17 Haziran 2014 Salı

Münzevinin vuslatı

Türk sinemasının emektarlarından senarist Ayşe Şasa, dün hayata veda etti. Şasa'nın 70 yılı aşkın hayatının büyük kısmı çileler ve tefekkürle geçti. Dünyanın cazip yönüne hiç yüz vermedi… Kimseyi rahatsız etmeden, bir derviş sessizliğiyle göçtü bu âlemden… Esenler Safa Hastanesi’nde vefat eden Ayşe Şasa’nın cenazesi, bugün öğle namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından Sahrayı Cedid mezarlığına defnedilecek.Merhum Necip Fazıl'ın Çile'si, sanki onun için yazılmıştı. Ayşe Şasa, fikrin cam kırığı döşeli yollarından geçerken kanayan ruhunun yaralarını sarmak için tasavvuf merhemine sıkı sıkıya sarılmış, huzuru ve ruh dinginliğini Allah'ta bulmuş bir münevverdi. Çok önemli bir değerdir Şasa… Sadece inançlı kesim için değil, Türk düşünce ve fikir hayatı için mühimdi. Ancak onun esas özelliği, nezaketi ve insanlarla kurabildiği yalın ve samimi ilişkiydi.Bir derviş sessizliğiyle hayata vedan eden ‘Ayşe Abla'mız, yıllardır içine kapandığı ruh dünyasında insanlarla olan diyaloğunu asla koparmadı. Onun hayatı, modern Türk aydınının çileli serencamının bir özetiydi aslında. 1941'de, yalnız ülkemiz için değil, bütün dünya için zor ve sıkıntılı bir dönemde hayata açmıştı gözlerini. Ve belki de en büyük talihsizliği varlıklı bir ailenin çocuğu olmaktı. Şöyle anlatmıştı bana çocukluğunu: “Benim yetiştiğim dönemde (2. Dünya Savaşı) Tanzimat'tan gelen yabancı mürebbiye geleneği sürüyordu. Ailem iyilik yaptığını düşünerek beni, hepsi savaş kaçkını ve ruhen sakat olan Yahudi, Katolik,Protestan bakıcılara bıraktı... Her şeye karşı aşırı derecede bir isyanım vardı o dönemde. Ebeveynim beni çocukken dışladı. Okulda performansım düşük diye 'aptal Ayşe' diyorlardı. Doğum günümde arkadaşlarımı evime davet ediyordum, hiçbiri gelmiyordu. Ortaokulda çok hırslandım, performansım birden arttı. Bu sefer üstün kabiliyetli olarak görüp yine yalnızlığa ittiler.”Ruhundaki derin kesiklerin sebebi çocukluğuna uzanıyordu. Mürebbiyelerin kurduğu ruh cenderesinden kurtulmak adına koleje atacaktı kendini Ayşe Şasa. Tam bir yağmurdan kaçarken doluya tutulan bahtsızlık öyküsü onunki. Amerikalıların kurduğu Arnavutköy Kız Koleji'nde yatılı olarak okumaya başlaması ruhundaki yaraları derinleştirmekten başka işe yaramaz aslında. Travma şöyle büyür: Amerikalı hocalar öğrencilerini savaş sonrası edebiyatına maruz bırakırlar. Sartre, Camus, Kafka gibi yazarların eserlerini okuyan Şasa, henüz çocuk denecek bir yaşta bu karamsar ve nihilist insanların dünyasıyla korunaksız olarak tanışır. Ruhuna akın eden muazzam karamsarlık ve nihilizm bir rende gibi canına okur adeta. Kendi kültürel kodlarına yabancı, hatta düşman bir dil ve dünyadır bu: Batı'nın seküler tütsülü, günah eksenli sarhoş dünyası…Sonrası büyük bir yalnızlık: Amerikan Kız Koleji'ni bitirdikten sonra, erken alınan bir evlilik kararı ruhunu büsbütün yalnızlaştırır. Bu erken ve yanlış karar, eğitimini yarıda bırakmasına ve bambaşka sulara açılmasına sebep olur: Yeşilçam.Aslında bu yönelişin