde satılacak. Ayrıca Zaman aboneleri, gazeteleriyle birlikte Püff'ün de gelmesini isteyebilirler. Okurlarımız puff@zaman.com.tr adresinden bize ulaşabilirler.

5 Ocak 2016 Salı

‘Körüklü'den sanat çıktı

4 Ocak 2016, Körüklü fotoğraf makineleri 1850'lerde mi kaldı sanıyorsunuz? Hiç öyle değil. Sürekli bir üst modeli çıkan dijitallere inat, yüzyıl öncesinde kalan bu makineyle fotoğraf çekenler var. Türkiye'nin ilk sanat portalı www.lebriz.com'un kurucusu Kerim Suner, ilk sergisinde, tarihî; hesap makinesi koleksiyonunu böyle fotoğrafladı.

Teknoloji harikası dijital makineler varken, ‘çek paylaş' dönemi zirve yapmışken, 1850'lerden kalma bir teknikle net olmayan fotoğraflar çekmenin ne âlemi var, değil mi? Âlemi de var, meraklısı da. Nostaljik olduğu kadar tehlikeli de olan ‘wet collodion' (ıslak levha yöntemi) tekniğiyle fotoğraf çekenlerin sayısı Türkiye'de (dünyada atölyeleri düzenleniyor) yavaş yavaş artıyor. Daha Türkçesi: Körüklü fotoğraf makineleri geri döndü. Hem de epey bir zamandır. Karanlık oda kuranlar ve bu odayı kamyona yükleyip peşinde taşıyanlar, fotoğraflarını cam ya da metal levhalara basanlar, kimyasal kullanarak hayatını tehlikeye atanlar...

Türkiye'nin ilk sanat portalı www.lebriz.com'un kurucusu Kerim Suner, bir yıldır wet collodion çekimler yapıyor. Bilgisayar mühendisi olan Suner, 30'a yakın antika hesap makinesi koleksiyonunu bu yöntemle fotoğrafladı. Fenerbahçe'deki atölyesi kimya laboratuvarı gibi. Siyah eldivenini giyip solüsyonlarla, nitratlarla çalışıyor. Yarından itibaren bu kareler www.lebriz.com'un sanat galerisine dönüştürülen ofisi; Nişantaşı Art212'de sergilenecek.

EL YAPIMI FOTOĞRAF, ORGANİK SERGİ

Fotoğraf: Erkin Saygı

Fotoğraf: Tuğrul Berge

Suner, iyi bir fotoğraf ortaya çıkması için önce 40 dakikalık bir ön hazırlık yapıyor, sonra iki gün süren laboratuvar aşamasına geçiyor. ‘Çek paylaş' dönemi yaşayan yeni nesil için anlaşılmaz bir durum gibi görünse de Suner, ‘Calculus 101' adlı sergisini bir tür anma olarak niteliyor: “Bir bilgisayar mühendisi olarak her zaman uzmanlık alanımın geçmişinden etkilenmişimdir. Bu nedenle yıllar içinde eski bilgisayarlar ve mekanik hesap makinelerinden oluşan bir koleksiyon yapmaya çalıştım. Bu koleksiyonu fotoğraflamak için wet collodion, kendine özgü estetiği, üretilen her fotoğrafın tamamen el emeği ile ortaya çıkan benzersiz ve çoğaltılamayan bir obje olması, bir zamanlar en yaygın yöntem olarak kullanılmasına rağmen artık unutulmuş olması nedenleriyle en uygun teknik oldu. ‘Calculus' serisiyle teknolojinin ve fotoğrafın tarihine bir yolculuk yaparak bu cihazları ve fotoğraf tekniklerini icat ederek günümüzün baş döndüren teknolojisine yol açanları anmaya çalışıyorum. 1851 yılında Frederick Scott Archer tarafından geliştirilen “Wet Collodion”, bir devrim yaratarak fotoğrafın yaygınlaşmasında büyük rol oynamanın yanı sıra günümüze kadar geliştirilen bütün tekniklerin de temelini oluşturdu.”

Antika hesap makinesi koleksiyonunu, 1850'lerdeki fotoğraf tekniğiyle çeken Suner, hem mühendisliğini hem de sanatçılığını ortaya koyuyor.

Kimya laboratuvarı gibi bir ortamda üretilen, el yapımı fotoğraf, -organik fotoğraf sergisi de diyebiliriz- sergisini izlemek zevkli ve heyecan verici. Suner, sergide atölyesinde kullandığı malzemeleri de sergiliyor. Wet collodion tekniğini ise ayrıntılarıyla bir el broşüründe anlatmış. Uzun soluklu bir proje olan “Calculus” serisinin ilk örneklerinin yer aldığı sergi 22 Ocak'a kadar açık kalacak.

Kerim Suner'in koleksiyonundan antika bir hesap makinesi.

Wet Collodion tekniğiyle çekilen antika hesap makinesinin fotoğrafı.

Kerim Suner, çarşamda günü açılacak Art212'deki sergisinde.

Fotoğraf: Şule Tülin Üner

'Artık sanat piyasası verilerini açıklamıyoruz'

www.lebriz.com 15 yıl önce kurulduğunda ne yapmak istediği tam olarak anlaşılmamıştı. Kerim Suner, bugün de anlamayanlar olduğunu söylemekle beraber sitenin arşivinde 10 binin üzerinde sanatçıya ait yarım milyona yakın eserin fotoğraflarıyla yer aldığını söylüyor. Bu önemli bir rakam. Türkiye'nin sanat piyasası hakkında bilgi ve fikir sahibi olmak isteyenler için veri bankası demek. Kerim Suner'e 2015'te sanat piyasasının ne kadar büyüdüğünü ya da küçüldüğünü sorduk. Cevabı ilginçti: “Biz lebriz.com olarak bu bilgileri yayınlamıyoruz, ancak talep eden yayın kuruluşlarına veriyorduk. Ancak son zamanlarda önüne gelen kafasından birtakım rakamlar atıp “lebriz.com verilerine göre…” şeklinde bu atmasyon rakamları yayınlamaya başladı. Bu yüzden artık hiçbir açıklama yapmama kararı aldık. Meydanı serbest bıraktık, isteyen istediği rakamı yazıyor. Hatta bir gazetede yaklaşık iki hafta ara ile yayımlanan iki makalede birbirine taban tabana zıt veriler açıklandı.”

Kültürel kalkınma konuşulacak

Uluslararası Sinop Bienali çatısı altında gerçekleştirilen “Sinopale Forum” kapsamında, 12-14 Ocak'ta Salt Galata'da “Kentsel Kalkınmada Kültür ve Yaratıcılık” başlıklı uluslararası bir forum düzenleniyor.

TC Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın AB projesi kapsamında yapılan forumda Sinop'u kültür ve eğitim turizmi kentine dönüştürecek politikalar ve projeler mercek altına alınacak. Etkinlik 15-17 Ocak tarihleri arasında Sinop'ta devam edecek. Kamu, sivil toplum, iş dünyası, üniversiteler ve uluslararası kuruluşların bir araya geleceği buluşmada, Sinop'un bir kültür ve eğitim turizmi kenti olması yönünde atılan adımlar ve gerçekleştirilen projeler ele alınacak, yeni işbirliği olanakları üzerine konuşulacak. (www.sinopale.org)

3 Ocak 2016 Pazar

Kafka(lar) İstanbul'da

Çek Cumhuriyeti'nin tanınmış ressamlarından Jiří Slíva, eserlerini İstanbul'da, Schneidertempel Sanat Merkezi'nde sergileyecek.

Slíva'nın 6 Ocak 2016 akşamı saat 18.00'de açılacak ‘Kafka(lar) İstanbul'da' adlı sergisi litografi ve gravür olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Sanatçı eserlerinde kafeleri, caz müziğini, aşkı ve elbette Franz Kafka'yı işliyor. 31 Ocak 2016 tarihine kadar sürecek Kafka(lar) İstanbul'da (Multiple Kafka in Istanbul) sergisiyle sanatçı, usta yazar Franz Kafka'nın ölümsüz eseri Dönüşüm'e (Die Verwandlung) de göndermede bulunuyor. Karikatürleri Die Welt, Die Zeit, Stern, The Wall Street Journal, The New York Times gibi gazete ve dergilerde yayımlanan Jiří Slíva, daha önce Berlin, Paris, Roma, Viyana, Tokyo ve New York gibi kentlerde kişisel sergiler açtı. Çek sanatçının eserleri, Karaköy Bankalar Caddesi'ndeki Schneidertempel Sanat Merkezi'nde açılacak Kafka(lar) İstanbul'da sergisi ile Türkiye'de ilk defa görücüye çıkacak. (0212 249 01 50)

2 Ocak 2016 Cumartesi

Yazar Yiğit Okur hayata veda etti

“Herkes bir defa doğar, ben iki defa doğdum. Yaşam benim için, her tarafın buz tuttuğu bir aralık gecesi sabaha karşı bitmiş olmalıydı.

Beş yaşındaydım. Yıllardan 1939, aylardan Aralık. 6,5 şiddetinde bir deprem, bütün Erzincan Ovası'nı yerle bir etmişti. Yıkılan evlerin altında ölüme terk edilmiş binlerce insandan biri bendim.” Şair ve yazar Yiğit Okur, geçen yıl ‘Buralardan Geçerken' (Can Yayınları) adıyla yayımlanan anı kitabına yukarıdaki cümlelerle başlıyordu. Edebiyatımıza değerli eserler kazandıran ve önemli ödüllerin sahibi olan Yiğit Okur, aramızdan ayrıldı.

1939 Erzincan depreminden bir mahkumun yardımıyla kurtulan şair-yazar Yiğit Onur (81) dün hayata veda etti. 2003'te ‘O Zaman Kim Söyleyecek Şarkıları' adlı romanıyla Haldun Taner Öykü Ödü- lü'nü, 2005'te ise ‘Deniz Taşları' romanı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü alan Okur, 1954 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu. 50'li yıllarda Varlık, Yenilik, Mavi dergilerinde şiirleri yayınlandı ve çeşitli roman, oyun çevirileri yaptı. 1958 yılında hukuk öğrenimi için İsviçre'de Cenevre Üniversitesi'ne gitti. 1965 yılında yurda döndükten sonra avukatlık yapmaya başladı. 40 yıllık bir aradan sonra Hulki Bey ve Arkadaşları romanıyla edebiyat dünyasına geri döndü.