de bir arka planı vardır. Ayşe, ailesinin kendisine dayattığı kültürü sadece reddetmek istemez, aynı zamanda onların hor gördüğü Türk sinemasına yönelerek de bir tür intikam almak niyetindedir. Daha orta mektep yıllarında aynanın karşısına geçip, ailesi ile sembolleşen burjuvaziden intikam almaya çocukça yeminler etmiştir. KEMAL TAHİR’İN ÖĞÜDÜ: YOLUNU SEÇ! Ancak, Şasa'yı ileriki yıllarda pençesine alacak olan şizofren tohumlar ruhuna serpilmeye burada da devam eder. Bu sefer Yeşilçam 'piyasa'sı onu 'Kolejli Kız' diye dışlar. İlber Ortaylı'nın o döneme ilişkin gözlemi şöyledir: "Şasa, onu tanıdığım dönemde (1970) etkili senaryolar yazan, 'Son Kuşlar' gibi toplumsal içerikli filmlere imza atan, güzel İngilizce konuşan, spor yapan, Türkçeyi etkin kullanan, içe kapanık bir kişiydi."Şasa'nın ilk evliliğinin en verimli mirasıdır belki de, eşi Atilla Tokatlı ile beraber Kemal Tahir ile tanışmak... Kemal Tahir, onun fenersiz, pusulasız dümeni için adeta bir yön belirleyici olur. Tahir'den, kendisini içten sarsacak ve çizgisini seçecek öğüdü o zaman işitir: "Maskaralık yaptığın sürece seni baştacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç." Kolejli Kız, girdiği her ortamda dikkatleri üzerine çekecek kadar güzel, alımlı ve birikim sahibidir. Bir yandan da senaryo yazar.İlk eşinden boşanmış, yönetmen Atıf Yılmaz ile evlilik yapmıştır. Atıf Yılmaz'ın bu dönemdeki filmlerinin bazılarını Ayşe Şasa yazmaktadır. Yazmaktadır ama küçük bir hileden de çok zaman sonra haberdar olacaktır: "23-24 yaşında. Şişli'de çatı katında küçük bir evimiz vardı. Evin işlerini bitirdikten sonra sandık odasına girer on saat boyunca senaryo yazardım. Bu yedi-sekiz sene sürdü ve benim büyük krizimi geciktirdi. Ama senaryo yazarken de korkunç bir tedirginlik yaşıyordum. Benim yazdığım senaryoları gizli gizli Bülent Oran'a gönderip Yeşilçam kalıplarına uygun hale getirdiklerini çok sonra öğrendim." Kader, Bülent Oran ile yolunu kesiştirmiş ama esas vuslatını ertelemiştir. VE CİNNET MUSTATİLİ Bazı hayatlar vardır; uzun süren çalkantılar ve lodos sonrasında, dingin kıyılarına indiğinizde kesin hükmü verirsiniz: "Hayat asla ve kat'a tesadüfler cangılı değildir!" Ayşe Şasa, tam da Türk sineması ve toplumunun şizofrenisi üzerine bir yazı kaleme alma esnasında aniden zihni bulanır ve şizofreni nöbeti geçirir. Gözlerini hastane odasında açar. Sonrası daha ürkütücüdür: "Biz akşamları Atıf'la Kulis'e giderdik. Bir gün oraya giderken, Atıf'ın elinden kurtulup kaçmaya başladım. CIA, KGB peşimde ve beni kovalıyor, diye hissediyordum. Atıf elini cebime sokmuştu, onun da elinde zehirli bir iğne olduğunu ve beni öldürmeye çalıştığını düşünüyordum."Necip Fazıl'ın ruh damının uçması, göklerin künde üstüne künde atması şeklinde tasvir ettiği sarsıntıyı yaşamaktadır. Yazması kolay, yaşaması zorların zoru hislerdir bunlar. “Ateşten zehrini tattım bu okun/ Bir anda kül etti can elmasımı/ Sanki burnum, değdi burnuna "yok"un/ Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”Yapayalnızlaşma süreci zirveye tırmanmış ve Kolejli Kız için cinnet ve buhranlı upuzun bir dönem başlamıştır. Evliliğinin tökezlemesi, onu daha da yalnızlığa iter. Ardından dayanağı Kemal Tahir'in ölümü ile iyice yalnızlaşır ve Mecidiyeköy'deki bir gökdelenin en tepesinde 'Mağaram' dediği evinde yıllar boyunca tarihte çok az insanın dayanabildiği şizofren nöbetleriyle yaşar. 30 yaşına geldiğinde sadece düş kırıklığı içindeki bir sinemacı değildir, sinir sistemi çökmüş bir hastadır aynı zamanda.Şair, hakikatle aniden karşılaşmayı ‘Gece bir hendeğe düşercesine' betimlemesiyle anlatmayı deniyor. Bilmiyorum hiç gece vakti bir hendeğe düştünüz mü? Çok can yakıcı olmalı. Şasa'nın şifa bulması da can yakıcıdır ve zorludur. Yaklaşık 18 yıl süren bu çileli yolda, tasavvufun ve tevekkül çınarının asırlara gömülü damarlarına sarılarak kurtulmaya başlar: "Bülent (Oran) beni enkazın içinden çıkardı. Ben on sene bu dört duvarın içinde oturdum. Konuşacak insanım bile yoktu. Enkazın altındaydım. Bülent geldi ve beni enkazın altından çıkardı. Yürüyemiyordum, konuşamıyordum, yataktan çıkmıyordum. Renkli kalemler alıyordu, filmler izlettiriyordu bana. Film izleyecek halim yokken öyle uğraştı benimle." En sıkıntılı döneminde, hiç beklenmedik anda İngilizce bir eser onu çekip çıkarmaya başlar bulunduğu bataklıktan; Muhyiddin İbni Arabî'nin Füsûs'u ve bir cümlecik: "Cenab–-ı Allah buyuruyor ki; ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim." Aşkların en büyüğüydü, bilen ile bilinmek isteyen arasındaki aşk!: "Kozmik bir şiir, kozmik bir müzik ve göksel bir mimari yapıt olan o eşsiz metafiziği okudukça, hayretim artıyor, 'ben bunca yıl, bu kadar muhteşem bir söylemden nasıl habersiz kalmışım' diye hayrete düşüyordum. Bir yandan bir 'vird' gibi onu okuyordum, diğer yandan İslam ve tasavvuf hakkında bilgilenmeye başladım. İbni Arabi anlattıkça önümde yıldızlar açılıyordu. Çözüldüm... Sanki burası bir mağara ben de yaralı bir hayvanım. Birden sanki İbni Arabî'nin laflarıyla tavan açıldı ve 18 bin âlem, yıldızlar ışık sunmaya başladı."Ve son yıllarını huzur içinde, tasavvufa sarılarak geçirdi Ayşe Şasa. Bir elinde telefon, diğerinde gülsuyu şişesi vardı. Telefon sanki onun için icat edilmişti. Yurt içinden, dışından pek çok isimle saatlerce konuşup, hakkı, hakikati anlatıyor, ilahi aşkın estetiğine dair kafa patlatıyor, samimi münasebetler kuruyordu. Kendisi gibi ağır şizofren olan ünlü John Nash ile konuşuyor, elindeki Rahmani iksirin herkese ulaşması için çırpınıyordu. Ara ara onu yoklayan nöbetlerde kitaplarına daha sıkı sarılıyor, ibadet ve muhabbet ile yaralarını tedavi ediyordu Ayşe Şasa. Hayat arkadaşı, yoldaşı, zıddı ve dayanağı Bülent Oran'ın vefatıyla sarsılsa da, tedavinin yöntemini bulmuştu artık. Sabır ve metanetle Rabb-i Rahim'ine iltica etti hep.Ne ki, pek çok şeyde olduğu gibi bu büyük değerin kıymetini yaşarken bilememenin, Ayşe Şasa gibi derin ve büyük bir münevverden tam istifade edememenin ayıbıyla sırtlayacağız naaşını. Mekânı cennet olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder